© Muhalif 2024

Düşünme, konuşma ve yaşam hakkını toplu bir mezara gömmek

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu'nun kaleme aldığı "Düşünme, konuşma ve yaşam hakkını toplu bir mezara gömmek" başlıklı yazı...

Haftalardır 1991 doğumlu Dilruba Kayserilioğlu’nu konuşuyoruz. Hani bır sokak röportajında sosyal medyaya erişim engelini ve devlet geleneklerini aşan matem uygulamalarını eleştirdiği için göz altına alınan, tutuklanan, sonra beklenmedik bir biçimde sabaha karşı, başına ne gelir, kurda, kuşa mı yem mi olur diye düşünülmeden tutukevinin kapısına koyuverilen o genç kadın var ya! İşte ondan. Dilruba “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmiş, aşağılamış”. Cumhurbaşkanına hakaret etmiş. Bunun için 18 gün tutuklu kaldı ve hakkında hala yürüyen davalar var. 21. Yüzyılda Türkiye’de olan pek çok şeye hepimiz şaşırıyoruz. Şaşmaktan öte teessüf ediyor, ibret ve çaresizlikle kınıyoruz. Biz böyle bir ülkeye doğmamıştık. Türkiye her geçen gün beterden de beterin yaşandığı bir yer oldu. Ama Narin’in hunharca katli tüm olanların üzerine tüy dikti. Ülkenin din ve din eğitimi diye, kin, nefret, ayrışma ve düşmanlıkla indiği seviye derin bir mezar gibi. Ahlakın sukutu ise sözün bittiği yer. Şimdi artık her gün Narin’i konuşuyor ve aile boyu, köy boyu vahşeti izliyoruz. Narin’le beraber Türkiye sanki düşünme, konuşma ve yaşam hakkını bir köy mezarına gömdü. Ya sonra? Günlerin getirdiği hep kötülük ve kötü haberler. 
                                              

Hep Konuşan Gençlik İstemez miydik?

Eskiden sınıflarda öğrenciyi soru sormaya ve yorum yapmaya teşvik ederdik. Özellikle 1980 sonrasında siyasetten ve daha da önemlisi toplumsal gerçeklerden iyice kopan öğrenci, sınıfta soru sormaz, dinleyen sadece not almakla yetinirdi. “Sorusu olan var mı?” dediğimizde, hepsi birbirine bakar, bazısı “sorulacak ne var ki!” dercesine bıyık altından gülümserdi. Ama merak veya ilgi işareti gösteren kimse pek çıkmazdı. Ezberci toplumun, ezberci çocuklarına “her sorunuz, her yorumunuz önemli. Önce sizleri daha yakından tanımama, düşündüklerinizi öğrenmeme, benim de bu anlattıklarımı daha da iyi açıklamama katkıda bulunacaksınız” derdim de, ancak dersten sonra yanıma gelen bir iki öğrenciyi cesaretlendirebildiğimle kalırdım.  Belki orta öğretimde edinilen alışkanlıkların yavaş yavaş değişmeye başlamasıyla 2000’lerde sanki yüzyıl değişimi sihirli etkisini gösterdi. Üniversite öğrencileri daha fazla soru sorar, toplumsal olayları olmasa bile bireysel fırsatlarını daha fazla sormaya başladı. Çocuksu saflıklarıyla büyük beklentilerini, TV de görüp duyduklarına özentiyi, ülke koşullarının onlara sunduğu sınırlı olanakları daha iyi dile getirir, ancak en toplumsal içerikli konuları bile çoğu kez bireysel pencereden değerlendirir oldular. Konuşan Türkiye’nin, düşündüğünü söylerken uygun sözcükleri seçen gençliğe kavuşması epey zaman alacak. Ama ne yazık ki katillerin ve katillerle işbirliği yapanların susma hakkı yasanın güvencesi altında.
                                       

“Görmedim Kimsede Böyle bir Dilruba” 

