Çamur. Vıcık vıcık, balçık gibi bir çamur. Sarı kireç taşından yapılmış küçücük istasyon binasında trenden iner inmez bastığı, istasyondan geceyi geçireceği handan bozma otele kadar yürüdüğü sözüm ona ana caddenin üzerini kaplamış, tek göz, karanlık ve derme çatma evlerin ötesine berisine sıvaşmış koyu sarı renkli zorlu bir çamur.
Otelcinin saklamaya hiç de gerek görmediği alaycı ve iğneleyici bakışlara aldırmayacak kadar yorgun olduğundan, tahta merdivenleri gıcırdatarak çıkıp, odasına girdi. Tahmin ettiğinden de sefil olan odanın tek lüks eşyasının karşısına oturdu. Bir ayna. Kim bilir hangi bilinmez yollardan buraya, Kırşehir’in bu yoksul otelinin, yoksul odasına düşmüş bir ayna. Çerçevesi kararmış, yer yer çatlamış ama yine de insan ve eşya suretlerini yansıtabilen bir ayna.
Kapkara bir is salarak güçlükle yanmaya çalışan gaz lambasının ışığında bir süre yüzünü seyretti. İnce hatlar. Alna düşen bir tutam saç. Cımbızla düzeltilmiş ince kaşlar. Hüzünlü gözler. Yıl ve yol yorgunu kadınsı bir yüz.
Aynada kendini incelemeyi sürdürürken, yıllar öncesinin bir başka aynasına doğru kayıp gitti. 1930’ların Almanya’sında, Berlin’de bu kez çok şaşaalı bir otel odasında, duvarı neredeyse tümüyle kaplamış kristal bir aynanın karşısında oturmuş, yüzünü boyuyor. Başına sarı renkli, pırıltılı bir peruk takmış. Göz kapaklarını fosforlu mavi bir farla alabildiğine parlatmış. Takma kirpiklerin gölgesi, fondötenle kızıllaştırdığı şakaklarına doğru uzanıyor. Üzerindeki simli gece elbisesi, beyaz ve uzun boynunu açıkta bırakıyor. Aynadaki bu şuh ve fettan kadına bir daha bakıyor. Koyu kahverengi bir rimel kullanarak, üst dudağının kenarına bir ‘ben’ konduruyor ve mutlu bir şekilde hemen yanında aynı işleri yapan arkadaşı Faruk’a bakıyor. ‘Şehzade’ Faruk da yaptığı o ağır makyajdan sonra, tombul ve çapkın bir kadına dönmüş. O da halinden memnun. Biraz sonra kadın kılığındaki bu iki arkadaş kol kola girerek Berlin gecelerine karışacaklar…
Yorgunluğu, başka anılara kapılmasına izin vermedi. İstanbul’dan buraya, Kırşehir’e kadar çok zor şartlar altında yolculuk yapmış olan ‘muharrir’ Nahid Sırrı Örik, elbiselerini bile çıkartmadan boylu boyunca yatağına serildi. Beş dakika sonra uykuya daldı ve rüya görmeye başladı. Her zamanki gibi rüyasında, Beşiktaş’taki saray yavrusu bir konak, orada yaşayan ‘saraylı’ kadınlar, İttihat ve Terakki’nin korkutucu görünüşlü fedaileri, Yıldız Sarayı’nın Arnavut muhafızları, inadına Osmanlı kalmış bir ‘Dersaadet’ İstanbulu’nun cumbalı evleri, yüzünü değil de acı sulfato kokan nefesini hatırladığı zayıf bir kadın ve elbette o, Padişah Sultan Hamid, sırayla sahneye çıkıp duruyordu.