İstanbul
Orta şiddetli yağmur
7°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,4690 %-0.06
36,5214 %-0.22
3.518.876 %3.201
3.069,86 0,54
Ara
MUHALIF GAZETECILIK GÜNDEM Abdülhamid Düşerken

Abdülhamid Düşerken

Türk edebiyatının değeri bilinmemiş yazarlarından biri olan Nahid Sırrı Örik, 18 Ocak 1960’da yapayalnız bir şekilde öldü. Geriye binlerce yazı kaldı. Bir de Abdülhamid Düşerken adlı romanında kullandığı o iç burkan cümle: ‘Dudaklarında pek acı bir tebessüm…’

Çamur. Vıcık vıcık, balçık gibi bir çamur. Sarı kireç taşından yapılmış küçücük istasyon binasında trenden iner inmez bastığı, istasyondan geceyi geçireceği handan bozma otele kadar yürüdüğü sözüm ona ana caddenin üzerini kaplamış, tek göz, karanlık ve derme çatma evlerin ötesine berisine sıvaşmış koyu sarı renkli zorlu bir çamur.

Otelcinin saklamaya hiç de gerek görmediği alaycı ve iğneleyici bakışlara aldırmayacak kadar yorgun olduğundan, tahta merdivenleri gıcırdatarak çıkıp, odasına girdi. Tahmin ettiğinden de  sefil olan odanın tek lüks eşyasının karşısına oturdu. Bir ayna. Kim bilir hangi bilinmez yollardan buraya, Kırşehir’in bu yoksul otelinin, yoksul odasına düşmüş bir ayna. Çerçevesi kararmış, yer yer çatlamış ama yine de insan ve eşya suretlerini yansıtabilen bir ayna.

Kapkara bir is salarak güçlükle yanmaya çalışan gaz lambasının ışığında bir süre yüzünü seyretti. İnce hatlar. Alna düşen bir tutam saç. Cımbızla düzeltilmiş ince kaşlar. Hüzünlü gözler. Yıl ve yol yorgunu kadınsı bir yüz.

Aynada kendini incelemeyi sürdürürken, yıllar öncesinin bir başka aynasına doğru kayıp gitti. 1930’ların Almanya’sında, Berlin’de bu kez çok şaşaalı bir otel odasında, duvarı neredeyse tümüyle kaplamış kristal bir aynanın karşısında oturmuş, yüzünü boyuyor. Başına sarı renkli, pırıltılı bir peruk takmış. Göz kapaklarını fosforlu mavi bir farla alabildiğine parlatmış. Takma kirpiklerin gölgesi, fondötenle kızıllaştırdığı şakaklarına doğru uzanıyor. Üzerindeki simli gece elbisesi, beyaz ve uzun boynunu açıkta bırakıyor. Aynadaki bu şuh ve fettan kadına bir daha bakıyor. Koyu kahverengi bir rimel kullanarak, üst dudağının kenarına bir ‘ben’ konduruyor ve mutlu bir şekilde hemen yanında aynı işleri yapan arkadaşı Faruk’a bakıyor. ‘Şehzade’ Faruk da yaptığı o ağır makyajdan sonra, tombul ve çapkın bir kadına dönmüş. O da halinden memnun. Biraz sonra kadın kılığındaki bu iki arkadaş kol kola girerek Berlin gecelerine karışacaklar…

Yorgunluğu, başka anılara kapılmasına izin vermedi. İstanbul’dan buraya, Kırşehir’e kadar çok zor şartlar altında yolculuk yapmış olan ‘muharrir’ Nahid Sırrı Örik, elbiselerini bile çıkartmadan boylu boyunca yatağına  serildi. Beş dakika sonra uykuya daldı ve rüya görmeye başladı. Her zamanki gibi rüyasında, Beşiktaş’taki saray yavrusu bir konak, orada yaşayan ‘saraylı’ kadınlar, İttihat ve Terakki’nin korkutucu görünüşlü fedaileri, Yıldız Sarayı’nın Arnavut muhafızları, inadına Osmanlı kalmış bir ‘Dersaadet’ İstanbulu’nun cumbalı evleri, yüzünü değil de acı sulfato kokan nefesini hatırladığı zayıf bir kadın ve elbette o, Padişah Sultan Hamid, sırayla sahneye çıkıp duruyordu.

Köşe yazısının tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *