© Muhalif 2024

Özel-Erdoğan görüşmesi: Değişim rüzgarları, yumuşama politikası...

 Müzakere, tarihte sıklıkla devletler arası ilişkilerin düzenlenmesinde kullanılan, denge ve uzlaşma üzerine kurulu bir diplomasi aracı olmuştur. Ancak, müzakere edilecek kişinin ve/veya kurumun doğası, bu kavramın yüceliğini ya da yozlaşmasını belirler.

Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Özgür Özel-Erdoğan görüşmesi hakkında söylediği, "Bu düzenin kurucusu sarayla müzakere edilmez, mücadele edilir!" sözleri, müzakere kavramının temelinde yatan etik ve ilkeleri sorgular nitelikteydi.

Kılıçdaroğlu'nun bu net ve keskin ifadesine karşın, CHP çevresinden (çevrimiçicilerden!) gelen bazı cevaplar ise ne yazık ki hoşgörüden uzak olmuştu. Bu tür nezaketsiz tepkiler, aslında partinin olgun ve yapıcı bir tartışma ortamı yaratma çabalarına da gölge düşürmüştü.

(Aslında bu tepkilerin ardında yatan sorunlar, parti içindeki daha geniş yapısal meselelere işaret ediyor. Örneğin, CHP'de mahalle delegesi olmak, gerçekten ABD başkan adayı olmaktan daha zor bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü mahalleler, ilçeler, çeşitli şovenist yapılarla, “ihtiyaç düşkünleri” ile sarılmış yahut da köylüler ve şehirliler arasında paylaşılmış; akraba ilişkileri, çıkar ve menfaat ilişkileriyle kamplaşmış bir yapıya bürünmüş durumda. Son seçimde, özellikle İstanbul’da belediye imkanları ve vaatler belirleyici olmuştur. Parti içinde farklı bir yapının ya da kişinin yükselmesi oldukça güç. Bu durum, kendi deneyimlerimden biliyorum ki, partinin yenilikçi ve farklı seslere açık olma iddiasını zorlayan bir gerçekliktir.

CHP tabanının ve örgütlerinin bu anlamda problemli yanlarından söz etmek mümkün. Demokratik bir toplumun ve devletin, ancak özgür bireylerle kurulabileceğini biliyoruz. Bireyler ve parti mensupları gerçek anlamda özgür olamadıklarında, çıkar ve menfaat peşinde koşuyorlar. Ekonomik özgürlük de bu bağlamda çok önemli; zira ekonomik özgürlüğü olmayan bireyler, güruh haline gelebiliyor.

Bu iç çatışmalar ve yapısal sorunlar, parti içinde reform ve birlik yaratma çabalarını daha da karmaşık hale getiriyor.)

Kılıçdaroğlu’nun sözleri insanı, müzakere kavramının kiminle yapılabileceği üzerine düşünmeye sevk ediyor.

Gerçekten kiminle müzakere edilebilir? Kiminle oturup konuşulabilir, kiminle anlaşma sağlanabilir? İşte bu noktada, devleti ve onun temsilcilerini belirleyen değerler ve ilkeler devreye giriyor.

Bir demokratik ülkede, halkın iradesini yansıtan seçilmiş temsilcilerle müzakere etmek, demokratik bir gerekliliktir. Ancak, yetkilerini keyfi ve otoriter bir şekilde kullanan, kendi değiştirdiği anayasaya, getirdiği düzenlemelere bile uymayan biriyle müzakere etmek esasen demokratik değerleri çiğnemek anlamına gelmez mi?

Bu durum, Kemal Kılıçdaroğlu'nun son tweet'inde de vurguladığı bir gerçekliği yansıtıyor. Kılıçdaroğlu, Türkiye'nin demokratik geçmişindeki liderleri anımsatarak, şu anki siyasi rekabetin farklı bir doğası olduğunu belirtiyor. "Ben; rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla “BAAS" partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim," diyerek, karşılaştığı zorlukların boyutunu ve niteliğini vurguluyor. Aynı zamanda, direncini ve ilkelerine bağlılığını, "Geçmedim muhannet köprüsünden su apardı beni, Yatmam çakal yatağında, aslanlar yese beni…” dizeleriyle sembolik bir şekilde ifade ediyor.

Aslında bu sözler, müzakere edilecek kişi veya kurumun doğasının, müzakerenin niteliğini belirleyici bir faktör olduğunu ve demokratik değerlere olan bağlılığın, her koşulda korunması gerektiğini hatırlatması bakımından etkileyici.

Türkiye'de uzunca bir süredir demokratik değerlerin aşındığı, yasama, yürütme ve yargıdan oluşması gereken kuvvetler ayrılığının esamesinin okunmadığı, aksine kuvvetler birliğinin işlediği, her şeye tek bir kişinin muktedir olduğu bir düzenden, siyasi iktidarın keyfiyetçi bir yönetim tarzını benimsediği bir dönemeçten geçiyoruz.

Can Atalay meselesinde Anayasa Mahkemesi'nin kararlarına rağmen, Yargıtay'ın Anayasa Mahkemesi’ni dinlememesi, anayasal düzene baş kaldırması, sahibinin sesinden başka ses çıkaramaması; anayasal üstünlüğün, anayasa devleti olmanın ve hukuk düzeninin açıkça ayaklar altına alındığının göstergesi değil miydi?

Erdoğan'ın, kendi çıkarlarını ve iktidarını koruma arzusuyla her türlü aracı meşru görmesi, onun siyasi portresini Makyavelist bir çerçevede belirginleştiriyor. Demokrasi, Erdoğan'ın elinde bir araçtan ibaret; ama nasıl bir araç? Müzakerenin gerektirdiği eşitlik, şeffaflık ve demokratik değerler ne yazık ki bu aracın kullanım kılavuzunda yer almıyor.

Tüm bunlara rağmen Özgür Özel ile Erdoğan arasındaki görüşme gerçekleşmiştir, bu da Türkiye'nin siyasi geleceği için önemli sonuçlar doğurabilir.

Masanın bir tarafı: Özgür Özel Yeni Dönemin Reformist Lideri mi?

2014'ten bu yana Türkiye'de siyasi denklemler yeniden şekillendi. Muhalefet blogu birleşerek, Erdoğan'ın gerilim ve hakaret politikalarının da etkisiyle %48 gibi ciddi bir konsolidasyon gösterdi. Muhalefet seçmeni, kazanamayacaklarını bilerek kendi partilerine oy vermeme stratejisine yöneldi ve bu bilinçli oy kullanma politikası, İmamoğlu’nun 2019 seçimlerinde 800 bin oy farkla seçilmesine ve 2023 genel seçimlerinde, iktidarın tüm olanaklarına rağmen, Kılıçdaroğlu'nun da ciddi bir oy oranına ulaşmasına olanak sağladı.

Öte yandan, son seçimlerde İmamoğlu’nun, önceki yerel yönetim seçimleriyle kıyaslandığında yaklaşık 300 bin oy kaybettiği gerçeğini de hasır altı etmemek gerekir. Rakamların iyi analiz edilmesi önemlidir. Bu anlamda tabiri caizse Ekrem İmamoğlu’nun karizmasının biraz çizildiği söylenebilir. Geleceğe yönelik, “alternatifsiz aday” olma vizyonu yara almıştır.

Diğer tarafta bu durum Özgür Özel için bir fırsat penceresi açmıştır. Aslında Özel, İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ı parti içinde "forvet" olarak nitelendirmiş, gelecekte onlardan birinin cumhurbaşkanı adayı olabileceği mesajını vermişti. Fakat şimdi bu planlar rafa kalkmış gibi görünüyor.

Görünüşe göre Özgür Özel, sadece ismen değil cismen ve manen de sahnenin ön tarafına doğru geçmeye hazırlanıyor.

Erdoğan'ın Özgür Özel'e yönelik hesapları ise, onu kolaylıkla idare edebileceği, ona “diş geçirebileceği" inancı çerçevesinde şekilleniyor anlaşılan. Fakat Özel, 31 Mart seçimlerinden bu yana gösterdiği performansla, bilgi ve birikimiyle, çalışkanlığıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Kendi liderliğini ve geleceğe dair iddialarını daha da güçlendirme yolunda ilerliyor. Dolayısıyla Erdoğan bu noktada yanılıyor.

Özgür Özel'in siyasi stratejisi, özellikle Erdoğan ile gerçekleştirilen kritik görüşmede ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu toplantı, Özel'in diplomasi ve siyasi liderlik becerilerini sergilemesi açısından önemli bir platform olmuştur. Görüşmede yanında deneyimli bir dış işleri bürokratı olan Namık Tan'ı bulundurması, Özel’in geleceğe yönelik titiz hazırlıklarını da göstermektedir. Tan’ın, Washington büyükelçiliği yapmış bir isim olarak (Özel’in dış politika danışmanı olarak) görüşmedeki varlığı önemlidir.

Diğer yandan Özgür Özel'in, Kemal Kılıçdaroğlu ile olan ilişkilerini sıcak tutma çabası da dikkat çekicidir. Erdoğan ile yaptığı görüşmenin ardından Kılıçdaroğlu'nu bilgilendirerek onu onore etmiştir. Birlikte yemek yemiş, hatta bu yemeği “en keyifli yemek” olarak tarif etmiş ve hiç biri “rastgele” olmayan bu hamleleriyle CHP içindeki konumunu daha da güçlendirmiştir. Çünkü Özgür Özel, Kılıçdaroğlu’nun meclis grubunda da, parti tabanında da karşılığı olduğunu en iyi bilen kişilerden biridir. Ayrıca bulunduğu noktaya gelmesini biraz da Kılıçdaroğlu’na borçlu olduğunun da farkındadır. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde meclis çoğunluğunu elinde bulunduran İmamoğlu'na karşı, Kılıçdaroğlu ile iyi ilişkiler kurarak, stratejik bir avantaj elde etmeye çalışmaktadır. Zira İmamoğlu’nun, olası bir kurultayda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi'nde güvendiği bir ismi başkan seçtirip kendisinin de genel başkan adayı olacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu senaryo, hem Özel, hem de parti içindeki diğer önemli figürler tarafından iyi bilinmektedir.

Erdoğan ile yapılan görüşme, Özel için sadece bir protokol randevusu olmaktan öte, siyasi bir milat olarak değerlendirilebilir. Bu görüşme, Özel'in parti içerisinde ve Türk siyaset sahnesindeki liderlik iddialarını artırarak, kendisini 2028 seçimleri ya da olası bir erken seçim için bir sonraki aday olarak konumlandırmasına kapı aralamıştır. Bu süreçte, Özel'in etrafını deneyimli danışmanlarla, parti içinden ve dışından mütedeyyin, bilgi birikimi yüksek insanlarla çevirmesi, gelecekteki siyasi manevralar için zemin hazırlamaktadır. Görüşme, Özel'in hem iç politikada hem de dış politikada nasıl bir yol izleyeceği ve liderlik stilini nasıl şekillendireceği konusunda önemli ipuçları vermiştir.

Özgür Özel, "Ben emanetçi değilim, ben Kılıçdaroğlu'nun devamı değilim,” noktasından, daha bağımsız ve iddialı bir konuma gelmeyi başarmıştır.

Toplantının sonunda farklı taraflardan çeşitli açıklamalar yapılıyor. Özellikle (muhtemelen İmamoğlu taraftarları tarafından) Odatv'de yayımlanan imzasız bir bildiri ile Özgür Özel'e, "Fazla ileri gitme, seni seçtiren biziz, biz buradayız" şeklinde okunabilecek bir mesaj verdikleri görülüyor.

İmamoğlu, bu dönemde de boş durmamış, çeşitli yurt dışı temasları ve özellikle Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ile yaptığı görüşmelerle dikkat çekmiştir. Steinmeier'ın Türkiye ziyaretinin ilk durağı olarak İstanbul'u seçmesi ve ilk resmi görüşmesini Ekrem İmamoğlu ile yapması, sıradan bir protokol işleminden öteye geçen bir anlam taşıyor. Bu, Almanya Cumhurbaşkanı'nın İmamoğlu'nu resmi bir muhatap olarak kabul ettiğini ve İmamoğlu'nun uluslararası arenada geleceğin potansiyel lideri olarak görüldüğünün bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu durum, sadece rutin randevuların ötesinde, İmamoğlu'nun siyasi profilini ve Türkiye'deki muhalefetin uluslararası alandaki görünürlüğünü artırıyor ve özellikle iktidar cephesinden bakıldığında, pek de masum değil…

Ancak İmamoğlu’nun her şeyden önce, İstanbul'un kronik sorunlarına, özellikle kentsel dönüşüm, susuzluk, kuraklık ve kent trafiği gibi meselelere odaklanması gerekmektedir. Bu sorunlara yönelik yatırımlar ve projeler ertelenmemeli, ikinci plana atılmamlıdır. İmamoğlu ancak bu konularda somut adımlar atarak 2028 seçimlerinde ya da olası bir erken seçimde iddialarını sürdürme şansını artırabilir. Konumunun gerektirdiği bu sorumluluklardan uzaklaşıp odağını yalnızca büyük resme çevirmesi, CHP genel başkanlığına oynaması, işleri zorlaştıracaktır.

Masanın diğer tarafı: Erdoğan'ın Yumuşama Manevrası Gerçekçi Bir Dönüşüm mü?

31 Mart seçimleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İhvancı politikalarını deyim yerindeyse yerle bir etti. MHP'nin desteğiyle bile iktidarda kalmanın artık güç olduğu bir gerçeklikle karşı karşıya kalındı. Bu durum, Erdoğan'ı politika değişikliğine itti.

Yeni sayfa, “yumuşama” politikalarıyla açılıyor.

31 Mart sonrası Erdoğan, artık yeni bir hikaye yazmak zorundaydı. Ekonomi ciddi şekilde sıkıntılarla boğuşurken, daha önce vadettiği ekonomik başarılar gerçekleşmemiş, Karasu’da doğal gaz, Gabar’da petrol ile yol alınamadığı görülmüş, kişi başı milli gelirin 25 bin dolara çıkacağı, halkın refah düzeyinin artırılacağı gibi iddialar havada kalmıştır. Saplanan ekonomik batak, çıkmaz sokaktır. Erdoğan’ın artık yazacak hikayesi kalmamıştır. Bu nedenle yumuşama politikaları, çaresizlikten kaynaklanan bir manevra olarak da okunabilir.

Ayrıca seçmen artık Erdoğan'ın politik manevralarını tanıyor, gerilim, hakaret ve ötekileştirme politikalarına artık prim vermiyor ve bu, Erdoğan'ı daha yumuşak bir siyasete yönlendiriyor. Erdoğan, bu yeni dönemde daha merkezi bir politikaya yönelmek, daha sağduyulu ve bilgece hareket etmek zorunda.

Bu çerçevede Özgür Özel ile görüşmeler yapması ve yeni açılımlar araması da normal karşılanabilir.

Ancak Erdoğan'ın bu politik manevrası, "huylu huyundan vazgeçmez" atasözünü de akıllara getiriyor. İktidarda uzun yıllar boyunca sergilediği agresif tutum, bir anda değişmiş gibi görünse de, bu sadece geçici bir “yatışma” olabilir. Erdoğan, Makyavelist nitelikleriyle biliniyor ve bu onun hızla politika değişikliğine gitmesini, gerektiğinde yeniden agresif bir tutum sergilemesini mümkün kılıyor.

Örneğin görüşmede bırakılan boş sandalye devlet geleneği olarak sunulmuştur; ancak bu, yüzeydeki görüntüden ibarettir. Aslında yapılan yorumlardan birine göre Erdoğan, CHP'nin "emanetçi" genel başkanını bu şekilde karşılamıştır. Diğer bir yoruma göre ise Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı olarak iki ayrı şapkasını simgelemektedir. Boş sandalyenin gerçek amacı nedir bilinmez ama bunun da ülkemize has, normalleşen “anormalliklerden” biri olduğunu söylemek gerekir.

Erdoğan'ın CHP genel merkezine gideceğini bildirmesi ise 2006 yılından bu yana ilk kez gerçekleşecek olması bakımından heyecan verici bir iade-i ziyaret niteliğindedir. O dönemde gerçekleşen ziyaret, partiler arası ilişkilerde bir açılım olarak değerlendirilmişti. Şimdi ise, Erdoğan'ın yeniden bir ziyaret gerçekleştirecek olması, Türk siyasetindeki mevcut dinamikler içinde farklı şekillerde yorumlanabilir. Bu ziyaretin, özellikle de boş sandalye meselesinin nasıl ele alınacağı, CHP'nin vereceği karşılıkla daha da belirginleşecek.

Erdoğan, Özgür Özel'i İmamoğlu'na karşı daha güçlü tutmaya çalışarak, siyasi rakibini kendi lehine seçiyor. Özel'e yönelik bu yaklaşım, Erdoğan'ın politik sahnedeki cambazlığını, tahterevalli misali sürekli dengeler arasında gidip gelmesini yansıtıyor. Her ne kadar yumuşama sinyalleri, bilhassa da CDS primlerinin düşmesi, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye'nin görünümünü pozitife çevirmesi ve doların yönünü aşağı çevirmesi gibi gelişmelere bakıldığında, Türkiye'ye iyi gelmiş gibi görünse de, Erdoğan'ın gelecekteki manevraları dikkatle izlenmelidir.

Öte yandan Erdoğan ve Cumhur ittifakının özellikle Özgür Özel ve Kemal Kılıçdaroğlu, hatta Özel ve İmamoğlu arasında çatışma yaratma çabası…

Bu çaba, CHP içinde beklenen sonucu vermeyecek gibi. 1994’ten bu yana zafer kazanamamış ve Kılıçdaroğlu’nun büyük emeklerle 31 Mart arefesine kadar getirdiği bir parti olarak, CHP’de henüz elde edilen başarı doyasıya kutlanıyor. Seçim zaferi partiyi konsolide etmiş durumda.  Ancak yine de CHP, bu yeni stratejilere karşı dikkatli hareket etmeli, Erdoğan'ın politik oyunlarına gelmemelidir.

Erdoğan'ın karşısında duran büyük bir enkaz gerçeği var ve bu enkazın altından kalkmak kolay değil. Erdoğan bu enkazı başkasının, özellikle de CHP'nin kucağına itelemek isteyebilir.  CHP'nin, bu enkazı devralma konusunda aceleci davranmaması, Erdoğan'ın alengirli politikalarına kapılmaması ve siyasi manevralara düşmemesi büyük önem taşımaktadır. Parti, bu konuda son derece akıllı, mantıklı hareket etmeli ve politik kısayollar yerine uzun vadeli ve sürdürülebilir çözümlere odaklanmalıdır.

Bu noktada, MHP’nin gelecekteki rolü ve ittifak dinamikleri de büyük bir merak konusu. Özgür Özel’in, CHP'nin sorumluluk paylaşımına açık olduğunu belirtmesi, potansiyel bir hükümet ortaklığı veya daha geniş kapsamlı bir işbirliğinin sinyalleri olabilir mi? Bu tür bir gelişme, Türkiye'nin siyasi dengelerini önemli ölçüde değiştirebilir. Bu nedenle, MHP'nin bu yeni denkleme nasıl tepki vereceği, özellikle de ortaklıktan çekilip çekilmeyeceği şimdilik büyük bir belirsizlik olarak kalmaya devam ediyor.

Anayasa Değişikliği Gerçek İhtiyaçlara Binaen mi Yoksa Siyasi Bir Manevra mı?

Yeni bir anayasa yapmak isteyen bir lider, demokratik bir toplumun gereksinimlerine uygun, kapsayıcı ve katılımcı bir süreç başlatmalıdır. Ancak, Erdoğan'ın bu yöndeki motivasyonları ve pratiği, umut verici değil. Anayasa değişikliği talebi, Erdoğan'ın halkın asıl sorunları olan geçim sıkıntısı, enflasyon, hayat pahalılığı, yasa dışı göçmenler gibi meseleleri gölgelemek için kullandığı bir gündem değiştirme taktiği gibi görünüyor.

