© Muhalif 2024

Bir darbeden arta kalanlar

İki gün önce 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin 64. yıldönümüydü. O tarihte çocuk yaşımda da olsam, bir siyasetçinin, hele de Demokrat Parti’nin (DP) kurucularından birisi ve 10 yıl milletvekilliği yapmış bir babanın, Selim Ragıp Emeç’in  kızı olarak yaşananlar dün gibi aklımda.

Mesela, 27 Mayıs 1960’da sabaha karşı ev telefonunun çalması. Son Posta gazetesi yazıişleri müdürü Mustafa Yücel’in , “Selim bey, askeri darbe oldu. Radyoyu açın,” demesi.

Radyo açılıyor. Albay Alparslan Türkeş’in sesi: “Sevgili vatandaşlar, bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekata Silahlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.

“Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkar bir fiile müsaade etmeyeceği gibi edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş, kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir.

“Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır.

“”Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün,’Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi bayrağımızdır.

“Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız.NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’tur.”

Darbenin, TSK içinde albay ve yarbay düzeyinde bir cunta tarafından, emir komuta zinciri dışında düzenlendiği ortaya çıkıyor. Darbeye karşı olan subaylar emekliye sevk ediliyor; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun rütbeleri sökülerek hapse atılıyor.

Darbe olduğunu duyan en yakın dost bilinenlerin bizlerden cüzaamlıymışız gibi kaçışları, cunta maşalarının babayı götürmek için ne zaman gelecekleri korkusuyla dehşetli bekleyiş... Gerçek dost olduklarını tek gösterenler babamın gençlik arkadaşı, Hürriyet gazetesinin kurucusu Sedat Simavi’nin iki oğlu, Haldun ve Erol Simavi kardeşler... Evin gündelik müdavimlerinin hiç birisinden tıs yok. Annemin şu sözü hiç aklımdan çıkmıyor: “Kızım, kazanım kaynarken, maymunum oynarken...”

Aradan 10 gün geçiyor. Tarih 6 Haziran 1960. Kurban Bayramı’nın ilk günü. Saat 14’ü gösterirken bahçe kapısının önünde bir askeri cip duruyor. Arkasında başka bir askeri araç. Kapı çalınıyor. Önde bir subay. Ardında başkaları. Öndeki subayın  ismi Fahrettin Kartalkaya (bu isim 64 yıldır aklımdan çıkmaz).

Ellerinde babam hakkında tevkif müzekkeresi ve evi arama emri var.

Alt kattan başlayarak evin içi, saatlerce didik didik aranıyor. Duvarlardaki tablolar kaldırılarak arkalarına bakılıyor. Annem dayanamayıp soruyor:”Ne arıyorsunuz?” Cevap:”Gizli paralar, kasalar. Altınlar.”

Sonuçta aradıklarını bulamıyorlar. Diyabet hastası, üstelik de gözleri iyi görmeyen babamı götürüyorlar. Nereye mi? Balmumcu Kışlası’na. Ertesi gün de Dolmabahçe’den hücumbotla Yassıada’ya.

Temmuz ayında bir telefon. “Selim beyi Yassıada’dan hücum botla Dolmabahçe’ye getirdiler. Mide kanaması geçirmiş. Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne kaldırdılar.”

Özel izinle babamı görmeye gidiş. Sağ mı, ölü mü bulacağımızı bilememenin çaresizliği... Hasta yatağında bizi teselli etmeye çalışması... Günler sonra, iyileşti, tanısıyla Yassıada’ya geri götürülüşü...

Yassıada’da kurulan askeri mahkemede bir yıl kadar süren yargılanma. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın dar ağacına çekilerek idam edilmeleri... Hele de intihar girişiminde bulunan Menderes’i, sırf idam etme zevkini tadabilmek için  ölümden kurtarmaları... Babamın “Haksız ihtikar”dan (vurgun, haksız kazanç) beraat ederken Anayasa’yı ihlal suçundan Kayseri Cezaevi’nde 4 yıl iki ay hapse mahkum edilişi. Burada bir parantez açayım. O dönem yürürlükte olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı askeri darbe düzenleyerek ihlal eden cuntacılar  kendi kurdukları mahkemede Anayasası’yı ihlal suçundan insanları mahkum ediyorlar. Ne oksimoron ama... Parantezi kapatıyorum.

Üç ay sonra da Adli Tıp raporuyla cezaevinden tahliye olması. Evine dönüşünde artık iki gözünün de görme duyusunu tamamıyla kaybetmiş oluşu...Bu süreç boyunca, sahibi olduğu Son Posta gazetesinin ağır kan kaybına uğraması... Eylül 1962’de gazetenin kapılarının sonsuza kadar kapanması...

Bugün 64 yıl geriye gidip sizlerle bu 27 Mayıs anımı paylaşmak istedim. Askeri darbelerin nasıl insanlık dışı olayların yaşanmasına neden olduğunu, koca bir ülkenin  ve milletin başına nasıl felaketler açabildiğini, Türkiye’yi bugünkü sisli, baskı ortamına sürüklediğini sizlere hatırlatmayı amaçladım. Demokrasiye inanıyorsak, sadece kendi çıkarına hizmet edecek hakeme ihtiyaç duymadığımızın bilincinde olmalıyız. Hakemin kendisi şike yapıp bizleri bu duruma düşürdü. Biz siviller, sorunlarımızı öyle ya da böyle, düşe kalka çözeriz.  Bu ülkede bir daha asla askeri darbe yaşanmaması dileğiyle!

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER