İran. Büyük ve güzel ülke. Henüz görmediğim ama görmek için can attığım coğrafya. Dünyanın enerji krizine çare olacağı düşünülen büyük fosil yakıt kaynaklarıyla hemen her ülkenin bıyıklarını burarak baktığı kedi misali iştah kabartan ülke. Ama İran öyle kolay yutulur bir lokma değil, mideye oturur. Neden kolay lokma değil? Çünkü İran bir ‘devrim’ yapmayı başarmış ülkedir. Üstelik günümüzde savunma sınırını Lübnan, Filistin ve Suriye’ye kadar uzatmış bir ülkedir. İsrail ile yaşadığı bitmek bilmez çatışması nedeniyle de Batı dünyasının, anti-İrancılara trilyonlarca dolar silah satmasına neden olan, Batı’nın silah ve savunma ekonomilerini ayakta tutan ülkedir. İlginçtir bir yanıyla bizim tarihimizle de örtüşen çok önemli kırılmaları da var. İran’da yaşananları bir ‘kadın hareketi’ olarak okumak isteyen geniş bir medya olduğunu görmeme rağmen ben İran’da yaşananları farklı bir pencereden yorumlamak istiyorum.
Öncelikle İran ve Türkiye’nin 80’li yılları paralelliklerle doludur. Uzun yıllar Fransa’da yaşayan Ayetullah Humeyni, 1979’da Şii mollaların desteğiyle İran’a geldi ve Şah Rıza Pehlevi yönetimindeki İran Monarşik Devleti yıkılarak İran İslam Devleti kuruldu. ‘İran’da Solun Yenilgisi’ adlı kitabın yazarı olan Maziar Behrooz’a göre İran, Ortadoğu’da en büyük Marksist ideolojiye sahip ülkelerin başında geliyordu. Komünist Tudeh Partisinin bastırılmasının ardından genç Marksistlerin 1960 ve 1970’lerde Şah’a karşı gerilla savaşına başladığını anlatıyor yazar. Behrooz’a göre Şah’ın güvenlik güçleri gerillaları kontrolleri altına alsa da, Marksist gerilla örgütleri 1979 İran Devrimi’nde etkin bir rol almayı başardı: “1953 yılından önce işçi sınıfının tabanını oluşturduğu Tudeh Partisinin aksine gerilla hareketi temelini orta sınıftan en çok da üniversite öğrencilerinden aldı. Gerillalar direniş ruhunu ayakta tuttu ve rejimin meşruiyetine karşı çıktı. Rejimin çöküşünde geri sayıma katıldılar.” Bu arka planda gerçekleşen İran Devrimi, sonrasında ise başka bir çizgiye doğru ilerledi. Humeyni İran topraklarına ayak bastığında yıkılan Şah rejiminin yerine kurulacak yönetimin niteliğinin ne olacağı henüz belirli değildi.
Kimi tarihçilere göre bu ulema ve solcu aydınlar arasında gücü kimin ele geçireceğinin belli olmadığı bir dönem anlamına geliyordu. Devrimin gerçekleşmesinin ardından sadece ilk birkaç yıl içinde önce İslam Cumhuriyetinin kurulması kararıyla sonuçlanan referandum ardından da solcuların saf dışı edilmesiyle rejimin niteliği netleşti. ‘Sol’ düşünce, Türkiye’de 1980’de Cuntacı Kenan Evren ve ekibinin kurguladığı 12 Eylül Askeri Devrimi ile İran ile neredeyse eşgüdümlü bir başka projeyle bitirildi. Tabidir ki İran Marksizmi ile Türkiye Sosyalist Sol’u arasında dağlar kadar fark olmakla beraber, 12 Eylül askeri cuntasının Türk Sol’unu silindir gibi ezmesi ve sol görüşün Cumhuriyet Halk Partisi içine hapsedilmesi de belki de ayrı bir zulüm, ilginçlik, sarkastik bir yazının konusudur.