Ustaca yaşamın farkında olan kişi kendini an be an, adım be adım gerçekleştirebilir. Bunun için her şeyden evvel gayret, cesaret, irade lazım ve en önemlisi de bilgi tabi...
Buna gelinceye kadar epey yol katetmek gerek…
Kişi ne zamana kadar özgür değil?
İnsanın yaşamı bir maceradır. Doğumdan ölüme uzanan bu maceraya biraz yakından bakalım. İnsan fatal (embriyon iken) doğuyor, bu doğum bir çeşit erken doğumdur, bu yüzden insan yavrusu tekamülünü dışarda, yani doğduktan sonra tamamlıyor.
Dışarıdaki tekâmül yirmili yaşlara kadar devam ediyor diyebiliriz. Bir çeşit kendini biyolojik olarak inşa ediyor, toplum tarafından da kültürel olarak inşa ediliyor. Bu yirmili yaşlara kadar devam ediyor. Yani insan 20-25 yaşına kadar özgür değil, dolayısıyla birçok şeyden sorumlu tutulamaz!
Doğduğunda anasını, babasını, kalıtsal yapısını, ırkını, milliyetini, cinsiyetini seçme özgürlüğüne sahip olmadığı için bunlardan dolayı sorumlu değil, bu yüzden eleştirilemez.
Dediğim gibi bir çeşit erken doğar, tekâmülünü ebeveynleri yardımıyla doğduktan sonra tamamlar. Bütün varlıklar içinde doğduktan sonra uzun süre anneye bağlı ve bağımlı yaşayan tek varlık insandır. Oysa hayvanlar doğduktan sonra doğaya uyum gösterir, ayakları üstünde durmayı öğrenirler.
İnsansa bu uyumunu sağlaması için epey zamana ihtiyaç duyar. Nitekim çocuk doğduktan sonra başta annesi olmak üzere çevresi tarafından itinayla beslenip büyütülmeye çalışılır.
Onun için seçilmiş bir okula gider, ona uygun görülmüş bir eğitimden geçirilir, büyüklerin empozesi ile bir dine mensup olur, hatta bazı yerlerde ona uygun görülen bir evlilik yapar.
Erkekse askere gider, kadınsa ona göre davranır. Yani bu yaşlarda birileri tarafından biçimlendirilmeye, gerçekleştirilmeye çalışılır, inşa edilir.
Bu yüzden insan kültürel ve tarihsel bir varlıktır, daha doğrusu evrende bu anlamda tek varlıktır denebilir. Kültür aşılanır, geçmiş öğretilir.
İşte insanın bütün bunları (belli bir yaşa kadar edinileni) dert edinerek yaşaması gerekmez. Bu özelliklerinden dolayı birini yermek suçlamak da ne kadar hakkaniyete uygun olur ki!
Eğer bu özelliklerimizden herhangi birinden yakınıyorsak, yakınma defterini belli bir yaştan sonra kapatmalıyız. Bu yaklaşık olarak 20-25 yaşlarına tekabül eder.
O yüzden bu özelliklerimizi ister istemez benimseyip kendimize o noktadan sonra yeni bir yol seçmeliyiz. Seçtiğimiz o yol her neyse artık o yol bizim yolumuzdur.
Lakin bu yolculuk ve varılacak hedeflerin belirlenmesinde geçmişin de azımsanmayacak payı olduğunu unutmadan devam etmeliyiz yolumuza.
Birtakım sıkıntılar, sorunlar baş gösterdiğinde üstesinden gelmeye çalışırız. Bazen de bunların altında eziliriz.
Peki, üstesinden nasıl gelebiliriz?
Ancak ustaca bir yaşam bunların üstesinden gelebilir; ustaca yaşamın farkında olan kişi kendini an be an, adım be adım gerçekleştirebilir. Bunun için her şeyden evvel gayret, cesaret, irade lazım ve en önemlisi de bilgi tabi...
Bilginin gücü
Ünlü düşünür Francis Bacon, "Bilgi kuvvettir" der. Şimdi şuna bir bakalım: İnsan başlangıçta hayvanlarla iç içe avlanarak yaşamını idame ettirmeye çalışıyordu ve kısa ömürlü bir varlıktı.
Avlanmak için genç, güçlü kuvvetli olması gerekirdi ve bu onu diğerlerinden ayıran önemli bir özellikti. Yoksa zor doğa koşullarında doğal seleksiyonun doğal kurbanı haline gelirdi.
Bu yüzden, yaşadığı yerde ve doğada saçı beyazlamış, enerjisi azalmış, cinsi aktiviteleri yok olmuş bütün canlılar önemsizleşir(di), ölüme bırakılır(dı).
Ta ki 2,5 milyon yıl önce saçı sakalı beyazlamış bir yaşlının tecrübeleri sayesinde iki çubuğu birbirine sürterek ateşi bulduğu güne kadar (O gün tecrübenin önemli bir şey olduğu anlaşılacaktı).
O güne kadar ateşin ortaya çıkması için şimşeklerin bir yerde yangın çıkarmasını bekleyen insanoğlu ondan sonra "bilmeye" ve "tecrübeye" önem vermeye ve bunlara sahip kişiyi önemsemeye başladı.
Çünkü artık etlerini pişirmek için şimşeğin çakmasını beklemeyeceklerdi.
Bu süreçle beraber, giderek artan ölçüde güç ve kuvvet (kas) yanında ilkel de olsa biraz av ile ilgili bilgisi olanlar da öne çıktı.
Bilgi söz konusu olunca ister istemez beyin söz konusu oluyordu ve tabi bilgilerin beyin girişi söz konusuydu. Lakin sorun da burada başlıyordu zaten.
Beyinle ilgili ilk aktaracaklarım şu: Hepimiz beyni öğrenmeye programlı bir organ olarak biliriz. Oysa durum tam tersi. Beyin öğrenmeye çok meyilli değil.
Çünkü bilmek, yeni bilgiler depolamak için enerji harcaması gerekiyor. Beyin son derece cimri bir organ ve bu yüzden de enerji harcamak istemiyor.
Ne kadar az enerji harcarsa o kadar rahatı iyi; halbuki beyne yeni bilgilerin girmesi enerji harcamayı gerektiriyor. Dolayısıyla bilgi sahibi kişilerin azimli, çalışkan hatta inatçı olmaları gerekiyordu.
Diğerleri ise beynin onlara sunduğu tembelliğin peşinde bilgisizce yaşayıp gidiyorlardı. (Aslında bugün de hala böyle değil mi?)
Beyin yeni bilgileri alıp enerji harcamak yerine enerji harcamadığı ya da çok az harcadığı işlere yönelir; bilinen ezberlerin yenilenmesini ister ve kendine yapılan övgülere daha çok iltifat eder.
Bu yüzdendir ki, insan kendini eleştirenle değil kendini övenle arkadaşlık eder.
Beyin her zaman kestirme yolu benimsemesi bir handikaptır, çünkü her şeyin bir bedeli olduğu gibi bilgiyi elde etmenin de bir bedeli vardır.
Beyinse bedel ödemek istemez. O yüzden yeni bir şey söz konusu olduğunda önce direnç gösterir. Bu noktada ikame sorunu yaşarız.
Yani çabayla, emekle elde etmek yerine başka bir şeyle ikame etmek ister insanoğlu çoğunlukla. (İnsanoğlunun bugün bile çok meyyal olduğu köşe dönme işini hatırlayın)
Şu olmasaydı şu olurdu. Ne ki yeni bir şey yaratmak ve elde etmek yerine bahane üretmek beyni iflasa götürür.
Beyin her ne kadar bu oyunu bize oynasa da kendisi de bundan pay alır, çünkü o tıpkı bir değirmen gibidir, içine yeni bir şey (bilgiler) atmadığınız taktirde kendi kendini öğütür durur.
Bir şey öğrenmeden, emek sarf etmeden bir şey olmaya çalışmak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi…
Bilimsel beyin ve din!?.
Bilim, realiteyi (ve gerçeğe ilişkin doğru bilgiyi) arama, bulma, anlama ve açıklama etkinliğidir. Felsefenin de dinin de hatta edebiyatın da böyle bir çabası vardır.
Onlar da kendilerine göre dünyayı, evreni anlama ve açıklama çabası güderler. Peki bilim ile bu etkinlikler arasındaki fark nedir?
Aralarındaki en belirgin fark kullandıkları yöntemdir. Bilimsel bilgiye ulaşmanın kaynağı bilimsel yöntemdir, kabaca deney ve gözlem diyebiliriz buna.
Dinin bilgilerinin (doğrulama) kaynağı ise vahi, kutsal kitaplar, dini otoritelerdir. Bu yüzden sorgulanmazlar. Sadece iman edilebilirler, inanılırlar (ya da inanılmazlar). İnanmak rasyonel bir süreci gerektirmez, duyguya dayalıdır; bu yüzden bu bilgiler eleştirilemez, yenilenemez, geliştirilmezler.
Böyle olunca da objelerine uygunlukları düşüktür, kiminin ise bu dünyada tekabül ettiği bir objesi yoktur. Diğer bir deyişle bu nevi önermeler metafiziktirler.
İş görüleri azdır, onlarla uçak, gemi yapamayız. (Benzer bir durum felsefe ve edebiyat için de geçerlidir; bunu başka bir yazıda ele alacağım)
Bilimsel yöntem ise sınamaya dayalı olduğu için sorgulamaya, eleştirilmeye tabı tutulabilir, hatta ortaya konmuş bilimsel bir bilgi yanlışlanarak yerine doğrusu konabilir.
Merak, sınama, sorgulama ve eleştiri bilimsel gelişmenin dinamosudur. Ama din için bu söylenemez. 1500 yıl önce ortaya konmuş bir bilgi o gün neyse bugün de aynısı geçerlidir.
Bu bilgi sorgulanmadan bugün de kabul edilmek zorundadır. Sorgulamak, yanlışlamak, reddetmek dinden çıkmak anlamına gelir.
Başka bir deyişle bilimsel bilgi eleştiriye açıktır ama dini bilgi eleştiriye açık değildir. Bu yüzden bu nevi bilgilerine dogma diyoruz. Onları akıl ile sorgulamadan sadece onlara iman (inanmak) edebilirsiniz.
Bu yüzden din çoğu zaman büyük kitleler üzerinde kötü insanların kötü emelleri için kullanılmıştır. Bruno'nun dediği gibi; Tanrı iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; kötü insanlar ise yeryüzüne kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı (dini) kullanır.
Benzer bir durum biraz sonra değişeceğimi gibi bilim için de geçerlidir. Bilim ulaştığı bileğilere kendine has bilimsel yöntemle ulaşır demiştik. Buna kabaca gözlem ve deneyle sınama diyebiliriz demiştik.
Bilimsel yöntem sonucunda ulaşılan bilgiler gerçeğe (açıklamaya çalıştığı objesine) en yakın, doğruluk düzeyi en yüksek bilgiler olduğu için iş görüleri de yüksektir, yani bu bilgilerle uçaklar, gemiler, arabalar, binalar, köprüler yaparız.
Bu yüzden bilimin itibarı diğer etkinliklere göre daha yüksektir, çünkü iş görüsü yüksektir. Ve bu yüzden yalancı siyasetçiler kendi itibarlarını yükseltmek için bilime sarılırlar, bilimi kendilerine adeta şahit gösterirler.
"..., bilimsel verilerin ortaya koyduğu gibi ..." der ve devam ederler yalancı nutuklarına. Bununla da yetinmezler, hatta bilimi kötü emelleri için kullanırlar.
Örneğin bilim insanı, atom parçacığını egemenler ondan atom bombası üretip insanları yok etsin diye parçalamaz. Bunu güç zehirlenmesine uğramış egemenler yapar.
Dolayısıyla burada iyi ile kötü olanı birbirinden iyice ayırmak lazım. Bilinmelidir ki bu durumlarda bile kötü olan bilim değil, onu kötü emelleri için kullanan kötü insanlardır.
Bilim gerçeği ortaya çıkarmak ve aydınlatmak için yeryüzündeki iyi bilim insanlarını kullanır. Kötü insanlar ise hastalıklı iradelerini yeryüzüne hâkim kılmak için bilimi ve bilimden doğan teknolojiyi kullanırlar.
İnsanları öldürürler, doğayı tahrip ederler. Ama bütün bu musibetlere rağmen, bilim her gün giderek artan ölçülerde, her cephede, yaşamımızı kolaylaştırmaya devam etmektedir.
Lakin şu gerçek de var; bilim ancak ona değer verilen yerde neşri nema bulur, gelişir, boy verir; kendisine kıymet verilmeyen yerden ise göç edip gider.
Zorla zapturaptla bilim üretilemez, ancak resmî ideoloji üretilebilir.
İnsanın kendisi ile hesaplaşması
İkinci tespitim ise şudur: Beyin acıları, sıkıntıları, hastalıkları, ölümü pek sevmez, beyinde, alt tarafta bir bölge var, adına "amigdala" deniliyor.
Bu küçük bir bademe benzeyen bölüm sürekli sıkıntıları es geçer ya da hasıraltı etmeye çalışır, sanki acı, hastalık ve ölüm yokmuş gibi, hep ölümsüzmüş gibi davranır.
Bir çeşit gerçeği görmezden gelir. Beynin bu işleyişinden ötürüdür ki, o istenmeyen durum ortaya çıktığında panikleyip ürküyoruz...
Oysa yaşam düz bir çizgide ilerlemez. Yaşam sürekli inişli çıkışlı bir hat üzerinde ilerler. Düşme kalkma olabilir, sıkıntılar mutluluklar da…
Hızla gelip geçen bir ömür düşünün. Ha bire bir yerlere doğu düşe kalka koşuyorsunuz, bir an önce varmak için. Bu esnada kendinizden de çok şey verdiğinizin farkında olmadan.
Bi durun!.. Belli bir dönem ayağınızı gazdan çekin, biraz yavaşlayın ve bir muhasebe yapın. Nasıl bir ömür geçirdiğinize bakın, bir çetele çıkarın ve görün olan biteni.
Tıpkı bir gelir gider hesabı yapar gibi yapın yaşamınızın muhasebesini.
Beynin sol tarafı "gelirler", sağ tarafı "giderler" olsun. İyi ki ben şunu yaptım, iyi ki ben şununla evlendim, iyi ki şu mesleği seçtim, iyi ki sevgimi yakınlarıma verdim vb. bunları çoğaltabilirsiniz.
Bu taraf "iyi ki"ler tarafı… Beynin sağ tarafına bakın, burası ise "keşkeler" tarafı oldun.
Eğer sevgiye ve aşka yeterince zaman ayırmamışsanız, çocuklarınızla zaman geçirmemişseniz, ailenize gerekli alakayı göstermemişseniz, sevginizi yeterince belirtmemişseniz, destek olmanız gereken birine destek olmamışsanız, yapmamınız gereken bir şeyi yapmamışsanız, şunu yapmamışsanız, bunu yapmamışsanız…
Bütün bunlar KEŞKEler hanesine yazılır. Eğer yaptığınız ("İyi ki"lerle "keşke"ler) karşılaştırmasında keşkeler fazla çıkarsa berbat bir yaşam yaşamışsınızdır demektir.
Eğer İyi ki"ler ağır basarsa o zaman sürdüğünüz yaşam iyi bir yaşamdır. Lao Tsu diyor ki; Parmak uçlarına basan, ayakta duramaz; kibirli yürüyen, mesafe kat edemez. Kendini öne çıkaran, dikkat çekemez; kendisini haklı gösterene kulak verilmez. Kendini övenler, takdir edilmez, dolayısıyla sürekli başarısıyla övünen, sonunu hazırlar.
Her şey zamanında
Her şey zamanında güzel ve geçerlidir. Şunu unutmayın eğer zamanında sevgi göstermiyorsanız, onu bir tarafa atıp bir gün nasıl olsa oradan çıkarırım diyorsanız geçmiş ola.
O bir gün geldiğinde, o sözcükleri attığınız yerden çıkardığınızda bir de bakmışsanız ki artık bir işe yaramıyorlar, tedavülden kalkmışlar.
Tıpkı şairin dediği gibi, sarı bir lira gibidir ömrümüz, sandığın en değerli yerinde saklarız, gün gelip de oradan çıkardığımızda, bir de bakmışsanız tedavülden kalkmışlar.
Yaşam size sunulmuş bir armağandır, onun kıymetini bilerek yaşayın. Yaşamda acı da var mutluluk da. Mutlu olmak için, içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir an olduğuna karar vermek için, beklemekten vazgeçin.
Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur, Yolculuğun kendisidir. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları daha alçakta.
Oysa mutluluk insan boyu hizasındadır. Tabi şunu da unutmamak lazım: Eğer bir elinle mutluluğu istiyorsan öbüründe acıyı tutacaksın.
Nietzsche beni öldürmeyen acı güçlendirir diyor. Ve tabi bir şeye ulaşmak için illaki emek ve çaba gerekir. Cesaret, feragat ve irade gerekir. Kendinden daha büyük bir amaca adanmak gerekir.
Unutmayalım ki herkes şu ya da bu şekilde yaşar, önemli olan sana sunulmuş ömrü nasıl geçirdiğindir.
Önemli olan hiç düşmemek değil, düştükten sonra ayağa kalkıp yola devam edebilmektir ve yolu gidilecek yere kurban etmemektir.
Yolun kendisi gidilecek hedef kadar değerlidir çünkü.
Ustaca yaşamında iyi yolculuklar…
Yorum Yazın