Okuma oranlarının bu kadar az olduğu bir toplumda yazmak biraz deli işi gibi algılanabilir. Veya tam tersi… Sait Faik’in dediği gibi: “Yazmasam deli olacaktım.” Veya o deliyi anlamak için yazdım.
Bir önceki yazımda kişilere, ilişkilere, hayata ve en önemlisi kendimize “Neden?” sorusunu sormamız gerektiğine, yazmanın doğru soruları sormakla ilişkili olduğuna değinmiştim. Yazmak ile ilgili kaynakların hemen hepsinde okumanın bir gereklilik olduğu belirtilir. Usta yazarların yazar adaylarına en önemli tavsiyelerinden biridir okumak.
Hanry Truman, “Her okur bir lider değildir fakat her lider bir okur olmalıdır,” uyarısında bulunmuştur. Victor Hugo, “Bilge kişiler hayatın dertlerine çareyi kitaplardan bulurlar,” Thomas Carlyle, “Bugünün gerçek üniversitesi, bir kitaplıktır,” William Shakespeare, “Kitaplarım bana yetecek kadar büyük bir krallıktır,” demiştir. Okumanın gerekliliğine ve faydalarına geçmeden önce zihnin veriyi nasıl değerlendirdiğine bakmak gerekir.
Ne? Nasıl? Neden?
“Zeleny (1987) ve Ackoff (1989) tarafından öne sürülen VEBB (Veri, Enformasyon, Bilgi, Bilgelik) hiyerarşisi. Veri, enformasyon (malumat), bilgi ve bilgelik (irfan) kavramlarını bir piramit şeklinde ifade ettiğimizde en altta veri yer alacaktır, sonra sırasıyla enformasyon, bilgi ve bilgelik gelir. Bu hiyerarşide yer alan aşamalar temelden tepeye doğru:
Veri: “Gerçek”
Enformasyon (Malumat): “Ne olduğunu bilme”
Bilgi: “Nasılı bilme”
Bilgelik (İrfan): “Nedenini bilme”
şeklinde sıralanmıştır.”
Veri ne kadar somut ise bilgelik o kadar soyut bir boyutta yer alır. Yani veriden bilgeliğe gittikçe kavramlar daha soyut bir hâl alır. Enformasyon (malumat) verinin ilişkili bağlantılar sonucunda anlam kazanmış hâlidir denilebilir. Bilgi, bilen tarafından içselleştirildiği, tecrübe ve algıları tarafından şekillendirildiği için genellikle kişisel ve özneldir. Bilgelik ise ileriyi görebilme, sağlıklı değerlendirme ve karar verme konusunda bilginin nasıl kullanacağımıza ilişkin anlayış kazanma durumu olarak tanımlanabilir. Bilgelik keşfetme ve buluş aşamasıdır.”(1)
Okuyarak, duyarak, görerek, dokunarak ve tadarak verinin ne olduğu ve nasıl bir yapıda olduğu tespit edilebilir. Enformasyon (malumat) aşamasında elde edilen veri; diğer bilgi, deneyimlerle ilişkilendirilir ve daha önceden edindiğimiz, anlam veremediğimiz düşüncelerimizi -karmaşık olan bilgiyi- düzenlemede kaynak olarak kullanılabilir. Bazı hesaplamalar neticesinde parçalar ilişkilendirilir, kurulan bağlantılar sayesinde de zihin verileri anlamlı bir şekilde işler. Eğitim sistemimizdeki sorun tam da enformasyon aşamasında ortaya çıkmaktadır, bu aşama ilerletilmeyerek öğrenme yarım bırakılmaktadır. Asıl iş, zihni daha aktif çalıştırma aşaması, malumatı aldıktan sonra başlar aslında. Merak uyandırılıp elde edilen verilerden ilgi alanı doğrultusunda, araştırma işlemine devam edilmelidir. Kişi veya öğrenci bu sayede araştırma aşamasında elde ettiklerini bütünlemeye başlayacak, sağlıklı öğrenme gerçekleşecektir. Böyle bir öğrenme türü ezbere dayalı olmayacaktır. Kişi, kendi zevki için okuyacak, öğrenecek ve tespit ettiği amacına uygun olarak hareket edecektir çünkü. Belirlenen amaç doğrultusunda kendini anlayacak ve anladığı üzerinden üretmeye başlayacaktır.
Aydınlanma Mirası Kitaplar
Kişinin kendisi ile ilgili bilgeliğe (irfan) sahip olması (kendini gerçekleştirme) ürettiğini sunma aşamasıdır. Kendini anlar, amaçlarını tespit eder ve tüm benliğinin bütünüyle (bilinciyle, kavradıklarıyla, bedensel gücüyle, doğuştan gelen yetenekleriyle ve ruhuyla) yeni bir veri üretir. Ve veri döngüsü evrimleşerek, yani gelişerek devam eder. Bizden öncekiler, insanlığın önündeki sorulara cevap vermek için çalışarak elde ettikleri verileri yeni nesle miras bırakmıştır. Biz de bizden sonrakilere miras bırakacağız, böylelikle yaşamamızı isteyen şeyin “ne” olduğunu, “neden” var olduğumuzu, “nereden” geldiğimizi ve “nereye” gideceğimizi, “neyi” “nasıl” ve “ne zaman” yapmamız gerektiğinin cevabını öğreneceğiz. Ve bu yolculuğu “kim”lerle yapacağımızın kararını vereceğiz. Aydınlanmayı piramidin tepesine çıkabilen toplumlar yaşayacaktır, o toplumu var edecekler ise ilim, irfan sahibi (aydın) kişilerdir. Öğrenen, yaşadığı çevreyi gözlemleyen, kendine ve etrafındaki her şeye tanıklık eden; olaylar, duygular ve kişiler hakkında düşünerek sorgulayan, zihnini zorlayan kişilerdir aydınlar.
Sadece malumat almış biri kurallı cümleler kurarak yazı yazabilir. Yazı yazabiliyor olması onu aydın yapar mı? Piramidin tepesi… Aydın olmak, yaratıcı (yetkin olduğu alanda; mevcut yapıyı geliştirebilen, bilgiyi, deneyimi ve öngörüyü sentezleyerek yeni fikirler üretebilen, gerçeğe ulaştırıcı güçlü sezişleri olan ve onları uygulayabilen kişiler) olmak ile ilgilidir.
Yukarıda anlattığım tüm aşamalar aynı zamanda -özellikle- roman yazmak için gerekli olan yapıdır. Kurmaca yapıtlar, yazılması en zor türdür. Çünkü bir hayali varmış gibi yazmak -gerçeği bozmak ve hayal dünyasında yeniden inşa etmek- var olanı yazmaktan daha güçtür. Yazarken aslında VEBB (Veri, Enformasyon, Bilgi, Bilgelik) hiyerarşisi takip edilir. Dijital göçmenlerin (1980 öncesinde doğmuş olan nesil) yazmak üzerine yazdığı kitaplarda, yazı yazarken detaylı olarak teknolojinin nasıl kullanılacağı ile ilgili bir bilgi -okuduklarım arasında- bulunmamaktadır. Yapay zekâların şiir yazabildiği bir dönemdeyiz. “Yapay zekâ botuna 2865 tane aşk romanı okuttu ve artık Google'ın bir şairi var,” diye ifade edilmiştir. Teknolojinin yazarken nasıl kullanılacağı konusuna gelmeden önce yazmak için “Neden okumak gerekir?” sorusu biraz irdelenmelidir. Yazmak için okumanın şart olduğu tavsiyelerine ek olarak hızlı yazabilmek için teknolojiyi takip etmek gerekir. Konu fark etmeksizin iki ayda yaklaşık üç yüz sayfa roman yazılabilir. Eserin kalitesi kişinin okuma hızına, deneyimine ve bilgi birikimine göre değişim gösterecektir. Çünkü verilen veya yazılmak istenen konu için bir araştırma aşaması olacaktır. Burada hızlı okuma önem kazanmaktadır. Bilgiyi analiz edip diğer verilerle birlikte başka bir forma sokma aşaması ile de süreç devam edecektir. Bilgisayar programlarıyla uğraşmış biri olarak örneklememi yine bilgisayarlar ve bilgisayar programlarının çalışma prensibi, mantığı çerçevesinde yani teknoloji üzerinden değerlendireceğim.
İnsan beyni kaç gigabayttır? Bu soruya İngiliz bilim dergisi New Scientist, “Filler Neden Zıplayamaz?” isimli kitabında Londra College Üniversitesi Nöroloji Birimi şöyle cevap verir: “Eğer her bir nöronun 1 baytlık veri taşıdığını varsayarsak beyin 4 terabayt kapasitesinde olabilir. Bu da 4 bin gigabayttır. Fakat beyinde her bir nöron için 50 bin sinapsis (bağlantı noktası) bulunduğunu düşünürsek beynin kapasitesinin 500 terabayttan daha fazla olabileceğini görürüz. Bu da ortalama olarak 1000’in üzerinde bilgisayara tekabül eder. Ancak bilgisayarların aksine beynin belleği dolmaz, öğrendikçe genişler.”
Beyin fizyolojisi alanında araştırmalarıyla dikkat çeken Prof. Dr. Sinan Canan, insan beyninin kocaman bir bellek olduğunu belirterek şunları söyler: “İnsan hafızası bizim teknolojimizi aşan bir durum. Ancak bilgisayara benzeterek bir tahminde bulunabiliyoruz. Yaklaşık 20 milyar civarındaki hücre ve bunlar arasındaki bağlantıları hesaplarsak yaklaşık 2,5 milyon gigabayt hafızamız var. Bu 300 yıl süren bir HD filmi kaydetmek demektir.”
Bazı araştırmacılar, insan beyninde yaklaşık 100 milyar nöron bulunduğunu, bu nöronlardan her birinin ortalama 1000 bağlantı kurduğunu ve bu da yaklaşık 1000 potansiyel sinaps anlamına geldiğini ifade eder. Ayrıca verilerin depolandığı bu sinapsların toplam sayısına baktığımızda 100 trilyon veri noktasına yani yaklaşık 100 TB’lık bir alana ulaştığımızı söyler.
Veriler oldukça yüksek fakat şu anki teknoloji ile şimdilik kesin bir sayıdan bahsetmek mümkün görünmüyor. “Beyin öğrendikçe genişler,” yani genişlerken oluşan yeni sinaptik bağlantı sayısı arttıkça yeni öğrenmeler gerçekleşir, bilgi artar, bağlanma sayısı da ona bağlı olarak doğru oranda artış gösterir. Yeni bilgi girdi verisi ile üretilen bilgi veya eser ile de çıktı verisi sağlanır. Yapmak istenilen işe ait veriler araştırmalar yapılarak tespit edilir. Veri; görülür, okunur, duyulur ve mevcut hâli ile anlaşılır. Bilgisayarın sistemine gerekli olan verilerin (fotoğraf, yazı, video vs.) girişi yapılır, sonra bu verileri birbiri ile ilişkilendirilir. Kendi yorum ve tecrübelerimizi ekledikten sonra da anlamlı başka bir veri elde edilir. Örneğin, içeriye attığımız parça veri ve bilgilerden yeni bir veri üreterek bir sunum hazırlanır. Sadece ve sadece öğrenmek üzerine kurulmuş bir sistem olan bilincimizi bilgisayara benzetirsek dışarıdaki uyaranların tamamı sistemimize giriş yapan verilerdir. Bilinç, sistemine veri girişleri yapar, içeride var olan veriler çarpışır, bir araya gelir, düzene girer ve başka yeni bir bilgi, veri, eser var edilir. Kısacası kişi üretir. Tüm bu eylemler bütünü, beynin etkin bir şekilde kullanıldığını gösterir. Beynin veri ihtiyacının karşılanmasının en kaliteli, en ucuz, en kolay yolu okumaktır. Okumak bilgiyi sisteme almak demektir. Tüm okuduklarınızın aklınızda kalmaması veya çok unutkan olmamızın hiçbir önemi yoktur. Gördüğümüz, duyduğumuz ve bildiğimiz her şey bizimle yaşar. Onları; bilincimiz, bilinçaltımız, duygularımız, ruhumuz taşır. Onları beyinde oldukları yerden çıkarıp başka bir forma sokmak, yani ürün üretmek için aracımız olan vücudumuzu kullanmak gerekir. İnsan beyni birçok işi -genellikle- bir arada yürütebilir. Deneyimler, duygular, eski ve yeni bilgiler, fanteziler vb. üzerinde aynı anda aktif bir tempoda zihnimiz çalışabilir. Bilinç; merak, yetenek, hayal gücü etkisi ile bilgi üzerinde çalışmalar, analizler yaparak yeni bir ürün, eser meydana getirir. Yaptığımız (iyi-kötü), öğrendiğimiz her şey sistemimizde mükemmel ve kusursuz olarak kayıtlıdır. Ruhumuzda ve aklımızda kayıtlı olanlara, unuttuklarımıza ulaşmanızın en kolay yolu çağrışımları kullanmaktır. Çağrışımlar; ses, koku, tat, duygu, sanatı içeren her yapıdır (resim, müzik, heykel, mimari, edebiyat vs). Beynimize değer vermenin, onu güçlendirmenin, kapasitesini arttırmanın en etkin yolu ve en etkili yöntemi -şimdilik- okumaktır.
Kısacası, bilgisayar veya beyninize herhangi bir veri girdisi yapmazsak yeni bir bilgi ve veri üretemeyiz. Kişisel ihtiyaçların karşılanması için yapılan günlük işler ve kişiler arasındaki kısa süreli ilişkiler, beynin mevcut kapasitesinin minimum seviyede kullanılması demektir. Bu tür eylemleri yaparken işlevsel olarak beyin aktif bir öğrenme eğiliminde bulunmaz, herhangi bir konuyu sorgulama, anlamlandırma veya tersi anlamsızlaştırma çabası içerisine girmez. Kelime dağarcığı olduğu gibi kalır. Var olan kelime sayısı kadar düşünülür ve mevcut kelime sayısı kadar kişi kendini ifade edebilir. Dolayısıyla bir genişleme söz konusu olmayacaktır, zihinde bir canlılık belirmeyecektir, karar verme yetisi gelişmeyecektir, sorunlara çözüm odaklı yaklaşılamayacaktır. Zihinsel beceride bir artış olmayacaktır. Sadece görmek ve duymak genişleme için yeterli değildir. Kültür ve bilgi bakımından bireylerin gelişmediği bir ülke de toplum da gelişmeyecektir, aydınlanma seviyesine ulaşılamayacaktır.
Türkiye’deki Okuma Oranı Nedir?
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM), Türk halkının kitap okuma alışkanlığı üzerine bir araştırma yapmıştır. DESAM'ın “Türk Halkının Kitapla İmtihanı” adlı Ar-Ge raporuna göre Dünya'da en fazla kitap okuyan ülkelerin başında, yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere var. Ardından, yüzde 14 ile Japonya geliyor. ABD'de bu oran yüzde 12, İspanya'da yüzde 9. Türkiye'de ise bu oran yüzde 0,1.
Birleşmiş Milletler UNESCO örgütü verilerine göre okuma alışkanlığında, dünyada 86. sıradayız. Türkiye'de kitap okuyanların yüzde 45'i aşk, yüzde 43'ü din (namaz hocası-dua kitapları), yüzde 12'si masal, fıkra, siyaset, kişisel gelişim kitapları okuyor. Uluslararası Yayıncılar Birliği verilerine göre Dünya’da kişi başına kitap harcaması 1,3 dolarken Türkiye'de ise bu rakam 25 sent... Çocuklara kitap hediye edilmesi sıralamasında Türkiye Dünya'da 140. sırada. Türkiye, 2 milyar 100 milyon doları aşan kitap endüstrisi hacmiyle dünya sıralamasında 11'inci fakat Türk halkı kitap okuma oranında dünyada yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. Türk halkı günde 6 saat televizyon izliyor, günde 4 saat internete giriyor fakat kitap okumaya ancak 6 dakika vakit ayırıyor. Ayda cep telefonu ve iletişim masraflarına 173 lira ayıran 4 kişilik bir Türk ailesi kitaba ise yılda sadece 5,5 lira ayırıyor. TÜIK raporlarına göre Türkiye’de kitap, ihtiyaç listelerinde 235. sırada yer alıyor.
DESAM, araştırmasını 2018 yılının sonlarına doğru yapmıştır. Yanlış okumadınız, Türkiye’deki okuma oranı yüzde 0,1’dir.* Kitapların sunduğu zengin kaynaktan beslenememiş, deneyimlerini doğru temeller üzerinde konumlandıramamış yani okumayan biri yazı yazabilir mi? İnsanı bilmeden (psikoloji okumaları yapmadan) insan yazılır mı? Felsefe okumadan yeni fikirler oluşturulabilir mi? Tarihi bilmeden tekerrürden kaçınılabilir mi?
Okuma oranlarının bu kadar az olduğu bir toplumda yazmak biraz deli işi gibi algılanabilir. Veya tam tersi… Sait Faik’in dediği gibi: “Yazmasam deli olacaktım.” Veya o deliyi anlamak için yazdım. Öğrenmeye kendini kapatmış bir bilinç, kapalı bir bilgisayardır ve kapalı bilgisayarın ekranı karanlıktır. Karanlıkta kalmamanız dileğiyle…
*Not: 2018 yılında Türkiye'nin nüfusu, 82 milyon 3 bin 882 kişidir. DESAM'ın raporuna (Türkiye’deki kitap okuma oranı yüzde 0,1) göre kitap okuyan kişi sayısı 82 bin’dir. Okurlar aynı kitaptan birden fazla almıyorsa… Tanınmış yazarların milyonlarca kitabının satıldığı haberlerine göre bu rakamlarda bir tuhaflık var gibi.
1-Yazmak eylemi doğru soruları sormakla ilişkilidir.
(1) Prof.Dr. Cengiz Hakan AYDIN, Temel Bilgi Teknolojileri I, Eskişehir, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 3190, 2018, s 5-7
Son derece ilginç, bilgilendirici, aydınlatan ve düşündüren yazınız için kutladım. Teşekkürler