Yeni yüzyılın ilk 10-15 yılında konuşan Türkiye yaratmayı başardık.  Ama kitap, gazete, düşünce yazısı okuyarak değil, birbirinden duyup öğrenen, sosyal medya sayesinde olayları izleyen, doğru mu, yanlış mı diye sorgulamadan bunları tekrarlayan bir kuşak yetişti. Bu kuşak iki şeyi hala iyi yapmıyor. Düşünerek konuşmuyor. Diline geleni süzgeçten geçirmeden söylüyor. Ayrıca özensiz ve mahallevari bir üslup kullanıyor. Ama bu gözaltı, tutuklama, uzun mahkeme süreçleri veya linç edercesine hırpalama gerektirmiyor. Kaldı ki gençlere bizzat Cumhurbaşkanının kendisi ağzından çıkanın nereye gittiğini tartmama örneği. Kadınlara, çiftçilere, muhalefet mensuplarına edilmedik hakaret bırakmadığı halde başına bir şey gelmiyor. Okumayan Türkiye’nin ciddi bir belagat ve rol modeli sorunu olması acı bir gerçek. Dilruba’nın cezalandırıldığı bu düzende neden Cumhurbaşkanı yasaların üzerinde? Yabancı ülke liderlerine bile kavgada söylense bıçakları konuşturacak galiz ifadeler kullanıp ya ayaklarına gidiyor veya barışma niyeti belirtip, onları davet edip resmi törenlerle ağırlıyor. Bu durumda gençler kimi örnek alsın? Durum böyle olunca Dilruba’yı keşke “vay hakaret etti” diye yaka paça parmaklıklar arkasına koymak yerine, ona  ismiyle bağdaşacak bir serzenişte bulunulsaydı. Mesela sahip çıktıkları Osmanlı’nın asıl unutulmaması gereken üslubuyla Dilruba’ya “mest-i nazım, kim büyüttü böyle bi perva seni?” demek yeterli olmalıydı. 
                                    

Türkiye’de Adaletin ve Adalete Güvenin Geldiği Yer

Dilruba pek çoğumuzun daha ince bir üslupla söylediği veya aklından geçirdiği şeyleri 30’lu yaşların fütursuzluğu ile söyledi. İsminin anlamında olduğu gibi birilerinin gönlünü, aklını çeldi, zaten dile getirdiklerini yeniden düşündürdü. Buna karşılık adli tepkilerden anlaşılıyor ki, başkalarının üstüne alınmasına ve temelden yoksun bir tehdit algılamasına neden oldu. Düşüncelerini duygularının seline kaptırıp, üslubu umursamayan Dilruba aslında bahane. “Ördek Ali” misali, “bugün hava puslu” deseniz nem kapan ve hemen hakaret davası açan devlet ricali, bunu yine halkı pıstırmak, susturmak ve korku ikliminde yaşatarak daha kolay yönetmek için kullanıyor. Kendilerini dokunulmaz hale getirmek istiyorlar. Karapara aklayanlar serbest kalırken gazeteciler, milletvekilleri veya anlaşılmaz suçlamalarla nice aydın yıllardır hapiste tutuluyor. Medya fenomenleri hapisten bir bir çıkıyor. Nasıl çıktıkları ile ilgili iddialar adaleti yıpratmaya devam. Ama adalet bir kez daha Narin cinayetiyle sınıfta kalmak üzere. Eğer çocuk katilleri “aile yakınımızdır” diye bir iktidar milletvekilince korunup, yayın yasağı kalkanı ile kamuoyundan gizleniyorsa, küçük bir kız çocuğunun bile yaşama hakkının hiçe sayıldığı Türkiye’de Dilruba’ya veya İmamoğlu’na püften hakaret iddiaları ile hapis cezası sopası gösterilmesi gündemden kayıyor. Bazıları nedense yasaların üzerinde de, bazıları altında, daha doğrusu koruması altında değil. 
 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER