İstanbul
Orta şiddetli yağmur
7°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,4679 %-0.04
36,6762 %0.23
3.511.629 %2.251
3.057,91 0,15
Ara
MUHALIF GAZETECILIK ARAŞTIRMA Bir beynimiz olduğu ilk ne zaman keşfedildi?

Bir beynimiz olduğu ilk ne zaman keşfedildi?

Beyin insan bedeninin en bilinmezlerle dolu organıdır. Eski zamanlardan beri birçok düşünür ve bilim insanı bu organı anlamaya çalışmıştır.

Aslında ilk olarak filozofların düşüncelerine dayanan beyni keşfetme süreci, zamanla tıp biliminin gelişmesiyle daha teorik bilgilere dayanmaya başladı. Yunan Filozof Aristo, ilk başlarda beynin kalbi soğutmak için bir çeşit radyatör görevi gördüğünü düşünmüştü. 

Filozofların düşüncelerin etkisi, zaman içerisinde tıp bilimindeki artan gelişmelerle birlikte düşmeye başladı. Beyni tanıma süreci, somut bilgilerin ışığında devam etti. Peki kimler beyni tanıyıp keşfetmek için beyninin sınırlarını zorladı? Beyin bedava! Niye hamallık yapalım? Hadi gelin inceleyelim...

Aristoteles’e göre beyin ve akıl arasında hiçbir bağlantı yoktu

Beyin üzerine ilk düşünceler, yukarıda da bahsettiğimiz gibi Aristoteles’in anlayışı ile başladı. Aristo, beynin akıl ile ilgili herhangi bir işlevinin olmadığına inandı. Onun için beyin, ‘Ateşli bir kalbi soğutan’ radyatör görevi görüyordu (Aslında biraz duygusal bakmış). Yani bildiğimiz, otomobillerdeki motoru soğutan parça gibi. O dönemdeki hekimler ise beyni ‘Gizemli bir buhar’ olarak tanımladılar. Hatta onlara göre vücudumuzda gezinen ve hayvansal ruhlardan gelen bu buhar, akıl ve davranışlarımızı etkiliyordu.

Açılın ben doktorum: Beyin üzerine ilk deneyler başlar

Antik Roma hekimlerinden Galen, beyin üzerindeki bu soyut tartışmalara ‘Açılın ben doktorum’ diyerek katıldı ve ilk deneysel çalışmalara başladı. O dönem insanlar üzerinde deney yapmak veya anatomisini incelemek yasak olduğu için, hayvanlar üzerinde bazı deneyler gerçekleştirdi. Bunların sonucunda beyin kökünün görevlerini tarif etmeyi başaran Galen, beynin dört ventrikülünün düşüncenin yeri olduğunu, kişiliğimizin ve bedensel özelliklerimizin buradan geldiğini öne sürdü. Bu, beynin hafızamızın, kişiliğimizin ve düşüncemizin bulunduğu yer olduğuna dair ilk düşüncelerden biriydi.

Bu işin kitabını yazdı: Bilim aşkı için hırsızlardan ceset çalan anatomist Andreas Vesalius

16. yüzyılda, Belçikalı anatomist Andreas Vesalius, sinir sisteminin oldukça ayrıntılı bir haritasını oluşturdu. İki yıl boyunca yaptığı çalışmaların ardından çıkan sonuçları kitap haline getirdi. Bu kitapları hazırlarken paraya da kıyan Vesalius, dönemin en iyi çizim ustaları ile anlaştı. 7 kitap çıkaran Vesalius, son kitabında insan beyninin yapısına yer verdi. Bu kitapta o güne kadar beynin hiç bilinmeyen yerlerini de gösterdi. Vesalius, Galen’in sürekli hayvanlar üzerinde deneyler yaptığı için insan anatomisi üzerine pek çok yanlış yaptığını düşünüyordu. Kendisi bu yanılgıya düşmemek için katil ve hırsızların bulunduğu bölgelerden ceset çalarak deneyler yaptı. İnsan bedeni üzerine yaptığı deneylerden sonra Galen’in tam 200 hatasını da düzelltti. 

Kafasına demir çubuk giren demiryolu işçisi, beyni anlamaya ışık oldu.

1771’e geldiğimizde İtalyan fizikçi Luigi Galvani, sinir sistemi üzerinde yaptığı çalışmalar ışığında elektriksel uyarıların kasların kasılmasını sağlayabileceğini gösterdi. 1848'de Amerikalı demiryolu işçisi Phineas Gage’in kafasına bir demir çubuk çarptı ve beyninin sol ön lobundan geçti. Gage hayatta kaldı ancak bazı kişilik özellikleri değişti. Bu durumu inceleyen doktorlar, belirli beyin bölgelerinin belirli işlevler için önemli olduğunu düşündü. 1860 yılında Alman doktor Carl Wernicke, beynin farklı alanlarının farklı dilbilimsel görevler işlettiğini öne attı. Konuşma yetisini kaybetmiş kişilere otopsi yapan Fransız doktor Paul Broca ise, beyin ve dil iletişimi arasındaki ilişkiyi ortaya çıkardı. 

Beyin üzerine Nobel getiren tarihi çalışmalar

Yıllar içinde teknolojinin de bilime olan etkisinin artmasıyla, 1900'lerin başında anatomistler, beynin en küçük kısımlarını keşfetmek için mikroskoplardan yaralandı. İspanyol sinirbilimci Santiago Ramon y Cajal, sinir hücrelerinin (nöronların) beynin yapı taşları olduğunu tespit etti ve 1906 yılında Nobel Ödülü kazandı. Britanyalı elektrofizyolog Edgar Douglas Adrian ve İngiliz nörofizyolog Charles Scott Sherrington, 1932 yılında merkezi sinir sistemi anlayışını geliştiren sinaps kavramını ortaya attı ve Nobel Fizyoloji Ödülü kazandı. 1963’e geldiğimizde ise İngiliz fizyolog ve biyofizikçiler Alan Hodgkin ve Andrew Huxley ile Avustralyalı nörofizyolog John Eccles, nöronların elektriksel ve kimyasal sinyallerle nasıl iletişim kurduklarını gösterdikleri için Nobel Ödülü kazandı. 

Beyni anlamak mı önemli, yoksa onu doğru kullanmak mı?

1906 ve 1963 yılları arasında yapılan çalışmalar, beyni anlamak için bir dönüm noktası oldu. Teknolojideki hızlı gelişmeler ile fizik ve genetik bilimi gibi alanlarla yapılan işbirliği ile bilim insanları, beynin ayrıntılı görüntülenmesi ve haritalanmasını sağladı. İnsanlık, beyni anlamak için yine beynini kullanarak pek çok aşama kaydetti. Ancak uçsuz bucaksız bu organın tüm bilmecelerini çözmek, hala epey vakit alacak gibi görünüyor. Kim bilir, belki de yapmamız gereken beynin nasıl çalıştığını anlamaktan öte, onu nasıl kullanmamız gerektiğine karar vermektir. Yorum sizin…

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *