Hülya Özmen- Muhalif- Özel
CHP, kanun teklifine düştüğü şerhte, 23 maddelik torba kanun teklifinin Anayasa’nın 2, 6, 7, 10, 11, 13, 25, 36, 37, 88, 106, 123, 138, 139, 140 ve 153’üncü maddelerine açıkça ve doğrudan aykırı olduğunu bildirdi. Torba kanun gibi uygulamaların, kanun tekliflerinin, yasamanın mutfağı olan ilgili ihtisas komisyonlarında tartışılmasını engellediği ifade edilen şerh metninde, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yürürlükte olduğu 27. Dönemde TBMM verilerine göre, verilen 310 kanun 170’inin uluslararası antlaşmalar, bir tanesinin 2018’de içtüzükte yapılan değişiklik, 10 teklifin de bütçe kanunu olduğu kalan 129 kanunun 86’sının torba kanun teklifi olduğu belirtilerek, “Buna göre kanunlaşan teklif maddelerinin yaklaşık %70’i torba kanundan oluşmaktadır. Hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil eden bu husus Anayasaya açıkça aykırıdır” denildi.
Etki ajanlığıyla cadı döneminin başlatılacağı..
Teklifte, etki ajanlığı tartışmasına neden olan ‘casusluk’ maddesiyle ilgili CHP, “Teklif ile öngörülen düzenlemenin sınırları belirsiz, öngörülemez, tarif edilemez, her okuyanın kendine göre anlayacağı, her siyasetçinin ve onun görevlendirdiği yargıcın, hâkimin o günkü siyasal konjonktüre göre değerlendireceği ve buna göre cezai süreci yürüteceği bir madde teklif edilmektedir” dedi. Düzenlemenin, Türkiye'ye katkı vermeyeceği ifade edilerek, “Böyle bir maddeyle bir cadı avı döneminin başlatılacağı yönündeki endişemiz yersiz değildir. Dezenformasyon Yasası’yla başlatılan sürecin devamında benimsenen birçok güvenlikçi politika vardır” denildi.
“CEZASIZLIK ALGISI”NIN ASIL MİMARI YİNE KENDİSİDİR.
CHP, teklife ilişkin şerh metninde, teklifin içermediği noktalara parmak basarak ‘cezasızlık algısı’ tartışmasına dikkat çekti. Son zamanlarda derinleşen bir şiddet döngüsüyle ülkenin sarsıldığını, kadına ve çocuklara yönelik şiddet, istismar, tecavüz, kâr amacıyla yeni doğan bebeklerin katledilmesi, hayvanlara yapılan eziyet ve katliamların bu döngünün parçaları olduğunu vurgulayan CHP, “Hukuk devletinin en temel şartlarından biri, suçu işleyenin kim olduğuna bakılmaksızın adaletin sağlanmasıdır. Aksi durumda yürürlükte olan sistem, hukuk devleti değil cezasızlık rejimidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “cezasızlık algısı kalkacak” şeklindeki itirafı da bu gerçeği teyit etmektedir.
AKP, Türkiye Büyük Millet Meclisinde elinde bulundurduğu sayıca çoğunluğun kendisine sağladığı imkân ile 6 kez infaz düzenlemesi adı altında örtülü/kişiye özel af yasası çıkartmıştır. Bugün iktidarın tüm paydaşlarıyla ve her mecrada dile getirdiği “Cezasızlık Algısı”nın asıl mimarı yine kendisidir. Suça meyilli yahut sabıka dosyası kabarık kişiler, mahkemece kendileri aleyhine ceza tayin edilmiş olsa dahi bu cezanın çok küçük bir kısmını hapishanelerde geçireceklerini ya da hiç cezaevine uğramadan hayatlarına devam edebileceklerini bilmenin cesaretiyle yeni suçlar işlemeye yönelmektedir” denildi.
CHP Adalet Komisyonu Üyeleri, Süleyman Bülbül, İsmail Atakan Ünver Turan Taşkın Özer, Gizem Özcan, Cumhur Uzun, İnan Akgün Alp’in imzalarıyla komisyon raporuna konulan şerh metni şöyle:
MUHALEFET ŞERHİ
Noterlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi ile öngörülen düzenlemeler, Anayasaya aykırı bir şekilde, nitelikli yasama faaliyeti dışında torba yasa usulüyle hazırlanmış, katılımcılık ilkesi yok sayılmak suretiyle komisyon görüşmeleri tamamlanmıştır. Demokrasi ve Hukuk devleti olmanın gerekleri, tek adam rejiminin sağladığı sayıca çoğunluk tarafından görmezden gelinmiştir.
Torba kanunun, yasa yapma tekniği bakımından oldukça sakıncalı olduğu, kanunun bütünlüğünü ve sistematiğini bozarak uygulamada ciddi karışıklıklara sebebiyet verdiği defalarca ifade edilmesine rağmen söz konusu teklif yine bu usulde hazırlanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, etkinliğini yürütülen bu sistemle birlikte her geçen gün kaybetmektedir. 100 yıldır devam eden yasa yapma teamülleri dahi AKP iktidarı eliyle harap edilmiştir.
Torba kanunların diğer sakıncası ise, genel olarak “duruma ve şahsa özel kanun yapma” imkânı tanımasıdır. Bu yöntem tam da AKP iktidarının istediği, devleti kişiye endeksli yönetim anlayışının önünü açmaktadır. İktidara yakın “hatırlı ve ayrıcalıklı” bir zümrenin yasa değişikliği talepleri genel anlamda bu torba yasalar vasıtasıyla yerine getirilmektedir.
Diğer yandan, yasamanın verimliliği sadece hıza dayalı olarak kanunlaşma sürecinin kısaltılması olarak algılanmamalıdır. Yasamanın verimliliği aynı zamanda kanunların doğurduğu sonuçlar ve topluma olan etkisi bakımından incelenmelidir. O nedenle yasama sürecinin hızlandırılması, parlamentonun müzakereci anlayışının aşındırılması yasamanın verimliliğini azaltmaktadır çünkü torba kanun gibi uygulamalar kanun tekliflerinin yasamanın mutfağı olan ilgili ihtisas komisyonlarında tartışılmasını engellemektedir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yürürlükte olduğu 27. Dönem’de TBMM verilerine göre, toplamda 310 teklif verilmiş ve bu 310 tekliften 3774 madde kanunlaşmıştır. Bu 310 kanun teklifinden 170’i uluslararası antlaşmalar, bir tanesi 2018’de içtüzükte yapılan değişiklik, 10 teklif de bütçe kanunudur. Bu tekliflerden geriye 129 kanun kalmaktadır. Bu 129 kanunun 86’sı torba kanun teklifidir. Buna göre kanunlaşan teklif maddelerinin yaklaşık %70’i torba kanundan oluşmaktadır. Hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil eden bu husus Anayasaya açıkça aykırıdır.
Kanun yapım süreci usulüne uygun bir yol izlenerek gerçekleştirilmemiş, yasamanın denetim enstrümanları kısıtlanmıştır. Torba kanun usulüyle hazırlanan ve kabul edilen yasalar, Anayasaya aykırıdır.
Ülkedeki yargı krizi uluslararası alana da yansımış durumdadır. Şubat 2024 sonu itibariyle AİHM’de bekleyen her 100 davadan 35’i Türk vatandaşlarının yaptığı başvurulardan oluşmaktadır. Türkiye 2023 yılında en çok 'adil yargılanma hakkının ihlali' ve 'güvenlik ve özgürlük hakkının ihlali' konularında mahkum edilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2023 yılı itibariyle en çok emsal karar verdiği ülke Türkiye olmuştur. Uluslararası camiada 124 emsal dava “Türkiye Kararı” olarak bilinmektedir.
Söz konusu düzenlemenin içeriğine ve sunduğu değişikliklere bakıldığında; ilk göze çarpan husus güvenlikçi politikaların ve yargı üzerindeki siyasi vesayetin devamını sağlamaya yönelik düzenlemelerin mevcudiyetidir.
İlk olarak “Etki ajanlığı/casusluk” mahiyetindeki düzenlemenin içeriğine bakıldığında;
1.TCK’nın yedinci bölümünde düzenlenen “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” suçları içerisinde yer alan bir suçu oluşturmamak kaydıyla,
2.Devletin güvenliği ya da iç veya dış siyasal yararları aleyhine,
3.Yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda,
4.Suç işleyen kişinin cezalandırılacağı öngörülmektedir.
Fiilin savaşa hazırlık/savaş döneminde işlenmesi veya milli güvenlik açısından önemli birimlerde görev yapanlar tarafından işlenmesi ağırlaştırıcı sebep olarak öngörülmüştür. Ayrıca bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması Adalet Bakanının iznine tabii olarak düzenlenmektedir.
Söz konusu düzenleme birçok yönden ciddi tehlike yaratmakta ve hata içermektedir. İlk olarak, bir fiilin iki kez cezalandırılması sonucunu doğuran bu düzenlemenin ceza hukukunun temel ilkelerinden biri olan “Mükerrer cezalandırma yasağı” ilkesine aykırı olduğunu belirtmek gerekir. Bu ilke, bir eylemden veya atılı suçtan ötürü suçlananın, iki ayrı yargılamaya tabi tutulmaması hatta cezalandırılmaması olarak tanımlanmaktadır. Bu ilke, hukuki güvenlik, öngörülebilirlik, kişi özgürlüğü ve kamu düzeni bakımından toplumsal barışa ve hukuk kurallarına yönelik güveni pekiştirme amacıyla geliştirilmiştir. Kişiler için ikinci bir yargılama yahut cezaya karşı adeta bir kalkan görevi görmektedir. İşlediği eylemden ötürü yargılanan veya cezalandırılan bir kişinin aynı eylem nedeniyle ikinci bir yargılamaya tabi tutulmaması veya cezalandırılmasının artık mümkün olmaması gerektiği anlatılmaktadır. Tek eylemin sonucu olarak uygulanan iki ayrı yaptırımın yahut yargılamanın hukuka güveni zayıflattığı gibi kişi özgürlüğünü de sınırlandırdığı vurgulanmaktadır.
Ülkemizin 1985 yılında imza altına aldığı ve 2016 yılında yürürlük kazanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7. Ek Protokolünde bahsi geçen Ne Bis İn İdem yani iki kez yargılanma yahut cezalandırılma yasağı idari ve adli alanda tek fiile bağlı olarak iki ayrı cezanın öngörüldüğü durumları yasaklamaktadır. Temelleri Roma hukukuna dayanan ve pozitif ceza hukukumuzda da ilke olarak kabul edilen bu yasak, işbu düzenleme ile yok sayılmaktadır. Zira, halihazırda işlenmiş bir suça siyasi saiklerle ikinci bir suçtan ceza verilmesini öngören etki ajanlığı düzenlemesi bilfiil mükerrer cezalandırma yasağını ihlal eder niteliktedir.
Etki ajanlığı/casusluk düzenlemesi ile ihdas edilen suçun kovuşturulması için Adalet Bakanının iznine tabi tutulması, söz konusu düzenlemenin siyasi bir amaca yönelik olarak muhaliflerin sesi bastırmak amacıyla kullanılacağını deşifre etmektedir. Adalet Bakanı, yalnızca yürütmenin başı olan partili Cumhurbaşkanına karşı sorumludur. Yürütmenin bir bürokratı olan Adalet Bakanının, böylesine muğlak bir suçun kovuşturulması noktasında belirleyici olması dahi bu suçun iktidarın siyasi emellerine hizmet etmek üzere ihdas edildiğini ispatlamaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun yedinci bölümünde yer alan “Devlet Sırlarına Karşı suçlar ve Casusluk” suçları içerisinde (TCK 326 vd.) hiçbir suç için Adalet Bakanının kovuşturma izni aranmamasına rağmen 339/A maddesi ile ihdas edilmek istenen etki ajanlığı/casusluk suçu için Adalet Bakanından kovuşturma izni istenmesi yargının siyasallaştırılmasının bir örneğidir.
Diğer yandan etki ajanlığı faaliyeti kapsamında işlenebilecek suçların tahdidi olarak sayılmamış olması büyük bir eksiktir. Bu yönüyle düzenlemede; elbette ki iktidara alan açan, esneklik tanıyan, keyfilik sağlayan bir niteliğe mahsus olarak kasıtlı olarak boşluk yaratılmıştır. Söz konusu düzenleme muğlak, belirsiz, herkesçe farklı yorumlanabilecek ve sonuçları öngörülemez nitelikte bir düzenlemedir.
Teklif metninde yer alan “siyasal yarar” kavramı, iktidarın siyasi yararının her gün değiştiği bir konjonktürde nasıl belirlenecektir? AKP, bugün düşman ilan ettiği bir dış ülke liderine diğer gün “kardeşim” diyebilmektedir. Dün “darbeci” olarak tanımladığı bir siyasi lideri yarın turkuaz halılarla sarayda karşılayabilmektedir. AKP iktidarında; parti devletleşmiş, devlet de partileşmiştir. Bunun bir sonucu olarak iktidarın siyasi politikaları devlete mal edilmekte ve iç ve dış siyasal yararlar buna göre belirlenmektedir. Kısaca bu şekilde özetlenebilecek bir ortamda hangi fiilin ülkenin siyasal yararları aleyhine olduğunun tespiti bakımından yetkilendirilen kişiler iktidarın talimatlı yargıçları ve savcıları olmaktadır. Siyasal yararları bugünün şartlarına göre tayin edecek yargı makamları da aynı şekilde siyasi konjonktürün değişmesi dolayısıyla bir hedef konumuna getirilebilecektir. Tüm bu açıklamalar doğrultusunda, düzenlemenin müphem bırakılmasının kasıtlı bir tercih olduğu, değişen durumlara göre susturulmak ve bastırılmak istenen kişi ve kurumların değişmesi halinde iktidara hareket alanı sağlamak amacına yönelik olduğu açıkça görülmektedir. Devletin güvenliği, iç ve dış siyasal yararları, stratejik çıkarları ibareleri muğlak ifadeler olup somut suç fiillerinin açıklanmaması suç ve cezada kanunilik ilkesine açıkça aykırıdır. Siyasi ve keyfi kararlara neden olacaktır.
Örnek vermek gerekirse, bir şahıs TCK 299’da tanımlanan Cumhurbaşkanına hakaret suçunu işlediği takdirde bu fiilin, ülke yararı aleyhine ve yabancı devlet çıkarları doğrultusunda işlendiğinden bahisle sade bir vatandaş da olsa bir gazeteci de olsa bir sivil toplum kuruluşu temsilcisi de olsa casus damgasıyla damgalanması mümkün hale gelecektir.
Teklif metninde yer alan gerekçede casusluk olarak adlandırılan etki ajanlığı mahiyetindeki düzenleme, içeriği itibariyle bir vatana ihanet fiili olmakla birlikte bu suç için öngörülen cezanın 3 yıldan başladığı göze çarpmaktadır.
Vatana ihanet niteliği taşıyan bir suç için öngörülen cezanın bu olmaması gerektiği herkesçe bilinmekte olup bu durum, ihdas edilmek istenen suçun casusluk fiiline yönelik olmadığı bilakis muhaliflerin casus yaftasıyla yaftalanmasına olanak tanıyan bir düzenleme olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Genel hatlarıyla sakıncaları üzerinde durduğumuz teklif maddesi, AKP’nin sistematik bir biçimde Türkiye’yi baskıcı tek adam rejimine teslim etme planının bir başka adımıdır.
AKP, korku iklimini yaymaya, güvenlikçi politikalarla muhalif sesleri bastırmaya yönelik düzenlemelere özellikle son yıllarda sık sık imza atmaktadır. Güvenlikçi ve totaliter rejimin tesisinde en büyük adımlardan birisi 24 Temmuz 2018’de kurulan İletişim Başkanlığı’dır. İletişim Başkanlığı her ne kadar AKP tarafından dış politikanın izlenmesi, iç politikada toplumun aydınlatılması refleksinin oluşturulması amacıyla kurulduğu söylense de muhalifleri fişleme ve toplumda algı yönetimini sağlama amacına matuf olarak faaliyet göstermiştir.
2019 yılına geldiğimizde, SETA’nın hazırladığı raporlar iktidarın muhalifleri hedef alma politikasının stratejik bir uzantısı olarak değerlendirilmiştir. Özellikle 5 Temmuz 2019 tarihinde yayımlanan “Uluslararası Medya Kuruluşlarının Türkiye Uzantıları” raporu, Türkiye’de faaliyet gösteren uluslararası medya kuruluşlarının Türkiye ofislerinde çalışan gazetecilerin isimleri, geçmiş iş deneyimleri ve sosyal medya paylaşımlarını içeren ayrıntılı bir fişleme çalışması olarak tepki çekmişti. Bu raporla, bağımsız gazetecilere yönelik bir gözdağı verildiği ve kamuoyunda bu gazetecilerin “dış güçlerle işbirliği yapan” kişiler olarak algı yaratılmaya çalışıldığı belirtilmektedir. Bu durum, iktidarın eleştirel medyayı zayıflatma ve sindirme stratejisinin bir parçasıdır.
Raporda yer alan kişisel bilgilerin ayrıntılı biçimde ifşa edilmesi ve iktidarın destekçisi olan bazı medya organları aracılığıyla bu bilgilerin geniş kitlelere ulaştırılması, fişlemenin yalnızca bireyler üzerinde değil, tüm topluma mesaj veren otoriter bir strateji olduğuna işaret etmiştir. İfade özgürlüğü üzerinde ciddi bir tehdit oluşturan bu raporlar, uluslararası insan hakları örgütleri tarafından da kınanmış; fişlemelerin, iktidarın otokratik yapısını güçlendiren unsurlar olduğu, ifade özgürlüğü ve bağımsız medya üzerindeki baskıyı artırdığı ifade edilmiştir. Bu tür fişlemeler, devletin demokratik yapısını zayıflatarak eleştiriden uzak bir yönetim modeli kurmayı hedefleyen adımlardan birisi olmuştur. Bağımsız medya ve eleştirel seslerin susturulması, toplumda farklı görüşlerin dillendirilmesinin önünü tıkamış ve “tek sesli” bir toplum yaratma arzusunun bir parçası olarak işlev görmüştür.
Bu gelişmelerin devamında 5 Ağustos 2022’de İletişim Başkanlığı bünyesinde Dezenformasyonla Mücadele Merkezi adı altında bir merkez kurulmuştur. Bu merkez; haftalık yayımladığı bültenler vasıtasıyla gazetecileri ve sosyal medya kullanıcılarını hedef gösteren, ülke insanını fişleme çalışması yapan ve AKP lehine dezenformasyon yayan faaliyetler yürütmektedir.
Daha sonra ise 18 Ekim 2022’de Resmi Gazete’de “Sansür Yasası” veya “Dezenformasyon Yasası” adıyla bilinen düzenleme yayımlanmıştır. Bu düzenleme, sosyal medya üzerindeki denetimi artırmış, ifade özgürlüğünü fiilen ortadan kaldırmıştır. Düzenlemenin her ne kadar “yanıltıcı bilginin yayılmasını önleme” amacına yönelik çıkarıldığı söylense de iktidarın başarısızlıklarını, skandallarını ortaya koyan haberlerin suç sayılmasına olanak tanımış ve muhaliflerin iktidarı eleştirme hakkını ortadan kaldırmaya yönelik olarak uygulanmıştır.
22 Mayıs 2024 tarihine geldiğimizde bir gece yarısı Resmi Gazete’de Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği yayımlanmıştır. AKP, bunun usule ilişkin bir değişiklik olduğundan söz etse de işin aslının öyle olmadığı ortadadır. Bu düzenleme neticesinde Cumhurbaşkanı; Savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi durumunda genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verme yetkisini kendi imzasıyla bizzat kendisine tanımaktadır. AKP’nin darbe ve kalkışma konusunda ne kadar paranoyak olduğu herkesçe bilinen bir gerçekliktir. Savaş halini işaret eden bir durumun hüküm sürmediği bir ortamda yapılan bu düzenleme, muhaliflere ve Anayasa’nın 34’üncü maddesi ile güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına bir saldırı ve gözdağı niteliği taşımaktadır.
Teklif ile öngörülen düzenlemenin sınırları belirsiz, öngörülemez, tarif edilemez, her okuyanın kendine göre anlayacağı, her siyasetçinin ve onun görevlendirdiği yargıcın, hâkimin o günkü siyasal konjonktüre göre değerlendireceği ve buna göre cezai süreci yürüteceği bir madde teklif edilmektedir. Böyle bir maddenin Türk Ceza Kanunu'muza girmesi ve uygulamaya geçmesi gerçekten Türk hukuk tarihi açısından da içinde bulunduğumuz kırık dökük demokrasi kırıntılarımız açısından Türkiye'ye katkı vermeyecek; tam tersine, savcılara, hâkimlere, her düşünen, sosyal medya kullanan her kuruluş, her kişi, her gazeteci, her bilim insanı, her siyasetçi için gerektiğinde kullanılabilecek bir maymuncuk vermek ve o kılıçla da herkesi korkutmak, korku imparatorluğunu pekiştirmek ve her tarafından tel tel dökülen iktidarını “Acaba biraz daha sürdürebilir miyim?” gayretinin devamını getirmek olduğu ortadadır.
Böyle bir maddeyle bir cadı avı döneminin başlatılacağı yönündeki endişemiz yersiz değildir. Dezenformasyon Yasası’yla başlatılan sürecin devamında benimsenen birçok güvenlikçi politika vardır. Söz konusu yasanın dünya örneklerine bakıldığında birebir benzerinin yalnızca Rusya’da olduğu görülmektedir. Rusya’nın 2012 ve 2015'te yaptığı yasanın bir benzerinin Türkiye'ye uyarlanması yönündeki ısrar, demokrasi ve hukuk devleti adına her geçen gün biraz daha geriye gittiğimiz bir ortamda totaliter yapının dayatıldığını bizlere açıkça göstermektedir. 2012'de Putin, üçüncü kez başkanlık döneminin söz konusu olduğu bir ortamda etki ajanlığıyla olarak adlandırılabilecek bu yasanın bir benzerini getirmiştir. Rusya’nın ilk yabancı ajan yasasını kanunlaştırması akabinde batılı analistler yasayı Putin’in muhalefeti yok etme, sivil toplumu engelleme girişimi olarak nitelendirmişlerdir. Yasanın geçmesi sonrasında Rusya’da birçok sivil toplum kuruluşu kapatılmıştır.
Rusya, Avrupa sınırları içerisinde antidemokratik uygulamalarıyla, baskıcı uygulamalarıyla, özgürlükleri sınırlayan uygulamalarıyla başı çeken ülkelerden birisiyken Türkiye’nin bu uygulamayı kendi kanunlarına entegre etme çabası içerisinde olması hem de iktidarın koltuğunun fazlaca sallandığı bir dönemde elbette ki tesadüf değildir. Gürcistan da Rusya’daki yasanın bir benzerini kendi kanunlarına uyarlamış ve “Yabancı Etkinin Şeffaflığı” konulu düzenlemeyi yasalaştırma girişimlerine başlamıştır.
Benzer düzenlemeler Macaristan’da, Kırgızistan’da, Bosna Hersek’te, Sırp Cumhuriyeti’nde, Amerika'da, İsrail'de vardır ancak bu düzenlemeler söz konusu tekliften farklı olarak yabancı yatırımcılardan fonlanan kuruluşların kayıt yaptırması gerekliliği ve kayıt yaptırmadığı durumda da para cezası uygulanacağı hükümlerine yönelik olarak sunulmuştur. Çerçeve teklifte yer alan etki ajanlığı mahiyetindeki düzenlemenin içeriği ise isimlerini saymış olduğumuz totaliter rejimi benimseyen ülkelerin örneklerinden daha vahim niteliktedir.
Komisyon görüşmelerinin devam ettiği sırada 22 Ekim 2024 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Rusya'nın benzer mahiyetteki Yabancı Ajanlar Yasası’yla ilgili verdiği karar gündeme gelmiştir. Söz konusu yasanın Rusya örneği için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10’uncu maddesinde yer alan ifade özgürlüğü ve 11’inci maddesi ile hüküm altına alınan örgütlenme özgürlüğü bakımından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlal edildiği sonucuna varılarak ihlal kararı verilmiştir. Şayet, söz konusu yasa teklifi tüm itirazlarımıza rağmen yasalaşırsa pek muhtemeldir ki Türkiye Cumhuriyeti, yepyeni ihlal davalarıyla karşılaşacaktır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde ihlal dosyası kabarık bir ülke olan Türkiye’nin uluslararası camiada ihlallerle, hukuksuzluklarla, baskıyla gündeme gelen bir ülke olma özelliğini kötü manada güçlendirmesine sebep verecek olan bu düzenlemenin geri çekilmesi bu açıdan da zorunludur.
Bu itibarla söz konusu düzenlemenin hedefinin; sade vatandaşlar, gazeteciler, sosyal medya kullanıcıları ve sivil toplum kuruluşları olduğu, etki ajanlığı düzenlemesi ile ulaşılmak istenen amacın ülkeyi otokrasi rejimine teslim etmek olduğu ve amaca yönelik adımların yıllar öncesinde atılmaya başlandığı bu kilometre taşları dikkate alındığında açıkça anlaşılmaktadır. Söz konusu düzenlemenin belirtilen gerekçeler doğrultusunda geri çekilmesi yönünde önergemiz ve itirazlarımız dikkate alınmamış ve komisyonda oy çokluğuyla madde kabul edilmiştir.