"Adam vardır adamların neğşıdır…"

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
"Adam vardır adamların neğşıdır…"
Abone ol

Muhalif yazarı Prof. Dr. Ahmet Özer'in, Independent Türkçe sitesinde, "Adam vardır adamların neğşıdır…" başlığıyla yayınlanan yazısı dikkat çekti.

Prof. Dr. Ahmet Özer'in Independent Türkçe sitesindeki yazısı şöyle;

"Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" ve zamanla her şey unutulup gider, geriye hikayesi kalır insanın. Varsa tabi anılmaya değer bir hikayesi.

Bu noktada en büyük araç yazıdır, diyebilirim. Zamana karşı yazı ile direnmek direnmelerin en güzeli ve en asilidir. O yüzden, yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır.

Düşündüm ki eğer durum buysa, o zaman ben de bu hususta kurtarabildiklerimi ete kemiğe büründüreyim.

Bunu yaşamım boyunca hep istedim. Eğip bükmeden, kendime yontmadan, olabildiğince açık, objektif ve samimi olmaya çalışarak. Ölümün elinden ne kurtarabildimse.. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.

Her şey geçer, geriye hikayesi kalır insanın madem, o zaman hikayeyi de hikaye etmek gerekir. İranlı şair Furuğ'un dediği gibi, kuş ölür sen uçuşu hatırla.    

Kişinin özelliği

İnsanın özelliği onu diğer canlılardan ayıran yanıdır. Bu yan akıl ve vicdan sahibi olmasına dayanır.

İnsanlığın bir parçası olan kişinin özelliği ise onu diğerlerinden ayıran özelliğidir, bu da kişinin sahip olduğu hünerlerine dayanır.

Bazen bu durum halkların belleklerinde veciz sözlerle dile gelir. Örneğin, Farsların insanlarla ilgili bu konuda söylediği beğendiğim bir sözü var, der ki;

Adam vardır, adamların neğşidir, Adam vardır it ondan yağşidir.


Kişiliği güncel olarak bundan daha güzel açıklayacak bir deyim düşünemiyorum.

Bizde de, "Öyle insanlar var ki; arpaya katsan at yemez, kepeğe katsan it yemez" diye bir söz söylenir.

Bunlar toplumların tarihi süreçler içinde belleklerinden süzerek getirdiği sözlerdir; bu yüzden bin bir türlü hikmetle doludurlar.

Bu noktadaki soru şudur: O zaman insanları öyle ya da böyle yapan şey nedir? İnsanların kişiliklerini oluştururken psikolojik açıdan geçtikleri süreçler nelerdir; gerçek benleri, sosyal benleri ve de ideal benleri gibi.

Ve kendisi bunlarla barışık mı?

Bu noktada gerçek ben, sosyal ben ve ideal bene sahiptir insan.

Gerçek ben, kişinin kendi gerçeğidir, ontolojik varlığıdır; sosyal ben, toplumun onda görmek istediği şeydir; ideal ben ise kişinin ulaşmak istediği yerdir.

Kendi gerçek ben'iyle barışık olmayan birinin vay haline. Kimseye çaktırmasa bile içinde oluşan derin kuyularda debelenip durur, bir türlü kendine gelemez, hatta kendi olamaz bile.

Olamayınca da olumsuz yansımaları davranışlarıyla dışa vurur, çevresine ve topluma yansıtır bu davranışları.

Sosyal ben ise toplumun kişiyi yönlendirmesidir. Toplumun insanı, görmeyi istediği şey olmaya itmesidir.

Özgüveni eksik olanlar kendilerinin nitelik ve yeteneklerinden ziyade toplumun onlar için biçtiği kalıplara girmeye çalışırlar. Sonuçta olamazlar da.

O zaman ne tam kendi istedikleri şey, ne de toplumun istediği şey olurlar, arada kalırlar. Çünkü toplumun, onlar için, olmasını istediği şey hem o kadar kolay değil hem de zaten bu yönde çark eden bir kişilik kendinden koptuğu gibi çevresinin olmasını istediği kişi olmayı başarması da kolay olmaz.

Bu yüzden bu nevi kişilikler tekâmül etmezler hep arada kalırlar. Dünyada en zor şey arada kalmaktır. 
İdeal ben'e gelince; bu da kişinin ulaşmak istediği hedef (ler)dir.

Hedefi çok yukarıya koyarsan ulaşamadığın zaman hayal kırıklığına uğrar mutsuz olursun, çok aşağıda olursa da, hep orda sürünüp durur, genellikle arzuladığın yere varamazsın.

Peki, ne yapmak gerekir?

Hedefe ulaşmada cesaretin rolü

Hedefe ulaşmayı motive eden şey cesarettir, diye düşünüyorum. Cesareti harlayan şey ise insanın içindeki hırstır. Ben hırsı genellikle bir aslana benzetirim.

Hani derler ya "Herkesin içinde bir aslan yatar" diye, o misal. Eğer korkak davranıp aslanı beslemezsen, açlıktan ölür, o vakit karnında ölü bir aslanla gezen pısırık biri olur çıkarsın.

Etrafınıza bakın, karnında ölü aslanlarla gezen binlerce insan görürsünüz. Onlar da bir zamanlar büyük hayallere sahipti, gözleri zirvedeydi. İdealleri vardı, en iyisi, en yüksekteki olmak istemişlerdi.

Ama ne var ki biraz korkak, biraz tembel olduklarından zirveye ulaşmaya giden yorucu yolu göze alamamışlardır. Bulundukları yerde kala kalmışlardır.

Bu kalış zamanla alışkanlığı dönüşmüş, o alışkanlık karakterlerine; bu karakter de zamanla kaderleri haline gelmiştir.

Şöyle ki; ya göze alamadıkları için hiç yürümediler hedefe, ya da gözleri yemedi geri döndüler, o yüzden oraya hiç var(a)madılar.

Oysa zirve için hem azim hem cesaret gerek. Bu azme ve cesarete sahip olmayanlar hayalini kurdukları şeyleri zamanla içlerinde kuruturlar.

Sonuçta kendilerini mahkûm ettikleri yaşama çar naçar alışırlar. Aristoteles'in de belirttiği gibi, alışkanlık(lar) zamanla onların karakteri olur çıkar. Ve bu karakter kaderleri olur.

Bir de bunun tersi var. Hırsın aklın önünde gitmesi meselesidir o da. Eğer içindeki aç aslanın önüne çok "et" sallandırırsan, o takdirde oraya canhıraş bir biçimde saldıracak olan aslan senin göğsünü yırtarak çıkacak hem kendini hem seni mahvedecektir.

Yani demem o ki hırsın aklının önünde gitmesin. Aklın ona yön versin. Hedeflerin ulaşılabilir olsun ve de alacağın riskler mantık derekesinde olsun.

Ama bu yolda asla korkak ve pısırık da davranmayacaksın. Makulü dengedir. Aristoteles "Erdem mesotestir, mesotes de dengedir" diyor.

Hırsın ve tamahın ölçüsü kaçtığında tıpkı Van'ın Zımzım Dağında Meher Kapıda sıkışan çobana dönersin.

Ağlayan çobanın hikayesi

Günlerden bir gün kepeneği sırtında, sihirli kavalı elinde, önüne kattığı koyun sürüsünü güden bir çoban, sürüyü güde güde Van'ın kuzeyinde yer alan Akköprü suyuna kadar getirir.

Billur gibi akan bu sudan eğilerek hem kendisi kan kana içer hem de susamış olan koyunlarını suvarır. Sonra zımzım dağının yamaçlarından kuzeye doğru doruğa çıkmaya başlar.

Biraz sonra koyunlarını dinlenmeye bırakıp, sadık dostu olan güzel kavalına sopa gibi dayanır ve yorgunluktan kapanmaya başlayan göz kapaklarına hükmedemeyerek tatlı bir uykuya dalar. Bir süre sonra güzel bir rüya görür.

Masmavi bir gök kubbe altında ve şirin bir yerdedir. Rüyasında birdenbire gökyüzünün tabakalar halinde yarıldığını gören çoban; yarılan gökyüzünün içinden son derece güzel bir kızın çıktığını görür.

Periler gibi olan bu güzel kız bizim çobana yaklaşarak selam verir ve ona yardıma geldiğini, korkmadan kendisini dinlemesini ister:

"Bak, şimdi sana bir dua öğreteceğim, iyi belle ve sakın unutma. Bu dua bütün tılsımları çözecek ve istediğin her arzu ve emelin yolunu açacaktır" dedikten sonra, "Şu kapıya iyi bak…" diyerek onu Meher Kapı'ya doğru götürür ve çobana öğrettiği duayı okur.

Çoban birdenbire ne görsün; koca taş kapı yarılarak açılır. Güzel kız genç Çoban'a "Haydi korkma içeriye gir" diyerek içerdeki hazineyi ona gösterir. Duayı da tekrar tekrar okuyarak unutmamasını tembih eder.

Bir süre sonra çoban uykudan uyanır. Rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamamıştır. Bir yandan bunu düşünürken bir yandan da sürüsünü toparlamaya çalışır.

Biraz da çekinerek rüyasında gördüğü kapıya yaklaşır; kızın öğrettiği duayı okur ve hayretler içinde kalarak taş kapının açıldığını görür.

Kapıdan içeri girince gördükleri karşısında gözleri faltaşı gibi açılır. Çobanın hayal bile edemeyeceği mücevherler, altınlar, elmaslar yığınla karşısında durmaktadır.

Sağına soluna bakar, sırtından heybesini indirerek heybenin her iki gözünü elleri ve ayakları titreyerek tıka basa doldurur.

Heybe o derece dolmuştur ki onu yerinden zorlukla kaldırıp sırtına alır ve dışarı çıkıp, evinin yolunu tutar.

Elmasa altına kavuşan çoban adeta uçmaktadır. Tüm umutları gerçeğe döneceği için dünyası şenlenmiştir. Neşesinden kaval çalmak ister.

Fakat heyecandan kavalını taş kapının içerisinde bırakmıştır. Tekrar kapının önüne gider ve ezberindeki duayı okur.

Kapı açılır, içeri girer, kavalını bıraktığı köşede bulur, gözü tekrar hazineye takılır, lakin onca aldıklarına rağmen çobanın gözü doymamıştır.

Kavalıyla beraber ortadaki kıymetli şeylerden bir miktar daha alır. Biraz daha, biraz daha derken kavalını ve son mücevherleri, altınları alıp kapıya yönelir.

Yeniden kapanan kapıyı açmak için ezberindeki duayı okuması gerekmektedir. Fakat dünya telaşı ve hırs ona duayı unutturmuştur.

Dua bir türlü aklına gelmez. Sağa koşar, sola koşar, aklını zorlar, düşünür de düşünür… Nafile, duayı bir türlü hatırlayamaz. Yalvarır yakarır, ağlar, ama bütün bunlar boşa gider.

Duayı hatırlayamadığı için dışarıya çıkamaz. Çok sevdiği yakınlarından, dostlarından ve sürüsünden ayrı kalır. Dünya malına çok tamah edip bunu gereğinden fazla bir hırsa dönüştürdüğünü düşünerek kahrolur ve oturup için için ağlamaya başlar.

İşte rivayet edilir ki, şu anda bile Van Toprak Kale'nin yukarısında bulunan Meher Kapı'ya gelen ziyaretçiler kapının ardından bir inilti duyarlar ve kulaklarını kapıya dayadıkları zaman genç çobanın, içeriden gelen hazin ağlama sesi ile karşılaşırlar.

Demek ki, bu duruma düşmemek için hırsın ve haris olmanın kurbanı olmamak gerekir. Tabi bunu derken korkak olmayı da öğütlemiyorum. Çünkü her ne olursa olsun, korkak olma, derim.

Fark yaratan her zaman cesarettir. Aşk, para ve liderlik cesurları sever. Fakat cesaret de güneşe gözlüksüz bakmak değildir, Meher kapının ardındaki çoban gibi…

Tedbiri elden bırakmayarak, bir elinde eğer başarıyı tutuyorsan öbüründe acıyı tutmasını da bileceksin. Kazanmayı tasarlıyorsa kaybetmeyi de göze almalı insan.

Hiçbir şeyi kaybetmek istemeyen biri hiçbir şey kazanamaz.

Yukarıda belirtmeye çalıştım; Aristoteles, "erdem mesotestir" der; mesotes ise deneğedir, dengeli olmaktır, denge de durmaktır.  

Nasıl mı?

Bu da başka bir yazının konusu.


Yorum Yazın