Sadece AKP dışındaki seçmen ve yurttaşlar değil, AKP'nin kendi içinde bile ekonomik olumsuzluklar ve kötü yönetimden ötürü rahatsızlıklar artmış durumda. Bu rahatsızlıklar artık kapalı kapılar ardında değil, açık toplantılarda dile getiriliyor.

Bu bağlamda, Erdoğan kendine yeni müttefikler arıyor ve kartlar bu anlamda yeniden karılıyor gibi görünüyor.

Türk halkına sorulsa, "Yeni bir anayasa istiyor musunuz, sizin asıl ihtiyacınız nedir?" diye, yeni bir anayasa ihtiyacı belki de 20. sırada bile yer almayacaktır. Türk halkının gerçek ihtiyaçları enflasyonun düşürülmesi, geçim sıkıntısının çözülmesi, adaletsizlikler, hukuksuzluk, kanun tanımazlık ve toplumdaki derin yoksulluk gibi daha acil sorunlardır. Halk, siyasetin bu sorunlara çözüm bulmasını bekliyor.

Erdoğan, kendi seçilebilirliğini artırmak adına, "İlla ben seçileyim" veya "Benim seçilecek koşullarım hazırlansın" gibi bir yaklaşımın dışına çıkmak zorunda kalabilir. Çünkü artık kendisinin 50+1 ile seçilemeyeceğini anlamış durumda. Bu yüzden, oranı aşağı çekmeyi deneyebilir veya kendisinin işaret edeceği başka bir adayın da seçilebileceği bir düzenlemeye razı olabilir. Erdoğan'ın zaman içinde "Özgür Efendi"den "Özgür Bey"e nasıl geldiğini düşündüğümüzde, bu yeni politik manevralarının altında yatan stratejik düşünceler daha net görülebilir.

Eğer yeni bir anayasa yapılacaksa, bu, çağın gerekliliklerine uygun, gerçekten ihtiyaç duyulan bir yapıda olmalı.

En başta, adaletsizliği perçinleyen mevcut seçim sistemi ve partiler yasası acilen gözden geçirilmeli. Temsil sorunu kalıcı olarak çözülmeli. 12 Eylül’ün ürünü olan mevcut anayasa, yıllar içinde birçok değişikliğe uğramış olmasına rağmen, seçim sistemi ve partiler yasası gibi temel konulara hiç dokunulmamıştır. Bu durum, söz konusu maddelerin çoğunlukla mevcut siyasi iktidarların işine gelmediği için ihmal edildiğini göstermektedir. Bu ihmal, adaletli temsilin sağlanması ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi açısından büyük bir engel teşkil etmektedir.

2002'de, AKP'nin aldığı yüzde 34 oy ile meclisin neredeyse yüzde 70'ine hakim olması ve yüzde 9-10 bandında oy alan partilerin baraj altında kalması, sistemin ne kadar çarpık olduğunun kanıtlarından biriydi. Bu, çoğulculuk esasına dayalı olduğu iddia edilen nispi temsilcilik sistemimizin aslında ne kadar antidemokratik sonuçlar doğurabildiğini göstermişti.

1965 yılında Türkiye'de uygulanan milli bakiye sistemi gibi modeller, her bir oy oranının parlamentoya adil bir şekilde yansıtıldığı daha adaletli sistemlerin mümkün olduğunu kanıtlamıştır.

Neden bu yola yeniden başvurulmuyor?

Çünkü mevcut iktidar, istikrar kisvesi altında, temsil adaletini yok saymakta, nalıncı keseri gibi kendine yontup durmaktadır. 

Sivil toplum örgütleri, üniversiteler, siyasi partiler ve hukukçuların sürece dahil olması, şeffaf ve katılımcı bir anayasa yapım sürecinin olmazsa olmazıdır. Ancak geçmişte yaşananlar, bu tür katılımcı süreçlerin sözde kaldığını gösteriyor. Örneğin, bir işveren örgütü olan TÜSİAD’ın 2017 değişikliklerine karşı ortaya koyduğu anayasa önerilerinin kenara itilmesi, hiç gündeme alınmaması, hatta bu önerileri sunan temsilcilerin ve TÜSİAD’ın kendisinin de cezalandırılmasına, bir daha ana akım medyada veya kurullarda seslerinin duyulmaması için ambargo uygulanmasına tanıklık ettik. Bu zihniyetin, bırakın üniversitelerin ve diğer demokratik örgütlerin, işçi sendikalarının sesine kulak vermeyi, onların da fikirlerini önemsemez bir tutum sergilemesi doğaldır.

Gücü sınırlamak, demokrasinin temel prensiplerinden biridir. İktidara gelenler, kendilerini sonsuz güç sahibi olarak görmemeli; yargı bağımsızlığı ve hukuk güvencesi, bu gücü dengede tutmalıdır. Hukuk ve adalet kavramları iktidarın elinde birer araç haline gelmemelidir.

Demokrasiye Yeniden Bakış

Türkiye gibi çalkantılı siyasi geçmişe sahip ülkelerde seçimlerin önemi daha büyüktür. Ülkemizde 65 milyon seçmen var ve ne yazık ki, birçoğunun oy kullanma tercihlerinin geçmişte kömür, nohut gibi geçici menfaatlerden etkilendiğini gördük Bu durum, bilinçli ve bilgili yurttaşların oy verme haklarının gölgede kalmasına neden oluyor.

Antik Yunan'daki polis devletinde bile, doğrudan demokrasi uygulamaları için (gidip halk meclislerinde oy kullanabilmek, söz söyleyebilmek için) belli bir eğitimden geçme ve topluluğun üyesi olma gibi şartlar bulunurken, günümüzde seçimler, yalnızca popülizmin etkisi altında yapılıyor.

Batı toplumlarında, yüksek eğitim seviyesi ve bireysel özgürlükler sayesinde, siyasi sapmalar daha az yaşanıyor ve genelde aynı parti en fazla iki dönem iktidarda kalıyor. Bu, bir denge mekanizmasının işaretidir.

Türkiye'de bilinçli seçmen sayısının artırılması ve gerçek bir temsil adaletinin sağlanması kritik öneme sahiptir. Bu yolda demokrasiden ödün vermemek ise elzem.

Türk toplumu, süregelen gerginliklerden ve politik gerilimlerden artık usanmış durumda. Sürekli tekrarlanan yöntemler ve eskimiş söylemler yerine, ekonomik istikrar ve enflasyon gibi hayatlarını doğrudan etkileyen meselelerde somut iyileştirmeler görmek istiyorlar. Halk artık, gündelik yaşamın zorluklarına pratik çözümler üretecek normalleşme politikaları talep ediyor.

Erdoğan'ın da bu talepleri gördüğü ve (mecbur kaldığı için) toplumla daha fazla diyalog kurma arzusunda olduğu hissediliyor. Ancak, CHP'nin bu süreçte alet olmaması gerekiyor; zira bu, planlı bir strateji gibi duruyor!

Bu durum, özellikle CHP yönetimindeki belediye başkanlarının, tutum ve kararlarının daha pasifize bir noktaya gelmesi riskini de beraberinde getirebilir. AKP’den CHP’ye geçen ve borç batağına sürüklenmiş belediyelerdeki yolsuzluklar ve lüks harcamalar gibi konular, CHP’li yöneticiler tarafından kamuoyuyla paylaşılmıştı. Ancak son gelişmeler, yapılan müzakereler, belediye başkanlarını olumsuzlukların ve yolsuzlukların üstüne gitme konusunda daha pasif bir tutuma itebilir. Bu süreç, "Görüşmelerdeki sulhu bozmayalım" içgüdüsüyle yönlendirilebilir. Hatta süreç uzarsa CHP, kendi istek ve hedeflerinin dışına çıkarak, kendine yabancı denge politikalarına hizmet edecek bir duruma sürüklenebilir. Bu, parti çizgisinden uzaklaşma ihtimalini de artırabilir.

Bu nedenle, CHP'nin kendi değerlerine ve siyasi vizyonuna sadık kalması, geçici ve yüzeysel politika değişikliklerine karşı uyanık durması gerekmektedir. Çünkü gerçek liderlik, zor zamanlarda bile doğru yoldan çıkmamayı gerektirir.

Sadık ÇELİK

sadikcelik.gorus@gmail.com 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER