İstanbul
Kapalı
17°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
36,5988 %0.01
39,9945 %0.15
3.456,82 % 0,15
83.852,23 %1.396
Ara
Muhalif. GÜNDEM Aşk Romanlarının İki Yirmi Dört Saati

Aşk Romanlarının İki Yirmi Dört Saati

Gencecik bir kızken yazdığı yüzlerce öykü ve sayısız roman küçümsendi, “pembe roman” diye adlandırıldı. Aslında bunları kendisi de sevmiyordu ama bambaşka nedenlerle. O nedenle yazar Peride Celal, edebiyat hayatını iki yirmi dört saate ayırdı.

Okunma Süresi: 2 dk

“Leylaklar soluyor” diye yazdı. “Güneşin son ışıkları pencerenin biraz aralık kalmış perdesinden içeri sızıyor ve tozlanmış piyanonun üzerindeki vazoyu yakıcı bir akşam kızılına boyuyor. Kızıl vazodaki mor leylaklar, son Büyükada gezisinde, ıssız köşklerin bahçelerinden usulca koparılmış mimozalar şöyle bir parıldıyor. Hepsi bu kadar. Artık ortalık kararıyor. Mimozaların altın renkli minnacık topları yavaşça görülmez oluyor ve leylaklar soluyor” diye yazdı.

Arkasına yaslandı. Son yazdıklarını bir kez daha okudu. Bir süredir sık sık duyduğu o tuhaf tedirginliği, o anlamlandıramadığı tatminsizliği, beğenmemezliği, daha da kötüsü, tüm bu yazdıklarını kendine yakıştıramamazlığı yine hissetti. Durum açıktı. Son zamanlarda yazdığı şeyler hiç içine sinmiyordu. Kendi yazdıklarına yabancı kalıyordu.

Bunca zamandır yazdığı bütün bu kızıl vazolar, solan leylaklar, batan akşam güneşleri, nahif ve kırılgan kadınların çok sonradan ortaya çıkan ve okuyucuya neyin ne olduğunu bir güzel anlatan hatıra defterleri hiç mi hiç gerçek durmuyorlardı.

Oysa o gerçek insanları, gerçek kadınları yazmak istiyordu. Annesiyle anlaşamayan, kızlarıyla geçinemeyen, aynı ailede doğup büyümelerine rağmen, birbirlerinden tümüyle farklı kişilikleri olan kadınları anlatmak istiyordu. Bu romanların kurguları çoktandır kafasında şekillenmişti. Sözgelimi şöyle olanca gerçekliğiyle üç ayrı kadını anlatacağı bir roman, ‘üç kadının romanı’nı yazacaktı. ‘Ah bu geçim derdi olmasa’ diye düşündü. İstanbul Elektrik Şirketi’nde çalışmak zorunda olmasaydı, daha iyi bir ortamda yazabilseydi, hiç olmazsa şöyle üç aycık bir zamanı olsaydı, düşündüğü, çoğunu kafasında kurguladığı o  romanları tıkır tıkır yazıp bitirecekti.

Hali vakti biraz düzeldiğinde gerçek kadınları yazacaktı. O, etiyle kemiğiyle hayatın içinde yer alan, hayatın gelgitlerini, dalgalarını göğüsleyen, yaşamın acılarına, adına kader denilen dayatmalarına sonuna kadar direnen, aşkını doya doya yaşayan gerçek kadınları yazacaktı.

Mesela İstanbul Elektrik Şirketi Yayın Bölümü’nde birlikte çalıştığı arkadaşı, dostu Münevver Andaç gibi kadınları yazacaktı. Münevver, uzaktan akrabası olan ünlü şair Nazım Hikmet’e aşık olmuş ve bu aşkın bütün acılarına katlanmıştı. İşyerinden defalarca uyarılmış, Nazım’la görüşmelerini sona erdirmezse işine son verileceği önce ima yoluyla sonra da düpedüz anlatılmıştı. Münevver umursamamıştı bile. Münevver bütün bunlara güzelim saçlarını havaya savurarak cevap vermişti. Bu Münevver’leri yazacaktı işte.

Köşe yazısının tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *