İstanbul
Kapalı
10°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
36,5300 %0.27
38,0141 %0.01
79.850,14 %-7.581
3.361,24 -0,15
Ara

PKK’yi feshetme ve silah bırakma çağrısı: Dönüm noktası mı, taktik mi?

YAYINLAMA:
PKK’yi feshetme ve silah bırakma çağrısı: Dönüm noktası mı, taktik mi?

Öcalan’ın “silahları bırakın, PKK’yı dağıtın” çağrısı, hukuki, güvenlik ve siyasi cephelerde devasa soru işaretleri yaratıyor. Türkiye’nin anayasal düzeni, güvenlik stratejileri ve geçmişte defalarca patinaj yapmış barış süreçleri düşünüldüğünde, bu çağrının neyin kapısını aralayacağı ciddi bir muamma. Türkiye belki de nihayet silahlı çatışmaların karanlık tünelinden çıkıp kalıcı bir istikrara yönelebilir. Ancak geçmişteki hezimetler, ince elenip sık dokunmaz, güven tesis edilmez ve kurumlar arasında koordinasyon sağlanmazsa, tarihin kendini tekrar etmekte ne kadar mahir olduğunu hatırlatıyor.

Yusuf KANLI

Türkiye’nin bir türlü çözülemeyen Kürt meselesi, Abdullah Öcalan’ın “silahları bırakın, PKK’yı feshedin” mesajıyla belki de tarihi bir yol ayrımına geldi. Elbette bu, ne yazık ki “tamam abi” denilip geçilecek türden bir mesele değil. Türkiye’nin anayasal çerçevesi, güvenlik konsepti ve geçmişteki barış girişimlerinin hüsranla sonuçlanmış sicili göz önüne alındığında, bu çağrı, hukuki açıdan ne anlama gelir, silahsızlanma gerçekten mümkün müdür ve en önemlisi, bu işin siyasi ve toplumsal yankıları ne olur gibi sorular havada asılı duruyor. Üniter devlet yapısını ve terörle mücadele anlayışını düşününce, bu çağrının “barış” mı yoksa yeni bir belirsizlik dönemi mi getireceği, en azından şimdilik, tamamen muallakta.

Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeni, “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” ilkesine dayanmakta olup, ayrılıkçı silahlı hareketlere karşı tavizsiz bir tutum sergilemiştir. Bu çerçevede, PKK’nin kendini feshederek silah bırakması önerisi, mevcut anayasal ve yasal düzen içinde nasıl bir karşılık bulacağı sorusunu gündeme getirmektedir. Benzer şekilde, güvenlik politikaları boyutunda da, yaklaşık kırk yıldır süregelen askeri tedbirler ve terörle mücadele stratejisinin böylesi bir adımla birlikte nasıl evrileceği tartışmaya açıktır. PKK’nin silah bırakması, devletin güvenlik yaklaşımında köklü bir değişimi zorunlu kılabilir; terörle mücadeleden, silahların bırakıldığı bir ortamda barışçıl çözüm ve toplumsal entegrasyona yönelik politikalara geçiş ihtiyacını doğurabilir.

Tarihsel perspektiften bakıldığında ise, Öcalan’ın bu çağrısı, Türkiye’de geçmişte yürütülen barış süreçleriyle kıyaslanarak değerlendirilebilir. Özellikle 2013-2015 yıllarındaki Çözüm Süreci, benzer şekilde silahların susması ve siyasal çözüm arayışı noktasında önemli bir deneyim sunmuş, ancak çeşitli faktörler nedeniyle akamete uğramıştır. Bu tür geçmiş deneyimler, devlet ile örgüt arasındaki güvenin tesis edilmesi, kamuoyu desteği ve siyasi iradenin sürekliliği gibi unsurların barış girişimlerinin başarısında belirleyici olduğunu göstermiştir. Tüm bu boyutlar göz önünde bulundurulduğunda, Öcalan’ın silah bırakma çağrısı, Türkiye’de hukuki, siyasal ve tarihsel dinamiklerin kesişim noktasında ele alınması gereken kritik bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.

1. Hukuki Çerçeve

Anayasanın değiştirilemez maddeleri kapsamında değerlendirme:

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk dört maddesi devletin temel niteliklerini ve değişmez hükümlerini belirler. Bunlar devletin Cumhuriyet olması, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti niteliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü (üniter yapısı) ve resmi dilinin Türkçe olması gibi prensipleri içerir. PKK’nin silah bırakıp kendini feshetme süreci, bu temel ilkelere aykırı olmamak koşuluyla yürütülmelidir.

Nitekim hukukçular, barış müzakerelerinde Anayasa’nın ilk üç maddesinin (devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri ve bütünlüğü ile resmi dil) kesinlikle tartışma konusu yapılmaması gerektiğini, aksi halde sürecin başarıya ulaşamayacağını vurgulamıştır. Öcalan’ın çağrısının da Türkiye’nin üniter yapısını veya resmi dilini değiştirme talebi içermediği, aksine silahlı mücadeleyi bırakıp demokratik siyaset zemini arayışı olduğu varsayılırsa, bu çağrı anayasal çerçeveye aykırılık teşkil etmez.

Öte yandan, bazı siyasi aktörler ilk dört madde üzerinden yürüyen tartışmaların yeni bir demokratik anayasa arayışının önünü tıkadığını savunmaktadır. Bu görüşe göre “kırmızı çizgiler” yerine, toplumsal mutabakat odaklı daha geniş bir anayasal reform vizyonu gerekir. Ancak mevcut durumda devletin kurucu ilkeleri kırmızı çizgi olarak kabul edildiğinden, barış sürecinin bu ilkelere saygılı bir biçimde ilerlemesi esastır. Öcalan’ın 2013 Nevruz mesajı gibi açıklamalarında da Türkiye’nin bütünlüğü içinde “demokratik çözüm” vurgusu yapması, sürecin Anayasa’nın değiştirilemez hükümleriyle çelişmeyeceği yönünde önemli bir işarettir.

Terörle mücadele mevzuatı ve yasal çerçeve:

PKK, Türk yargı kararlarıyla terör örgütü kabul edilmiştir; üyeleri ve eylemleri Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 1991 tarihli Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında ağır cezalara tabidir. Bu hukuki durum, devletin silahlı örgütlerle müzakere yürütmesini zorlaştırmaktadır, zira örgüt üyeleri hukuken suçludur. 16 Temmuz 2014’te çıkarılan 6551 sayılı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun bu açmazı gidermek üzere sürece yasal zemin sağlamayı amaçlamıştır.

Söz konusu yasa, çözüm sürecine dair hükümete görev ve yetkiler vermiş ve bu görevleri icra edenlerin hukuki sorumluluk doğurmayacağını belirtmiştir. Ancak birçok hukukçu bu çerçeve yasanın yetersiz kaldığı görüşünde birleşmiştir. Örneğin Prof. Ersan Şen, hukuki altyapısı zayıf bir projenin sorumlulukları ortadan kaldırma gücüne sahip olamayacağını, 6551 sayılı Yasa’nın olası hukuki sorunları çözmekte eksik kaldığını ifade eder. Özellikle, silah bırakma ve topluma kazandırma sürecinde güvence sağlamak için daha kapsamlı ve detaylı bir yasal düzenleme gerektiği dile getirilmektedir.

Mevcut yasalara göre, örgüt üyelerinin ceza almadan topluma karışabilmesi ancak “af” ya da etkin pişmanlık hükümleriyle mümkündür. TCK m.221 (etkin pişmanlık), terör örgütü üyelerinin teslim olup işbirliği yapmaları halinde cezada indirim öngörmektedir. Ne var ki bu madde, kan dökmemiş olan örgüt mensupları için uygulanabilirken, suç eylemine karışmış kişiler için uygulanamamaktadır. Yani sadece örgüte katılmış ancak çatışmaya girmemiş olanlar pişmanlık hükümlerinden yararlanabilir; güvenlik güçlerine saldırı, adam öldürme gibi suçlara karışanlar kapsam dışıdır.

Bu nedenle, PKK kadrolarının büyük bir kısmının cezai yaptırımdan muaf şekilde silah bırakabilmesi için genel veya kısmi bir af kanunu tartışmaya açılabilir. Ancak geçmişte çıkarılan kısmi afların toplumsal tepki uyandırdığı da unutulmamalıdır. Devlet yetkilileri geçmişte “eli kanlı olanlara af olmayacağı” yönünde kesin açıklamalar yapmıştır. Dolayısıyla, olası bir silah bırakma sürecinde hukuk devleti ilkesini zedelemeden, bir yandan da barışa imkan tanıyacak yaratıcı hukuki formüllere ihtiyaç vardır. Buna, şiddete karışmamış militanlar için cezadan muafiyet, diğerleri için cezalarda indirim ve toplumsal entegrasyon programları dahildir.

Uluslararası hukuk ve türkiye’nin yükümlülükleri:

Uluslararası hukuk, egemen bir devlet içinde silahlı bir örgütün varlığını meşru görmez; devletin toprak bütünlüğü ilkesini esas alır. Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplum PKK’yı terör örgütü olarak tanımış ve Türkiye’nin terörle mücadelesine prensipte destek vermiştir. Bununla birlikte, uluslararası hukuk çerçevesi devletlere çatışmaları barışçıl yöntemlerle çözme sorumluluğu da yüklemektedir. Nitekim BM Şartı uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözümünü teşvik eder ve iç hukuk düzenlemelerini insan haklarına saygılı şekilde uygulamak esastır. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesi de terörle mücadelede temel hak ve özgürlüklerin korunmasını şart koşmaktadır. Özellikle ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğüne saygı, Kürt meselesinde şiddetin sona erdirilmesi sürecinde kritik bir yer tutar.

Bu bağlamda Türkiye, terörle mücadele tedbirlerini uygularken bile hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını gözetmekle yükümlüdür. Uluslararası insan hakları hukukuna göre çatışma mağdurlarının zararlarının tazmini de önemli bir yükümlülüktür; Türkiye, terör eylemlerinden zarar gören sivillere tazminat ödemeyi taahhüt eden düzenlemelere sahiptir. Bu da barış sürecinde hem PKK mağdurlarının haklarının hem de silah bırakanların adil muamele görme hakkının dikkate alınması gerekeceğine işaret eder.

Öte yandan, uzun süredir devam eden PKK çatışması niteliği itibariyle iç silahlı çatışma (NIAC) olarak da değerlendirilebilir. Türkiye, 1949 Cenevre Sözleşmeleri’ne taraf olup iç çatışmalarda asgari insani standartları belirleyen Ortak Madde 3’e uymak durumundadır. Bu madde, silah bırakmış veya çatışmaya doğrudan katılmayan kişilere insanca muameleyi zorunlu kılar. Türkiye, çatışma süresince zaman zaman bu standartların ihlali nedeniyle uluslararası eleştirilere maruz kalmıştır (örneğin 1990’larda köy boşaltmaları, faili meçhul cinayetler). Yeni bir barış hamlesinde bu gibi ihlallerin tekrarlanmaması, hatta geçmiş ihlaller için yüzleşme mekanizmalarının (hakikat komisyonu gibi) kurulması, uluslararası toplum nezdinde sürecin kredibilitesini artıracaktır.

Bazı uzmanlar, Türkiye’nin 1977 tarihli II. Ek Protokol’ü de onaylamasının çatışma durumlarında sivillerin korunmasını güçlendireceğini, yeni bir çözüm sürecine katkı sunacağını belirtmektedir.

Uluslararası örnekler, silahlı örgütlerin silah bırakma süreçlerinde üçüncü taraf izleme ve güvenlik garantilerinin faydalı olabileceğini gösteriyor. Kuzey İrlanda barış sürecinde (1998 Good Friday Agreement) İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) silah bırakırken uluslararası komisyonlar süreci denetledi ve eşzamanlı olarak siyasi katılım ve mahkum affı adımları atıldı. Kolombiya’da FARC örgütüyle 2016 barış anlaşması BM gözetiminde silahsızlanma ve topluma reintegrasyon programları içerdi.

Türkiye ise egemenlik hassasiyeti nedeniyle dış ara buluculuğa mesafeli yaklaşsa da, uluslararası normlara uygun yasal çerçevenin hazırlanması taraflara güven verebilir ve uluslararası desteği kolaylaştırır. Örneğin, silahların bırakılması aşamasında bağımsız gözlemcilerin (BM, AB veya sivil toplum koalisyonları) bulunması dünya kamuoyu nezdinde sürecin şeffaflığına katkı sunacaktır.

Türkiye’nin AB üyelik süreci kapsamında geçmişte yaptığı reformlar (örneğin Kürtçe yayın serbestisi, işkenceye sıfır tolerans v.b.) çatışma çözümüne zemin hazırlamıştı; benzer şekilde, güncel süreçte de Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleri doğrultusunda demokratik standartları yükseltmesi hem PKK tabanının taleplerini karşılamaya yardımcı olacak, hem de devletin meşruiyetini pekiştirecektir. Sonuç olarak, Öcalan’ın silah bırakma çağrısını hayata geçirirken uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler, sürecin hukuki çerçevesinin insan hakları ve barışçıl çözüm ilkelerine uygun biçimde tasarlanmasını gerektirir.

2. Devletin resmi politikaları ve güvenlik perspektifi

PKK ile Mücadelede Temel Stratejiler:

Türkiye, PKK’ya karşı yaklaşık 40 yıldır hem askeri hem siyasi çok boyutlu bir mücadele yürütmüştür. 1984’te PKK’nın silahlı eylemleri başladıktan sonra 1990’lar boyunca devlet, doğu ve güneydoğuda “düşük yoğunluklu savaş” doktrini uygulamıştır. Bu dönemde rutin hukuk düzeninin dışına çıkılarak kontra-gerilla yöntemleri devreye sokulmuş; köy boşaltmaları, zorunlu göçler, faili meçhuller ve köy koruculuğu sistemi gibi uygulamalarla örgütün halk desteğini kesme amaçlanmıştır. Aynı zamanda TSK, PKK’ya karşı geniş kapsamlı operasyonlar düzenlemiş, sınır ötesinde Kuzey Irak’a sık sık askeri harekatlar yapılmıştır.

Bu sert güvenlik politikaları PKK’yı ciddi kayıplara uğratsa da çatışmayı tümüyle bitirememiş, aksine bölgede ağır insan hakları ihlalleri yaşanmasına yol açmıştır. 2000’lere gelindiğinde klasik askeri yönteme ek olarak daha sofistike stratejiler benimsendi: İstihbarat teşkilatı (MİT) devreye girerek örgüt yönetimine yönelik nokta operasyonlar, teknolojik takip ve psikolojik harekât yöntemleri yoğunlaştırıldı. Özellikle 2007 sonrasında İHA/SİHA gibi insansız hava araçlarının etkin kullanımıyla PKK lider kadrolarının etkisiz hale getirilmesi hız kazandı. Ayrıca örgüte katılımı önlemek için sosyo-ekonomik yatırımlar, bölge halkının kazanılması yönünde adımlar atıldı. Örneğin AK Parti hükümeti döneminde altyapı projeleri, sosyal yardım programları ve kültürel haklarda kısmi iyileştirmeler (Kürtçe TV kanalı açılması gibi) uygulandı.

Devletin resmi çizgisi uzun süre “terörle mücadelede taviz verilmez” şeklinde özetlenebilirdi. Kamuoyu önünde Türk hükümetleri, PKK ile müzakere etmediklerini, teröristlerin tek seçeneğinin ya silahlarıyla birlikte teslim olmak ya da etkisiz hale getirilmek olduğunu vurguladılar. Bununla birlikte, perde arkasında farklı dönemlerde iletişim kanalları açıldığı biliniyor. 1990’larda Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve bazı bürokratların PKK ile dolaylı temas girişimleri olmuş; 2000’lerin başında ise güvenlik güçleri PKK’nin tek taraflı ateşkeslerinden yararlanarak örgütü zayıflatma yoluna gitmiştir. 2009 sonrası dönemde devlet ilk kez açıkça “Kürt açılımı” politikasıyla sorunun yalnız askeri yöntemle çözülemeyeceğini, demokratik araçların da devreye girmesi gerektiğini kabul etti. Ancak bu açılım süreci bile “silah bırakma”yı kesin bir önkoşul olarak masada tutmuştur.

Örneğin 2013’te çözüm süreci başlatıldığında hükümet, PKK’dan Türkiye topraklarını terk etmesini ve eylemsizlik ilanını bekledi; karşılığında belirli reformlar yapmayı planladı. Resmi söylemde PKK’nın tamamen dağıtılması nihai hedef olarak her zaman belirtildi, fakat bunun yönteminde dönemsel değişiklikler görüldü: Askeri baskı ile siyasi çözüm arayışının birlikte yürütüldüğü bir strateji benimsenmeye başlandı.

Öcalan’ın silah bırakma çağrısının devlet politikası açısından anlamı:

Abdullah Öcalan, PKK lideri olarak yıllarca örgütü yönlendirmiş bir figürdür. 1999’da yakalanıp hapse atıldıktan sonra dahi örgüt tabanı üzerindeki etkisi devam etmiştir. Olası bir “PKK’nin feshi ve silah bırakması” çağrısının bizzat Öcalan’dan gelmesi, devlet açısından önemli bir fırsat penceresi anlamına gelir. Çünkü bu, PKK kadrolarını ikna edebilecek en güçlü otoritenin devreye girdiğini gösterir.

Nitekim geçmişte Öcalan’ın çağrıları örgüt üzerinde somut etkiler yaratmıştır: Örneğin 20 Mart 1993’te Öcalan ilk kez tek taraflı ateşkes ilan ederek hükümete barış mesajı göndermiş, bu girişim o dönem çatışmaların durması yönünde bir umut doğurmuştur. Yine 1999’da yakalandıktan hemen sonra Öcalan’ın talimatıyla PKK sınır dışına çekilmiş ve yıllarca eylemsizlik kararı almıştır.

Dolayısıyla Öcalan’ın şimdi silahların tamamen susması yönünde vereceği bir mesaj, devletin terörle mücadelede istediği nihai sonucun örgüt liderliği tarafından kabulü anlamına gelir. Bu durum, resmi politikada bir zafer veya en azından önemli bir kazanım olarak çerçevelenebilir.

Devlet yetkilileri, Öcalan’ın muhtemel çağrısını ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılayacaklardır. Resmi söylem, bu sürecin bir pazarlık veya taviz süreci değil, teröristlerin teslim olma ve Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına boyun eğme süreci olduğunu vurgulayabilir. Örneğin 2015’te Dolmabahçe Mutabakatı açıklandığında hükümet kanadı, Öcalan’ın PKK’ya “kongre toplayıp silah bırakma kararı alın” çağrısını olumlu karşılamış ancak hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan “Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını” söyleyerek devletin taviz veriyor görüntüsüne girmesine engel olmaya çalışmıştır.

Bu, resmi politikada çok hassas bir denge gözetildiğini gösterir: Devlet, terörün bitmesine yönelik adımları destekler fakat bunu kendi otoritesini zedeleyecek bir müzakere gibi sunmaz. Dolayısıyla Öcalan’ın fesih çağrısı sonrasında atılacak olası adımlar da bu dengeye göre şekillenecektir. Hükümet, PKK’nın gerçekten silah bırakmasını görmek isteyecek, buna paralel olarak da Kürt vatandaşların demokratik haklarının genişletilmesi, bölgenin ekonomik kalkınması, belki Öcalan’ın cezaevi şartlarının insani ölçülerde iyileştirilmesi gibi dolaylı taviz sayılabilecek adımları değerlendirebilecektir. Ancak devletin kırmızı çizgileri (ülke bütünlüğü, kamu düzeninin bozulmaması, silahlı militanların cezasız kalmaması gibi) korunacaktır. Örneğin örgüt üyelerinin toplu affı veya özerklik verilmesi gibi konular resmi politikada düşünülmeyecektir. Devlet, silah bırakma adımını şartsız bir teslimiyet olarak algılamak isterken, PKK kanadı bunu müzakereyle varılmış karşılıklı bir süreç olarak görmek isteyebilir.

Resmi bakış açısında bu ikilem, “devlet teröristle masaya oturmaz; terörist ancak teslim olur” şeklinde özetlenebilir. Yine de yakın dönemde yürütüldüğü iddia edilen görüşmelerde, devlet temsilcilerinin (özellikle MİT Başkanı iken şimdi Dışişleri Bakanı olan Hakan Fidan gibi isimlerin) Öcalan’la temas kurarak bir yol haritası üzerinde çalıştığı basına yansımıştır. Bu, devletin pragmatik bir şekilde Öcalan’ın otoritesini çözüm yönünde kullanmaya açık olduğunu gösteriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da geçmiş açıklamalarında “teröristlerin silah bırakıp sınır dışına çıkması halinde gerekeni yaparız” diyerek aslında böyle bir sürece kapıyı aralık bırakmıştır. Öcalan’ın çağrısı gerçekleşirse, bunun siyasi sonuçları da olacaktır: İktidar, yıllardır devam eden bir çatışmayı bitirmenin getireceği krediyle hem ulusal hem uluslararası arenada konumunu güçlendirebilir. Bu ihtimal, özellikle 2023 seçimleri sonrasında yeni bir siyasi denge arayışında olan hükümet için cazip görülmektedir.

Güvenlik bürokrasisi ve askeri yetkililerin bakışı:

Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik bürokrasisi, PKK ile mücadelede en ön safta yer almış kurumlardır. Geçmişte ordu içinde “terörle mücadele ancak askeri zaferle olur, teröristle müzakere olmaz” şeklinde katı görüşler hakimdi. 1990’larda bazı üst düzey komutanlar, Özal gibi sivillerin barış girişimlerine mesafeli durmuş; hatta 1993’te Özal’ın ateşkes çabasına karşı derin devlet unsurlarının 33 askerin şehit edildiği Bingöl saldırısıyla süreci sabote ettiği iddiaları ortaya atılmıştır. Dolayısıyla, güvenlik bürokrasisinin ilk refleksi genelde şüphe olmuştur. Ancak zamanla bu bürokraside de farklı yaklaşımlar gelişti.

Özellikle 2009-2011 Oslo görüşmeleri ve 2013-2015 Çözüm Süreci döneminde MİT koordinasyonunda yürütülen temaslara, askerlerin tamamen karşı çıkmadığı, belli ölçüde bilgilendirildikleri biliniyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Özel gibi isimler, siyasi otoritenin kararına saygı duyarak süreçte profilini düşük tuttular.

2015’te sürecin çökmesi ve ardından 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında TSK’nın yapısı önemli ölçüde değişti; kurmay kadroların önemli bir kısmı tasfiye edilip yerlerine yeni komuta kademesi geldi. Bugünkü askerî yetkililer büyük oranda hükümetle uyumlu çizgide hareket etmektedir. Bu yüzden, Öcalan’ın silah bırakma çağrısına kurumsal direnç gösterme ihtimalleri geçmişe kıyasla daha düşüktür.

Güvenlik birimleri elbette böyle bir sürecin risklerini de hesaplayacaktır. Askeri açıdan en kritik nokta, PKK’nın gerçekten silah bırakıp bırakmayacağı ve silahların akıbetidir. Ordu, PKK’lı militanların silahlarıyla birlikte Türkiye’yi terk etmesini veya teslim olmasını, bu süreçte güvenlik boşluğu doğmamasını ister. Güvenlik bürokrasisi, silahların toplanması ve imha edilmesi için uluslararası bir mekanizma ya da kendi denetiminde bir süreç olmasını tercih eder. Aksi halde, örgütün silah bırakıyoruz deyip silahları gizlemesi veya bir kısmının başka fraksiyonlara kayması endişesi vardır. Nitekim IRA barış sürecinde benzer kaygılar İngiliz ordusunda yaşanmış, silahların gerçekten teslim edildiğinden emin olmak için özel komisyonlar kurulmuştur.

Türkiye’de asker ve polis teşkilatı, PKK’nın şehirlerde ve kırsalda yıllarca oluşturduğu silah ve mühimmat depolarının tam envanterini bilmediği için, bu konuda temkinli davranacaktır. Bir diğer mesele, örgüt militanlarının akıbetidir: Güvenlik güçleri içinde, yıllarca çatıştıkları PKK üyelerinin cezasız kalması veya siyasete katılması düşüncesine tepki gösterecek kişiler olabilir. Özellikle şehit aileleri ve gazilerle yakın ilişki içindeki Jandarma ve Emniyet mensupları, toplumsal tepki konusunda hassastır. Bu nedenle, barış sürecinin devlet açısından “teslim ol, cezanı çek” çizgisinde ilerlemesi güvenlik bürokrasisini rahatlatır. Aksi yönde, genel af gibi hamleler ise kurumlardan içten içe eleştiri alabilir.

Ancak şurası da önemli: Son yıllarda güvenlik kurumları PKK’yı askeri olarak büyük ölçüde zayıflatmıştır. Yurt içinde PKK’nın eylem kapasitesi çok düşmüş, lider kadrolarının önemli bölümü etkisiz hale getirilmiştir. Bu durum, güvenlik elitleri içinde “zaten biz kazandık, neden taviz verelim” düşüncesini güçlendirebilir. Fakat aynı zamanda “nasıl olsa örgüt zayıfken silah bıraktırıp tamamen bitirelim” stratejisine de kapı aralar. Yani güvenlik bürokrasisi, kontrollü bir şekilde örgütün tasfiye sürecine sokulmasına sıcak bakabilir, yeter ki bu süreçte devletin gücü ve otoritesi zedelenmesin.

Askeriye ve istihbarat açısından bir diğer boyut da PKK’nın diğer uzantılarıyla ilişkisidir. PKK’nın Türkiye’de silah bırakması, fakat Suriye’de YPG adı altında varlığını sürdürmesi güvenlik kurmaylarını düşündüren bir senaryodur. Türkiye resmi politikada YPG’yi de PKK’nın bir parçası saydığı için, Öcalan’ın çağrısının Suriye ve Irak’ı kapsayıp kapsamadığı önemli olacaktır. Güvenlik yetkilileri, PKK Türkiye’de silah bıraksa bile Kuzey Irak’taki kampların varlığı veya Suriye kuzeyindeki silahlı yapı devam ettiği sürece temkinli olmaya devam edecektir.

Muhtemeldir ki, MİT ve TSK, Öcalan’ın çağrısının Kandil’deki örgüt yönetimi tarafından tam manasıyla kabul edilip edilmediğini yakından izleyecektir. Zira geçmişte de Öcalan’ın bazı ateşkes çağrıları örgütün tüm birimlerince benimsenmemiş, iç tartışmalar yaşanmıştır. Eğer örgüt içinde ayrılıkçı bir kanat ortaya çıkar veya silah bırakmaya razı olmayan gruplar (örneğin radikal unsurlar veya Suriye kanadı) belirirse, bunlar ileride güvenlik tehdidi olmaya devam edebilir. TSK bu ihtimale karşı hazırlıklı duracaktır. Hatta bölünmeler olursa, silah bırakan kısımla müzakere sürerken silah bırakmayan fraksiyonlara karşı operasyonlar devam edebilir.

İç ve dış güvenlik politikalarına etkileri:

PKK’nın silah bırakma kararı alması, Türkiye’nin iç güvenlik dengelerini kökten etkileyecektir. Öncelikle, 40 yıla yakındır devam eden ve on binlerce can kaybına yol açan bir çatışmanın sona ermesi, Türkiye’nin iç barışına büyük katkı yapacaktır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yıllardır uygulanan olağanüstü güvenlik tedbirlerinin (örneğin uzun süreli sokağa çıkma yasakları, yüksek askeri mevcudiyet, korucu sistemi vb.) gevşetilebilmesi mümkün hale gelir. Bölge halkının günlük hayatını olumsuz etkileyen karakol sayısı, kontrol noktaları azalabilir; normalleşme süreci başlayabilir. Bu da vatandaşların devletle ilişkilerini olumlu yönde etkileyip toplumsal bütünleşmeyi güçlendirecektir.

Terör tehdidinin gerilemesi, Türkiye’nin genelinde güvenlik harcamalarını ve askerî operasyon kaynaklı riskleri azaltır, böylece kaynakların daha fazla ekonomik ve sosyal yatırımlara yönlendirilmesine olanak sağlar. Nitekim çatışmanın bitmesiyle bölgede ekonomik kalkınmanın hızlanacağı, yatırım ortamının iyileşeceği sıkça dile getirilen bir beklentidir.

İç politikada, PKK’nın silah bırakması özellikle Kürt vatandaşların taleplerinin artık şiddet gölgesi olmadan demokratik zeminde tartışılabilmesi anlamına gelir. Bu durum, Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltme fırsatı sunar.

Kürt meselesi bir güvenlik sorunu olmaktan çıkıp siyasi ve kültürel haklar boyutunda ele alınabilecektir. Bu da yeni reform paketlerini tetikleyebilir: Anadilinde eğitim tartışmaları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, siyasi katılım önündeki engellerin kalkması gibi konular silahların gölgesi olmadan daha serinkanlı konuşulabilir.

Örneğin çözüm süreci döneminde hazırlanan demokratikleşme paketlerinin benzerleri yeniden gündeme gelebilir. Bu gelişmeler, Anayasa’nın değişmez ilkeleri çerçevesinde (üniter yapı korunarak) yapılacak düzenlemelerle Kürt vatandaşların sisteme tam entegrasyonunu hedefleyecektir. Böylece ülke içindeki etnik kutuplaşma azalabilir. Ancak bu noktada da Türkiye siyasetinde özellikle milliyetçi kesimlerin tepkisi hesaba katılmalıdır.

PKK silah bıraksa bile onun geçmişteki eylemleri nedeniyle oluşmuş olan güvensizlik hemen ortadan kalkmayacaktır. Devlet, iç güvenlik politikasında temkini elden bırakmayacak, güvenlik birimleri yine de teyakkuzda olacaktır. Çünkü sadece PKK’nın değil, onun boşluğunu doldurabilecek marjinal unsurların da (örneğin IŞİD, Hizbullah/HÜDA-PAR çizgisindeki gruplar veya radikalleşmiş unsurların bireysel terörü) ortaya çıkma riski bulunur. Bu riskler, istihbarat ve terörle mücadele birimlerinin farklı tehditlere odaklanmasını gerektirebilir.

Dış güvenlik boyutunda, PKK’nın silah bırakması Türkiye’nin bölgesel politikasına önemli yansımalar yapar. Öncelikle Irak’ın kuzeyinde yıllardır PKK bahanesiyle yapılan sınır ötesi harekâtlar ve askeri üslere dair gerilimler azalabilir. Ankara ile Erbil (IKBY yönetimi) arasındaki ilişkiler bu sayede daha istikrarlı bir zemine kavuşabilir, zira PKK faktörü aradan çıkarsa Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığı tartışmaları da farklı bir boyuta gelir.

Suriye cephesinde ise, PKK’nın Suriye kolu kabul edilen YPG/PYD meselesi hala çetrefilli olacaktır. Eğer Öcalan’ın çağrısı gerçekten geniş bir silahsızlanmayı içerir ve YPG de buna uyarsa, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin güvenlik endişeleri büyük ölçüde giderilmiş olur. Ancak YPG’nin geleceği, Suriye rejimi ve uluslararası aktörlerle ilişkili bir konu olduğu için, Türkiye belki de PKK kozunu kullanarak YPG’yi zayıflatmayı deneyecektir.

Mesela, Öcalan’ın çağrısına YPG’nin olumlu yanıt vermesi halinde Ankara, Şam yönetimiyle işbirliği yaparak YPG’nin silahsızlandırılmasını talep edebilir. Washington Institute analizine göre, Ankara son dönemde PKK liderliğiyle yürüttüğü görüşmelerde bu dış dinamikleri de gözeterek Suriye ve Irak sahasında baskı kurup bir yandan da diplomasi yürütüyor; bu da barış şansını artıran bir etken olarak görülüyor. Öcalan’ın devreye girmesiyle Suriye’de Türkiye-PYD dolaylı diyaloğu bile gündeme gelebilir. Böylece uzun vadede Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’yi rahatsız eden statüko, Öcalan’ın otoritesinin kullanılabildiği bir uzlaşmaya evrilebilir (örneğin YPG’nin Suriye devletine entegre edilmesi, Türkiye sınırına tehdit oluşturmaması karşılığında Ankara’nın da buna rıza göstermesi gibi). Bu elbette zor ve ucu açık bir süreçtir, ancak PKK’nın silah bırakması bu kapıları aralayabilir.

Uluslararası arenada ise Türkiye’nin terörle anılan bir ülke olmaktan çıkması, imajını düzeltir. Avrupa Birliği ve ABD nezdinde, yıllardır eleştiri konusu olan insan hakları ihlalleri ve çatışma durumu sona ereceği için Türkiye’ye bakış daha olumlu olabilir. AB üyelik müzakerelerinde Kürt meselesi dolaylı bir engel teşkil ediyordu; barış ortamı bu engeli kaldırabilir.

Ayrıca PKK’nın silahsızlanması, örgütün Avrupa’daki finansman ve propaganda ağını da anlamsız kılarak Türkiye-Avrupa ilişkilerindeki gerginlik konularından birini çözer. Yine ABD ile ilişkilerde, Washington’un Suriye’de YPG ile işbirliği konusu Ankara’yı rahatsız ediyordu; eğer PKK-YPG cephesi topyekûn barışa yönelirse ABD’nin de bu politikasını gözden geçirmesi beklenir. Kısacası, PKK’nın silah bırakma çağrısının hayata geçmesi Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda güvenlik politikasının paradigmasını değiştirecek bir adımdır. Devlet, bu değişimin pozitif yönlerini maksimize etmeye, olası risklerini ise minimize etmeye çalışacaktır. Güvenlik perspektifinden temel hedef, PKK’nin bir daha silaha sarılamayacak şekilde tasfiye edilmesi ve ortaya çıkabilecek yeni tehditlere karşı hazırlıklı olunmasıdır.

3. Türkiye’nin siyasi tarihinde çözüm süreci deneyimleri

1993 – Turgut Özal dönemi barış girişimi:

PKK ile ilk ciddi barış teşebbüsü 1993 yılında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın girişimiyle yaşandı. Özal, hem kendi inisiyatifiyle hem de dönemin Jandarma komutanı Eşref Bitlis gibi isimlerin katkısıyla PKK’yı ateşkese ikna etmeye çalıştı. Bu çabanın sonucu olarak PKK lideri Abdullah Öcalan 20 Mart 1993’te ilk kez tek taraflı ateşkes ilan etti. Bu ateşkes kararı, 9 yıldır süren çatışmalarda ilk defa barış umudu doğurdu ve Kürt sorununda çözüm arayışları için önemli bir fırsat penceresi açıldı.

Öcalan, ateşkesin devamı için devletten bazı adımlar bekledi; Özal da karşılıklı iyi niyet adımları peşindeydi. Nitekim hükümet, ateşkesi izleyecek süreçte PKK’lılar için genel af konusunu görüşmek üzere 25 Mayıs 1993’te bir Bakanlar Kurulu toplantısı planlamıştı. Ancak ne yazık ki bu süreç çok kısa sürdü. 17 Nisan 1993’te Cumhurbaşkanı Özal aniden hayatını kaybetti; bu ölüm, barış girişiminin sekteye uğramasında ilk kırılma oldu.

Özal’ın ölümüyle inisiyatifini kaybeden süreç, Mayıs 1993’te PKK içindeki bazı unsurların gerçekleştirdiği Bingöl saldırısıyla tamamen sona erdi. Bu saldırıda PKK’lı militanlar yol keserek silahsız 33 askeri kurşuna dizdi ve öldürdü. 33 askerin şehit edilmesi olayı, ülkede infial yarattı ve devam eden ateşkesi fiilen bitirdi. Öcalan, bu saldırının kendi talimatı dışında gerçekleştiğini iddia etse de, artık ortam eski haline dönmüştü. Haziran 1993’te Öcalan ateşkesin bittiğini resmen ilan etti. Böylece Özal’ın barış vizyonu başarısızlıkla sonuçlandı.

 

1993 sürecinin başarısız olma nedenleri arasında birkaç etken sayılabilir: İlk olarak, devlet içindeki koordinasyonsuzluk ve derin yapıların sabotajları önemli rol oynadı. Özal’ın barış politikasına dönemin Genelkurmay’ı veya bazı bürokratlar tam destek vermemişti. Eşref Bitlis gibi destekleyici isimler şüpheli bir helikopter kazasında Şubat 1993’te hayatını kaybetmiş, bu da Özal’ı iyice yalnız bırakmıştı. 33 asker saldırısının da barışa karşı olan odaklarca tezgahlandığı yönünde iddialar yıllarca tartışıldı. İkincisi, Özal’ın ölümüyle siyasi irade zayıfladı; yerine geçen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Tansu Çiller hükümeti, barış sürecine sıcak bakmadılar. Aksine Çiller 1993 sonrasında “terörle mücadelede en kararlı” politikaları uygulayan isim oldu. Üçüncüsü, PKK içinde de ateşkese tam uyum yoktu; belki örgütün askeri kanadı uzun süre eylemsiz kalmak istemedi veya provokasyona açık haldeydi.

Sonuç olarak 1993 girişimi, kişisel bir inisiyatif olarak kalıp kurumsallaşamadığı ve ömrü yetmediği için tarihe kısa bir “ateşkes denemesi” olarak geçti. Bu deneyimden çıkan ders, barış sürecinin yalnızca liderlerin istemesiyle değil, devlet kurumlarının ortak iradesiyle desteklenmesi gerektiğiydi.

1999 – Öcalan’ın yakalanması sonrası süreç:

15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan, uluslararası bir operasyonla Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirildi. Öcalan’ın yakalanması, PKK tarihinde bir dönüm noktasıydı ve örgüt moral olarak büyük darbe aldı. Öcalan, İmralı’da yargılanıp idama mahkum edildi (sonradan idam cezası kaldırıldığı için müebbet hapise çevrildi). Bu gelişme sonrasında Öcalan, canını kurtarmak ve örgütün geleceğini garantiye almak amacıyla yeni bir strateji izledi: Aynı yıl Eylül 1999’da PKK’ya ateşkes ilan ettirdi ve örgütün silahlı unsurlarının Türkiye sınırları dışına çekilmesi talimatını verdi.

PKK bu çağrıya büyük ölçüde uydu; 2004’e dek sürecek bir tek taraflı eylemsizlik dönemi başladı. Örgüt, ismini KADEK/Kongra-Gel olarak değiştirdiğini duyurarak güya siyasi mücadeleye evrilmek istediğinin sinyalini verdi. Devlet cephesinde ise Öcalan’ın yakalanması “terörün belinin kırılması” şeklinde görülüyor, bu nedenle örgütle diyalog kurmak yerine askeri zaferin tamamlanması gerektiği düşünülüyordu. 1999-2004 arası ateşkes ortamında bile devlet PKK ile resmî bir görüşmeye girmedi. Ancak aynı dönemde Türkiye, AB’ye adaylık süreci çerçevesinde Kürtçe yayın, öğrenim, ifade özgürlüğü gibi alanlarda bazı reformlar yaptı. Bu dolaylı iyileşmeler dışında örgütün siyasete katılımını sağlayacak özel bir mekanizma geliştirilmedi.

PKK cephesi, 1999’dan sonra liderinin hayatının bağışlanması ve belki ileride ev hapsi veya siyasal çözüm umuduyla sabır gösterdi. Fakat 2002-2004’e gelindiğinde örgüt içinde devletin oyaladığı düşüncesi yayılmaya başladı. Avrupa Birliği uyum süreci reformları yapılmıştı ama Öcalan hala İmralı’da tecritteydi, PKK kadroları dağda bekliyordu ve herhangi bir af veya siyasete katılım projesi yoktu.

Üstelik 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaliyle Kuzey Irak’ta otorite boşluğu oluşmuş, PKK buradaki kamplarında yeniden toparlanma imkanı bulmuştu. Neticede 1 Haziran 2004’te PKK ateşkesi bozduğunu ilan ederek tekrar silahlı eylemlere başladı. 1999 sonrası sürecin başarısızlığında başlıca neden, karşılıklı etkileşimin olmaması ve tek taraflı adımların boşa düşmesiydi. PKK ateşkes yapıp çekilirken devlet bunu yeterli görüp “sorun çözüldü” rehavetine kapıldı, siyasi bir çözüm mekanizması kurmadı. Öcalan’ın önerdiği “Devlet çözüm için adım atarsa biz de tamamen bırakırız” mesajları yanıtsız kaldı. Ayrıca 1999-2004 arasında TSK içinde “bitirdik” algısı hakim olduğundan operasyonlar dahi azalmış, bu da PKK’nın yeniden güç toplamasına imkan vermişti.

Ders: Tek taraflı ateşkes sürdürülebilir barış getirmiyor; devletin de karşılık gelen adımları gerekli. Bu dönemde belki bir diyalog kanalı kurulsa ve kademeli silah bırakma müzakere edilseydi, farklı bir sonuç olabilirdi. Fakat 90’ların acı hatıraları ve PKK’ya güvensizlik, o dönemde böyle bir girişime engel oldu.

2009 – Demokratik açılım süreci:

AK Parti iktidarının ikinci döneminde (2007 sonrası) Kürt sorununda yeni bir yaklaşım filizlendi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2005 Diyarbakır konuşmasında “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyerek önceki inkarcı dil yerine sorunu tanıyan bir söylem benimsedi. 2009’da hükümet resmen “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adıyla bilinen Demokratik Açılım sürecini başlattı.

Bu süreç, PKK ile doğrudan müzakere şeklinde olmasa da, Kürt vatandaşların haklarını genişletip terörün zeminini kurutmayı hedefleyen politik ve toplumsal adımlar dizisiydi. Öncelikle devlet televizyonunda 24 saat Kürtçe yayın yapan TRT Kurdi açıldı; üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri kurulmasına izin verildi; köy isimlerinin iadesi gibi kültürel haklarda iyileştirmeler yapıldı. Ardından hükümet, PKK’nın da sürece dahil olmasını sağlayacak bazı hamleler planladı. Öcalan ile İmralı’da görüşmeler yeniden başladı, MİT yetkilileri ve bazı AK Parti temsilcileri Avrupa’da PKK’nın siyasi kanadı temsilcileriyle (KCK yöneticileriyle) Oslo’da gizli toplantılar yaptı (2009-2011 Oslo Görüşmeleri). 2009 Ağustos ayında İçişleri Bakanı Beşir Atalay süreci kamuoyuna duyurup muhalefetle görüşmeler yaptı. Toplumun farklı kesimleriyle temas kurmak, destek aramak için çalışıldı.

Demokratik Açılım’ın en kritik hamlelerinden biri, Ekim 2009’da Habur Sınır Kapısı’ndan “Barış Grupları” adı verilen PKK’lı bir grubun Türkiye’ye getirilmesiydi. Öcalan’ın çağrısıyla Avrupa’dan ve Kandil’den gelen toplam 34 PKK mensubu, Habur’da güvenlik güçlerine teslim oldu ancak bir jest olarak hemen tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar. Bu olay, sürecin iyi niyet göstergesi olarak düşünülmüştü.

Ne var ki Habur’da bu kişiler yüzlerce kişi tarafından adeta törenle karşılandı, televizyonlarda “PKK’lıların zafer havasında giriş yapması” görüntüleri yayıldı. Türk kamuoyunun özellikle batı kesiminde ve şehit ailelerinde büyük tepki oluştu; muhalefet partileri AK Parti’yi “teröristleri kahraman gibi karşılamakla” suçladı. Neticede hükümet bu tepkiler üzerine frene bastı.

Habur sonrası gelen 34 kişiden 13’ü hakkında kısa süre içinde tutuklama kararları çıktı , yani yargı süreci tavizsiz uygulandı. Yine Aralık 2009’da Anayasa Mahkemesi, PKK’nın o dönemki legal siyasi partisi olan DTP’yi kapattı ve Ahmet Türk, Aysel Tuğluk gibi vekillerin milletvekilliklerini düşürdü. Aynı zamanda KCK operasyonları adı altında yüzlerce Kürt siyasetçi ve aktivist tutuklandı (2009-2011 arası). Tüm bunlar açılım sürecine ağır darbe vurdu. Muhalefet (CHP ve MHP) başından beri sürece karşıydı; Meclis’te açılım görüşmeleri yapıldığında sert eleştiriler getirdiler ve konuyu seçim meydanlarında kullanmaya başladılar. MHP lideri Devlet Bahçeli “açılım tuzağına düşmeyin” diyerek halkı uyardı, CHP de gensoru önergesi verdi.

Bu gelişmeler ışığında 2009 açılımı 2010’a gelindiğinde büyük ölçüde toplumsal desteğini ve ivmesini yitirdi. Yine de hükümet bazı demokratikleşme adımlarını sürdürdü; 2010 referandumuyla yargıda reformlar yapıldı, 2012’de “4. Yargı Paketi” gibi paketlerle ifade özgürlüğü alanında iyileştirmeler gündeme geldi. Fakat sahada çatışmalar yeniden tırmanmaya başlamıştı.

2011 seçimleri öncesinde PKK eylemlerini artırdı, Silvan’da bir saldırıda 13 asker şehit oldu (Temmuz 2011). Bu olay Oslo’daki gizli görüşmelerin de ifşa edilmesiyle birleşince, müzakereler tamamen koptu. 2011 sonbaharında ayrıca Uludere/Roboskî olayı meydana geldi: TSK’nin hava harekatında kaçakçılık yapan 34 sivil Kürt vatandaşı yanlışlıkla bombalanarak öldürüldü. Bu trajedi, Kürt halkının devlete güvensizliğini derinleştirdi. Yine Ocak 2013’te Paris’te PKK’nın kurucularından Sakine Cansız ve iki kadın aktivist suikasta uğradı. Tüm bu faktörler 2009’da başlayan açılım sürecini adeta sabote etti.

Açılımın dersleri şunlar oldu: Toplumsal algı yönetimi son derece önemlidir. Habur görüntüleri gibi ters etki yaratan olaylar süreci baltalayabilir. Ayrıca muhalefetin sürece dahil edilmemesi, onların bunu siyasi bir saldırı fırsatı olarak kullanmasına yol açtı. CHP ve MHP’nin dışarıda kalması kamuoyunda bir konsensus oluşmasını engelledi.

Devlet kurumları içinde de tam uyum sağlanamadı; yargı organları ve güvenlik bürokrasisi kendi bildiğini okuyarak (parti kapatma, KCK tutuklamaları) süreci zora soktu. Yani devlet içinde farklı kanatların çatışması açılımı başarısızlığa götüren bir diğer faktördü. Nitekim sonradan ortaya çıktığı üzere bu dönemde Gülen hareketine mensup yargı ve emniyet mensupları, hükümetin açılım politikasına rağmen KCK tutuklamalarıyla süreci baltalamış; MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı 2012’de ifadeye çağırıp gözaltına almaya kalkarak (Oslo görüşmeleri nedeniyle) müzakere ekibini hedef almıştır. Kısacası 2009-2011 açılım deneyimi, koordinasyonsuzluk, zamansız adımlar ve muhalefetsiz yürütmenin zorlukları nedeniyle başarıya ulaşamadı.

2013-2015 – Çözüm süreci:

Türkiye’nin en kapsamlı ve sistematik barış girişimi, 2013 başında başlayan ve kamuoyunda “Çözüm Süreci” diye adlandırılan dönemdir. Bu süreçte önceki deneyimlerin hatalarından kısmen ders alınmış ve daha planlı bir yol izlenmiştir. Aralık 2012’de Başbakan Erdoğan, devletin İmralı’da Öcalan ile görüşmeler yaptığını açıkça duyurdu. Ardından 2013’ün ilk aylarında hükümet temsilcileri (MİT Müsteşarı başkanlığında) ile HDP’li siyasetçilerden oluşan İmralı Heyeti arasında mekik dokuyan görüşmeler başladı.

Öcalan ile doğrudan temas kuruluyor, onun mesajları Kandil’deki örgüt liderliğine ve Avrupa’daki diaspora kadrolarına iletiliyordu. Bu kez süreç şeffaf olmasa da resmî bir hüviyete büründü: Hükümet çözüm süreci için yasal dayanak oluşturmak üzere 2014’te kanun çıkardı, TBMM’de “Çözüm Komisyonu” kuruldu, Akil İnsanlar Heyeti oluşturularak toplum nezdinde destek arayışına girişildi. 21 Mart 2013’te Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında Abdullah Öcalan’ın tarihi mektubu okundu.

Öcalan mektubunda “Silahlı mücadele yerini demokratik siyasi mücadeleye bırakmalıdır” diyerek PKK’ya sınır dışına çekilme ve çatışmayı bitirme çağrısı yaptı. Bu ilan, 30 yıldır devam eden çatışmanın resmen bittiği şeklinde yorumlandı. Nitekim PKK militanları 2013 Nevruz’unu takiben Türkiye topraklarını terk etmeye başladı, ilk gruplar sınır ötesine geçiş yaptı. Bu gelişme, çözüm sürecinin en somut başarısı olarak kaydedildi.

Sürecin ilerleyen safhalarında karşılıklı adımlar atılmaya çalışıldı. Hükümet, demokratikleşme yönünde bazı yasal düzenlemeler yaptı (Eylül 2013 Demokratikleşme paketi ile seçimlerde Türkçe dışındaki dillerin kullanımının serbestisi, özel okullarda Kürtçe eğitim imkanı, köy isimlerinin iadesi vb). Ayrıca 2014’te çözüm sürecine dair çerçeve yasa çıkarıldı ve süreci yöneten kamu görevlilerine hukuki koruma sağlandı. Akil İnsanlar Heyeti adıyla sivil toplum temsilcileri 7 bölgede halka süreç hakkında bilgi verip görüş topladı, toplum nabzı tutuldu.

Bu çabalar, barış girişimine toplumsal meşruiyet kazandırmayı amaçlıyordu. Bu dönemde çatışmasızlık ortamı sayesinde bölgede nispi bir huzur ve ekonomik canlılık yaşandı; süreç halk arasında temkinli de olsa bir iyimserlik yarattı. Ancak süreç dümdüz ilerlemedi, zikzaklar ve krizlerle doluydu. 2013 ve 2014 boyunca her iki tarafı da rahatsız eden olaylar yaşandı: Örneğin 2013’te Paris’te üç kadın PKK’lı aktivistin öldürülmesi (faili meçhul kaldı) sürece yönelik bir provokasyon olarak değerlendirildi.

Yine 2014’te IŞİD’in Ayn al-Arab kasabasına veya Kürtçe adıyla Kobani’ye saldırması ve Türkiye’nin Kobani’ye yardım konusunda isteksiz görünmesi üzerine, HDP’nin çağrısıyla 6-8 Ekim 2014’te Türkiye genelinde Kobani protestoları patlak verdi; olaylarda 40’tan fazla kişi hayatını kaybetti. Bu şiddetli olaylar, taraflar arasında güvensizlik yarattı. Hükümet kanadı, PKK’yı söz verdiği halde çekilmeyi durdurmakla ve şehirlerde gençlik yapılanması (YDG-H) üzerinden hendekler kazarak silah yığınağı yapmakla suçluyordu.

Nitekim çözüm süreci esnasında “öz yönetim” adı altında bazı hazırlıklar yapıldığı sonradan ortaya çıktı; PKK, devletin süreç devam ederken bölgede yeni karakollar inşa etmesini, askeri yığınak yapmasını bahane ederek tam çekilmeyi gerçekleştirmediğini ifade etti. Devlet istihbaratı ise PKK’nın çekilme oranının düşük olduğunu, silahlı unsurların önemli kısmının Türkiye’de kaldığını raporluyordu.

Tüm bu zorluklara rağmen süreç Mart 2015’e kadar devam etti. 28 Şubat 2015’te İmralı heyeti ile hükümet temsilcileri Dolmabahçe Sarayı’nda ortak bir basın açıklaması yaptılar. Bu açıklamada Öcalan’ın hazırladığı 10 maddelik müzakere taslağı okundu ve Öcalan’ın, PKK’yı bahar aylarında olağanüstü kongre toplayarak silah bırakma kararı almaya davet ettiği duyuruldu. Bu an, çözüm sürecinin en doruk noktasıydı ve adeta barışın eşiğine gelindiğini gösteriyordu.

Fakat maalesef bu iyimser hava çok kısa sürdü. Mart 2015 içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe mutabakatına kendi rızasının alınmadığını belirterek karşı çıktı ve “Mutabakatı tanımıyorum” dedi. Bu çıkış, devlet içinde görüş ayrılığını ve özellikle seçim arifesinde Erdoğan’ın milliyetçi tabandan gelen tepkileri gözettiğini ortaya koydu. Nitekim hemen ardından Haziran 2015 genel seçim sürecine girildi. HDP, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla Erdoğan’ın başkanlık planlarına meydan okudu ve barajı geçerek %13 oy aldı. AK Parti ilk kez tek başına çoğunluğu kaybetti.

Bu siyasi tablo, çözüm sürecine dair dengeleri sarstı. Seçim sonrası koalisyon arayışları sürerken Temmuz 2015’te önce Suruç’ta bir IŞİD intihar saldırısı 33 genci öldürdü, ardından hemen ertesi gün Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde 2 polis evlerinde öldürülmüş bulundu. Hükümet, Ceylanpınar’daki polis cinayetlerini PKK’nın yaptığını ilan ederek bunun çözüm sürecini bitiren olay olduğunu açıkladı. (Daha sonra bu saldırının faili netleşmemiş, PKK üstlenmemiş olsa da hükümet için kırılma noktası oldu.)

24-25 Temmuz 2015’te TSK hem PKK kamplarına hem IŞİD hedeflerine karşı kapsamlı hava harekatları başlattı. Böylece resmen çözüm süreci sona erdi ve çatışma dönemi yeniden başladı. Sonbahar 2015’te PKK şehirlerde “özyönetim” ilan ederek hendek-barikat eylemlerine girişti, devlet de tank ve topyekun operasyonlarla Cizre, Sur, Nusaybin gibi ilçelerde bu kalkışmayı bastırdı. 2016’ya gelindiğinde çözüm sürecinden eser kalmamış, taraflar en şiddetli çatışma haline dönmüştü.

2013-2015 çözüm süreci neden başarısız oldu sorusu hala tartışılır ve bu deneyimden çıkarılacak birçok ders vardır. Birincisi, zamanlama ve siyasi konjonktür çok önemlidir. 2015’teki seçim atmosfesinde taraflar (özellikle hükümet kanadı) barış sürecini iç politik hesaplara kurban etti. Erdoğan, başkanlık hedefi tehlikeye girince MHP tabanının oylarına ihtiyaç duydu ve çözüm sürecini sürdürmeyi siyasi risk olarak gördü. İkincisi, karşılıklı güven inşası yetersiz kaldı.

Her iki taraf da diğerinin süreci suistimal ettiğine inanmaya başladı: Devlet, PKK’nın silah bırakmaya niyeti olmadan şehirleri silahlandırdığını düşündü; PKK ise devletin oyalayıp güç kazandığına, Öcalan’ı sadece kendi çıkarına kullandığına inandı. Bu güvensizliği pekiştiren olaylar (Kobani olayları, hükümetin Dolmabahçe’yi reddi, vb.) zamanla birikerek süreci çökertti. Üçüncüsü, sürecin toplumsal meşruiyeti tam sağlanamadı. Akil İnsanlar Heyeti gibi çabalar olsa da, özellikle Türk milliyetçi kesimleri ikna etmek zor oldu. Muhalefet partileri (CHP ve MHP) dışarıda kaldığı için, geniş bir ulusal konsensus oluşmadı. Hatta çözüm süreci ülkede kutuplaşmayı da beraberinde getirdi; destekleyenler ve karşı çıkanlar olarak toplumu böldü. Dördüncüsü, silah bırakma konusunda somut mekanizmalar kurulmamıştı. PKK kadrolarının geleceğine dair (af, entegrasyon vs.) bir yol haritası belirsizdi, silahların kim tarafından nasıl toplanacağı muğlak kaldı. Uluslararası gözlemci önerisi tartışıldı ama kabul görmedi, bu da izleme ve denetim eksikliği yarattı. Beşincisi, devlet içi direnç halen mevcuttu. Özellikle yargı ve bürokrasi içinde çözüm sürecine şüpheyle bakanlar vardı. Örneğin 2014 başında FETÖ’cü savcıların MİT tırlarını durdurması gibi olaylar, hükümeti güvenlik bürokrasisinde de temizlik yapmaya yöneltti, bu da sürecin odağını dağıttı. Adnan Boynukara’nın analizi, çözüm sürecinin devlet aygıtındaki farklı vizyonların çatışmasına sahne olduğunu, “eski vesayet odakları” denen yapıların süreci provoke etmeye çalıştığını ortaya koyar. Nitekim çözüm süreci sürerken bile bazı kesimler “Devlet, PKK’ya taviz veriyor” propagandası yaparak psikolojik harekat yürüttü, bu da siyasi iradeyi zaman zaman geri adım attırdı. PKK tarafında da hatalar vardı: Özellikle 2015’te şehirlerde silahlı kalkışma stratejisi (hendekler) halk desteğini büyük ölçüde kaybettirdi ve devletin eline güçlü bir meşruiyet argümanı verdi. Bir kısım PKK yöneticisinin gençleri öne sürerek bu maceraya girmesi, örgütün çözüm sürecine sadakatini sorgulattı.

Tüm bu dersler ışığında, 2013-15 süreci kısmi başarılar ve ağır başarısızlıklarla dolu karmaşık bir deneyim olarak tarihe geçti. Bu süreçte ilk kez taraflar masada ciddi şekilde konuşabildi, Öcalan devlet muhatabı olarak kabul gördü ve şiddetin durduğu iki yıl yaşandı. Bu açıdan bakıldığında, ilerisi için bir model ve umut ışığı bıraktı. Ancak sonunda yeniden savaş haline dönülmesi güven ortamını sarstığı için, bir sonraki denemenin daha farklı parametrelerle kurgulanması gerektiği açıktı.

Önceki süreçlerden çıkarılabilecek dersler ve mevcut sürecin farklılıkları: Türkiye’nin 1990’lardan bugüne farklı barış girişimleri incelendiğinde, başarı için bazı ortak şartlar belirmektedir: Karşılıklı siyasi irade ve kararlılık, toplumsal destek ve meşruiyet, devlet kurumları arasındaki uyum, şeffaf ve gerçekçi bir müzakere planı, provokasyonlara karşı direnç ve sabır, uluslararası iyi uygulamalardan yararlanma gibi faktörler kritik görünüyor. Geçmişte bunlardan biri veya birkaçı eksik olduğunda süreçler akamete uğradı. Örneğin 1993’te devlet içi uyum yoktu, 1999’da karşılıklı müzakere yoktu, 2009’da toplumsal destek zayıfladı, 2013’te provokasyonlara karşı direnç sağlanamadı. Şimdi, Öcalan’ın olası yeni çağrısıyla başlayabilecek bir süreçte tüm bu deneyimleri göz önüne almak gerekiyor.

Mevcut şartlar, geçmişten bazı yönleriyle daha elverişli bazı yönleriyle ise daha zorludur. Bir tarafta, PKK’nın askeri kapasitesi tarihinin en düşük noktasına yaklaşmıştır. TSK’nın başarılı operasyonları sayesinde örgüt lider kadroları ve lojistik imkanları ciddi darbe yemiş, Türkiye sınırları içinde etkinliği çok azalmıştır.

Bu durum, devletin elini güçlendirmekte ve PKK’yı müzakereye mecbur bırakmaktadır. Örgüt de bu gerçeği görerek Öcalan’ın otoritesine başvurmak zorunda kalabilir. Ayrıca Öcalan artık 70’li yaşlarında ve yaklaşık 25 yıldır cezaevinde; sağlık durumu ve kendi özgürlüğü arzusu gibi nedenlerle de barış konusunda daha istekli olabilir. Öcalan’ın hapisten çıkma umudu, örgüt tabanını da silah bırakma seçeneğine ikna edecek güçlü bir motivasyon olabilir.

Devlet tarafında ise 2016 sonrasında güvenlik bürokrasisi büyük ölçüde tek ses haline gelmiştir; önceki gibi paralel yapılar ya da vesayet odakları önemli oranda tasfiye edilmiştir. Bu, yeni bir çözüm sürecinde devlet içi direnç ihtimalini azaltan bir etmendir. Nitekim 2023 sonlarında hükümet kanadından gelen örtülü mesajlar, devletin daha hazırlıklı ve dersini almış biçimde görüşmelere yaklaştığını gösteriyor.

İddiaya göre bu kez kamuoyuna ani sürprizler yapmaktan kaçınma, adımları olgunlaştıktan sonra açıklama, dış politikada (Irak, Suriye) gerekli zeminleri hazırlama gibi daha “akıllı diplomasi” yöntemleri uygulanmaktadır. Eğer doğruysa, bu strateji geçmiş hataları tekrar etmeme niyetini ortaya koyar.

 

Öte yandan zorluklar da yok değildir. Özellikle Türk kamuoyunda 2015’teki şehir çatışmaları ve hendek terörünün bıraktığı kötü izler halen tazedir. Birçok kişi “denedik olmadı, yine olmaz” şeklinde umutsuz veya karşıt bir tutuma sahip olabilir. Milliyetçi siyasi atmosfer, 2015’e kıyasla belki daha da güçlüdür; zira iktidar ortağı MHP hala Kürt açılımı tarzı girişimlere kategorik olarak karşı.

2023 seçimlerinde HDP (yeni adıyla Yeşil Sol/DEM) muhalefet blokunda yer aldı ve mevcut iktidar bunu sert şekilde eleştirdi. Toplumdaki kutuplaşma daha belirgin hale geldi. Bu durumda yeni bir çözüm sürecini siyasi olarak savunmak, iktidar için riskli olabilir. Ancak bir fark, iktidarın medya ve kamuoyu üzerindeki kontrolünün geçmişe göre daha fazla oluşudur; kendi tabanını ikna edecek propaganda gücüne sahip olmasıdır. Yine de geniş bir ulusal uzlaşı oluşturmak için muhalefetle iletişim kanalları kurmak gerekebilir.

HDP’nin legal siyasetteki konumu da önceki süreçten farklı: 2013’te HDP aktif arabulucuydu, bugün ise HDP yöneticilerinin bir kısmı hapiste, parti kapatma tehdidiyle karşı karşıya. Yeni süreçte bu engelleri aşmak için belki HDP üzerindeki baskıların azaltılması, hukuki durumunun netleştirilmesi (örneğin kapatma davasının geri çekilmesi) gibi jestler gerekebilir.

Bir diğer fark, uluslararası konjonktürdür. 2013’te Arap Baharı sonrası bir ortam vardı; bugün Suriye’de kartlar yeniden dağıtılıyor, Rusya-Ukrayna savaşı gibi jeopolitik gelişmeler Türkiye’nin önemini artırdı. Batı dünyası Türkiye’nin iç barışını destekleyecek, belki kolaylaştırıcı rol oynayacak eğilimde olabilir (AB özellikle). 2013’te böyle bir dış kolaylaştırıcı yoktu, hatta Suriye krizi süreci olumsuz etkilemişti. Şimdi Suriye’de IŞİD tehlikesi bertaraf edilmiş durumda; Türkiye de Esad yönetimiyle yakınlaşma sinyalleri veriyor. Bu bağlamda PKK/YPG’nin durumu yeni denklemde ele alınabilir ve belki bölgesel anlaşmalarla çözülebilir.

Özetle, mevcut olası süreç geçmişten şu farklılıklara sahip olabilir: Devlet aklı, önceki hataları minimize edecek şekilde plan yapmaya daha yatkın; örgüt tarafı zayıfladığı için müzakere masasında daha düşük profilde; Öcalan faktörü yeniden merkezi rolde; bölgesel şartlar değişmiş; iç siyasette ise milliyetçi hassasiyetler hala yüksek ama iktidar kontrol mekanizmaları güçlü.

Önceki süreçlerden öğrenilen en önemli ders, kalıcı barışın uzun soluklu ve kapsamlı bir toplumsal dönüşüm gerektirdiğidir. Sadece silahların susması yetmez, Kürt sorununun ekonomik, kültürel, psikolojik boyutlarıyla da ilgilenmek gerekir. 2013-2015 döneminde kısmen başlayan bu kapsamlı yaklaşımın, yeni süreçte daha da derinleştirilmesi icap edecek. Ayrıca şeffaflık ile gizlilik dengesine dikkat edilmesi gerektiği anlaşıldı: Kamuoyu tüm ayrıntıları bilmeyebilir ama belli bir şeffaflık güven artırır; dedikodu ve provokasyonların önünü alır.

Sonuç itibariyle, Abdullah Öcalan’ın PKK’nın feshi ve silah bırakma çağrısı yapması tarihi bir adım olacaktır. Bu adımın başarıya ulaşması, hukuki meşruiyetin sağlanması (anayasal ilkelere sadakat ve gerekli yasal düzenlemeler), devletin güvenlik endişelerinin giderilmesi (silahların denetimli terki, terörün tamamen son bulması) ve toplumun geniş kesimlerinin desteğinin kazanılması ile mümkündür.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değiştirilemez ilkeleri çerçevesinde, üniter devlet yapısını koruyarak ancak demokratik ve çoğulcu bir anlayışla Kürt meselesine kalıcı bir çözüm bulunması, hem 40 yıllık çatışmanın sonlandırılması hem de ülkenin birlik ve beraberliğinin güçlenmesi anlamına gelecektir. Bu süreç uluslararası hukuk ve deneyimlerle uyumlu şekilde ele alınırsa –örneğin insan haklarına saygılı, mağdurları gözeten, silah bırakanları topluma kazandıran bir perspektifle– Türkiye’nin hem iç barışı tesis etmesi hem de bölgesel istikrara katkı sunması beklenir.

Geçmişteki süreçlerin tecrübesi, bugün atılacak adımlar için yol gösterici olmaktadır: Samimi siyasi irade, hukuki zemin, güvenlik garantileri ve toplumsal diyalog bir arada olduğunda barış şansı yüksektir. Öcalan’ın çağrısı etrafında şekillenen yeni sürecin de bu prensipler ışığında dikkatle yönetilmesi halinde, Türkiye tarihi bir sorunu demokratik bir olgunlukla çözme yolunda belki bu kez mesafe alabilecektir.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *