Prof. Dr. Ahmet Özer'in kaleme aldığı "Bölüşüm, katılım ve tanınma adaletine dair" başlıklı yazı...
Hızla bir yerel seçime gidiyoruz. Bu seçimde öne çıkarılması gereken üç kavram üzerinde durmak istiyorum bu yazıda: Bölüşüm, katılım ve tanınma adaleti.
Ünlü Alman filozof Friedrich Nietzsche, "Dünya kurulalı beri insanlık iki büyük sorunla karşı karşıya olagelmiştir" der. Bunlardan biri anlamsızlıktır, diğeri ise eşitsizliktir. İnsan aklı anlamsızlığı gidermek için sanatı, eşitsizliği gidermek içinse hukuku bulmuştur. Ne ki ve ne acı ki bunca zaman içinde ne sanat ona tam ulaşmış ne de o hukuku tam tesis edebilmiştir. Mücadele devam ediyor.
Özelikle bu durum, orta eğitim, orta gelir ve orta demokrasi tuzağına düşmüş bizim gibi ülkelerde daha da kötücül bir hal almaktadır.
Nitekim baktığımızda bugün hukuksuzluk her alanda katmerli bir biçimde sürüyor. Siyasi parti genel başkanları, il başkanları ya içerde ya da sözlerinden dolayı yargılanıyorlar. Milyonlarca insanın oyunu almış birçok belediye başkanı içerde, milyonların oyunu almış şehirlerin belediye başkanı hapisle yargılanıyorlar.
"Adil davranmak, hava gibi su gibi gerekli ve hayatı bir ihtiyaçtır."
Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa
Ülkede bir korku iklimi hâkim kılınmak isteniyor. Kimse konuşmasın, itiraz etmesin isteniyor. Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa, ne yapmalı insan?
Üstelik hukuk, adalet dağıtmak yerine egemenin emrinde baskı aracına dönüştürülmüşse durum daha da vahimdir. Oysa adil davranmak sadece hukuka dair bir durum değil, ekonomiden toplumsal barışa kadar uzanan her alana sirayet eden bir olgudur.
Hava gibi su gibi gerekli ve hayatı bir ihtiyaçtır. Ancak insanlar bugün adaletsizlikten ötürü nefes alamaz durumda. Hava gibi su gibi adalet de olduğunda insan fark etmez, ama olmadığında yokluğu boğar insanı, tıpkı bugün olduğu gibi.
Neoliberalizm ve adalet
Bugün neoliberalizm eşliğinde uygulanan sağ popülist politikalar sosyal devleti ortadan kaldırmış durumda; bu da her alanda adaletsizliği büyütüyor. 1980'lerde yükselişe geçen neoliberalizm, sosyal devlet anlayışına ve refah devletinin kazanımlarına büyük bir saldırı başlatmıştı.
Bu süreçte "sosyal güvenlik devleti" geriledi, onun yerine devletin iç ve dış güvenlik alanındaki rollerini ciddi ölçüde arttıran "milli güvenlik devleti" yükselişe geçti. Bugün Türkiye’nin yaşadığı da budur. Üstelik bu ekonomik krizin de baş nedenlerinden biridir.
Güvenlikçiliğin yükselişi, çoğu zaman kamucu politikaların gerileyişinin de bahanesi oldu. Birileri ele geçirdiği kamu hazinesine saldırırken olan biteni beka şalı ile perdelemeye çalışıyor. Son yıllarda giderek artan ölçüde kaynakların aktarıldığı bu alanda iktidar kendine göre "türedi bir zengin sınıfı" oluşturdu.
Bu durum sadece sermaye sınıfında değişikliğe yol açmakla kalmadı, devletin birçok alanda gelişme sağlamadan ekonomiden el çekmesi bölgeler arası dengesizlikleri daha da arttırdı. Buna karşın bazı yerel yönetimlerin kentsel ve sosyal yapıya dair çalışmalarla sosyal devlet eksiğini giderme çabalarına savurganlığa alışmış iktidar cenahı karşı çıkıyor.
Sağ popülizm ve otoriterlik
Bu noktada şu söylenebilir: Neoliberal dalga nihayet inandırıcılığını yitirmeye başlamıştır. O yüzden küresel eşitsizlikleri, adaletsizlikleri gidermekten ziyade derinleştirmeye çalışıyor. Ancak neoliberalizm gerilerken, onun sadece bazı sonuçlarının sağdan eleştirisi anlamına gelen sağ popülizm güç kazanmaya başladı.
Sağ popülizm, yalnızca yandaşı olan "makbul yurttaşları" meşru gören kutuplaştırıcı tarzıyla maddi kaynakların adil dağıtılmamasını adeta doğallaştırdı, bu haliyle bir başka seçkincilik örneğini ortaya koydu.
"Gücün merkezîleşmesinin, demokratik kazanımları geriletmekten ve ülkenin kaynaklarını küçük bir azınlığa peşkeş çekmekten öteye gidemediğini herkes görüyor."
Tarif ettiği sorunlara çözüm önerisi olarak gücün daha da merkezîleştirilmesini ve tek bir liderin elinde toplanması gibi çağdaş ülkelerin çoktan terk ettiği bir garabete sarıldı. Giderek dozu artan biçimde otoriterleşiyor. Ekonomiden dış politikaya hamaset ve baskı ile meşruiyet sağlamaya çalışıyor.
Baskı artıkça meşruiyeti azalıyor, meşruiyeti azaldıkça baskıyı artırıyor. Tam bir kısır döngü içinde. İktidar ve ortağı, dış düşman, iç düşman, beka söylemiyle yönetim krizini, ekonomi krizi ve demokrasi krizini perdelemeye çalışıyor. Ama artık mızrak çuvala sığmaz oldu.
Gücün merkezîleşmesinin, demokratik kazanımları geriletmekten ve ülkenin kaynaklarını küçük bir azınlığa peşkeş çekmekten öteye gidemediğini herkes görüyor.
Bu durumunun yarattığı eşitsizlikler ve hukuksuzluklar siyasi baskı ve kültürel kutuplaştırmalarla perdelenmeyecek boyutlara ulaştı.
Bunu görmemekte ısrar edenler var ama gündüz gerçeğe gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar; gerçek ise orada durmaya devam eder.
"Hukukun yandaş aparatı gibi çalıştırıldığı rejimin adı otoriter juritokrasidir."
İktidar, kendi iktidarını daim kılmak için adaleti yok etti
Otokratik rejimini ayakta tutmak için tarafsız olmaları gereken hâkim ve savcılar siyasi çıkarlar için kullanılıyor. Yazık. Hukukun ayaklar altına alındığı, adaletin yok edildiği, mahkemelerin birer baskı aparatına dönüştürüldüğü bir süreçteyiz.
Hukukun yandaş aparatı gibi çalıştırıldığı rejimin adı otoriter juritokrasidir. Tek adam rejimini ayakta tutmak için hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü yok ederek yerine üstünlerin hukukunu hâkim kılmaktır. Gezi davası, Kobani davası ve can Atalay davasında yaşananlara bir bakın. Hukuk tanımazlık had safhada.
Oysa bugün olmayan adalet bir gün herkese lazım olur. Bu bağlamda yoklukla malul olan tek şey adalet değil. Bugün baktığımızda, Üretimde adalet yok. Bölüşümde adalet yok. Katılımda adalet yok. Tanınmada adalet yok. Mahkemede adalet yok.
Bunlarla beraber sabit sermaye yatırımları duruma noktasına gelmiş. Yoksulluk diz boyu. İşsizlik had safhada. Birileri lüks ve safahat içinde yaşarken gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek büyüyor. Mahkemelerin hali pürmelali ise ortada.
Bölüşüm, katılım ve tanınma adaleti
Burada, özellikle bölüşüm, katılım ve tanınma adaleti üzerinde durmak istiyorum.
Bölüşüm adaleti; üretilen refahın adilce bölüşülmesini talep eder. Etkin ve hak temelli bir sosyal devleti inşa etme çabası bölüşüm adaletinin en önemli bileşenidir. Oysa bu gün ne kalkınma tabana yayılabiliyor ne de ülkede üretilen katma değerden dezavantajlı gruplar faydalanabiliyor. Bütün kaynaklar bir avuç ayrıcalıklı yandaşa peşkeş çekiliyor.
Yaşadığımız ekonomik bunalımın bir nedeni bu güvenlikçi militarist politikalarla birlikte kamu kaynaklarının yağmalanır gibi dağıtılmasıdır. Devleti yönetenler, onu yönetilmesi gereken bir aygıt olarak değil, bölüşülmesi gereken bir ganimet gibi görüp ona göre davranıyorlar.
Katılım adaleti ise, demokratik kanalların daha da güçlendirilmesi ve toplumun özellikle kendi kaderini etkileyen bütçe yapımı gibi süreçlerde sahici bir etkisinin olabilmesini ima eder. Yüzde 7 barajına itiraz etmekten başlayan, "demokratik parlamenter sisteme" geçişi öngören bir dizi öneri katılım adaleti bağlamında anlaşılmalıdır.
Yine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi de katılım adaleti bakımından yaşamsal öneme sahiptir. Bugün seçim yasaları siyasetin ve toplumun ihtiyacı için değil iktidardaki partilerin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaları için yapılıyor.
Yerel yönetimler yetki ve kaynak bakımından âdemi merkeziyetçi bir anlayışla güçlendirilmesi gerekirken tersine kayyum politikası ile halkın iradesi gasp ediliyor ve olan biten adalet duygularını zedeleyerek iki hukuklu bir yapıya yol açıyor.
Tanınma adaletiyse, insanların doğuştan getirdikleri veya sonradan edindikleri kimliklerine saygıyı esas alır. Buna göre devlet her kimliğe eşit yakınlıkta durmalı.
Kamu otoriteleri, yurttaşlarını "makbul olanlar ve olmayanlar" şeklinde ayrıma tabi tutamazlar. Bu noktada kamu, farklı kimliklere "hoşgörü" değil "eşgörü" göstermeli, bunu da politikalarıyla yansıtabilmelidir.
Katılım adaleti ve tanınma adaleti gerçekleşmezse bölüşüm adaleti da sıkıntıya girer. Bu üç adalet, kamucu/halkçı politikaların temelini oluştururlar. Bunu da elbette siyaset kurumu sağlayacaktır.
"Günlük harcaması 1,3 milyon TL olan Sarayın bu harcaması 9 bin asgari ücretlinin toplam gelirinden fazla."
Siyasetin üç işlevi
Bunları sağlamak bir lütuf değil siyasetin asli görevidir. Bir siyasi iktidarın bu bağlamda üç temel görevinden söz edilebilir:
- Üretimi artırmak, (Levra yoksulluk paylaşılmaz zenginlik paylaşılır). Ne yazık ki sadece betona yatırım yapan bir iktidarla karşı karşıyayız. Tarım alanları, doğal, tarihi turistik alanlar rant uğruna tahrip edildi. Dereler kurutuldu, ormanlar kesilerek lüks AVM’lere fiyakalı binalara yer açıldı. Deprem toplanma alanlarının başına da bunlar geldi.
- Üretilenin adil bölüşümünü sağlamak, kalkınmayı tabana yaymak. Birilerinin "hep bana hep bana" aç gözlülüğü gelir dağılımındaki uçurumu artırıp sosyal patlamalara yol açar. Günlük harcaması 1,3 milyon TL olan Sarayın bu harcaması 9 bin asgari ücretlinin toplam gelirinden fazla. Sarayın şatafatının aylık bedeli ise 600 milyon TL. Birden fazla maaş alan bürokratlar, kamunun kaynakları ile haksız biçimde büyümüş türedi zenginler bir yanda öte yanda akşam evine ekmek götüremeyen milyonlar var. Bu nasıl bir adalettir?
- Üretimi artırmak ve bölüşümü sağlam da yetmez. Önemli olan siyaset kurumunun bütün bunları huzur ve barış ortamında gerçekleştirmesidir. Üretimi artırıp bölüşümü sağlasanız bile eğer her gün cenazeler gelmeye devam etse, bütün bunların bir anlamı kalmaz. O yüzden huzur ve güven önemlidir. Hepsinden önemlisi toplumsal barışın sağlanmasıdır.
Başarı için atılması gereken üç adım
Bütün bunları gerçekleştirmek ve bu noktada özellikle de yerel yönetimlerde başarılı olmak içinse üç adım atmak gerekir;
- Birinci adam ulaşılacak hedefleri netleştirmektir: Bu görev liderliğe aittir. Lider cesur ve kararlı olmalı, topluma güven ve heyecan vermelidir. Toplumun arzuladığı değişimi gerçekleştirmek için kitleleri seferber etme gücüne sahip olmalıdır. Çünkü değişimin gücü ancak onu isteyenlerin gücü kadardır.
- İkinci adım, belirlenen hedeflere ulaştıracak projelerin ortaya konulmasıdır. Bunlar toplumla ulaştırılarak onlara umut olunmalı, iktidara gelindiğinde ise bu umut boşa çıkarılmamalıdır.
- Üçüncü adım ise, projeleri hayata geçirerek hedeflere ulaştıracak kadroların ortaya çıkarılmasıdır. Çünkü hedefleri gerçekleştirecek olan nitelikli ve liyakatli kadrolardır. Bir kurumdan liyakat ve ehliyeti çıkardığınızda geriye kaos ve dedikodu kalır.
Unutulmamalı, başarılı cumhurbaşkanı, başarılı genel başkan, başarılı başbakan ya da başarılı belediye başkanı kendisi tek başına 24 saat çalışan değil, kadrosu nitelikli, çalışkan ve başarılı olandır. Bu nevi kadroları bulup ortaya çıkarmak ve onları ilgili görevlerle buluşturarak seferberlik ruhu ile çalıştırmak o işe liderlik etmek iddiasıyla ortaya çıkanın görevidir.
Lider her şeyi bilen ve yapan değil, doğru işi doğru kişi ile buluşturabilen kişidir. O toplumun enerjisini doğru yönde kanalize etmeyi başarabilendir. Lider doğru iş yapan, kadrolar ise işi doğru yapanlardır.
Nasıl olacak?
Bütün bunları yapmak için elbette yerelde ve genelde iktidar olmak gerekir. İktidar olmak için de bütün bunları yapmak lazım. Bir fonksiyonel etkileşim söz konusu. Yeni iktidarın ilk işi her şeyden önce geldiği iktidarı demokratikleştirmek olmalıdır. Eskinin sağ popülist neo liberal politikalarına son vererek demokratik kalkınmayı sağlamalıdır.
Ekonomik krize çare bulmalıdır. Yeni iktidar militarist ve güvenlikçi yaklaşımlara son vererek sosyal güvenlik devletine geçmeyi vadetmelidir.
Anayasanın 2'nci maddesinde yazılı olan "İnsan haklarına saygılı, laik, demokratik, sosyal hukuk devletini" ihya etmeli, bu kavramaların altını doldurmalı, cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmalıdır. Bunlar iktidara gelecek olan muhalefetin ana yol haritası olmalıdır.
Yerelde de kent sorunlarını çözen, depreme hazırlıklı, çarpık kentleşmenin önüne geçen, çevreci, sosyal ve çağdaş belediyecilik anlayışı gereklidir. Toplumun beklentisi bu yöndedir halk bütün bunların gerçekleşmesini sabırsızlıkla beklemektedir.
Sonuç olarak;
Milliyetçi ve İslamcı iktidarın sağ popülist, baskıcı ve yolsuzluklarla beslenen yönetimi yönetemiyor artık. Yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerin de yönetilemediği yerde değişim vaktidir artık. İktidar yerelde bir başarı elde edilirse gidecek diye korku içinde; korktuğu için de korkutmaya çabalıyor. Bu da sorunları çözmek yerine, mevcut sorunları daha da ağırlaştırıyor.
O yüzden değişim için beklentilerin yükseldiği yakıcı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu statüko behemehâl değişmelidir. Nitekim bazı ülkelerde muhalif aktörler, sağ popülist iktidarları yenilgiye uğratmaya başladı ama hala bazı yerlerde zaman zaman bu tür figürler boy gösteriyor, bizde olduğu gibi.
Fakat artık işin sonuna geliyoruz. Onları sandıkta yüksek bir farkla göndermenin zamanıdır. Bunun için bu seçim hayatidir. Çünkü bu seçim 2028’in kapısını açacak olan seçimdir aynı zamanda. Herkesin hesabı kitabı buna göre yapması ve buna göre davranması lazım.
Gücü tek adamda toplayan bu katı, bürokratik, merkeziyetçi anlayışın karşısına yetki ve sorumluluğun paylaşıldığı, demokratikleşmeye kaldıraç etkisi yaratacak ademi merkeziyetçi bir anlayış gerekiyor.
Yaşadığımız süreçte Türkiye de böyle bir deneyime ihtiyaç duyuyor. Bunu yaparken etkin ve hak temelli bir yerel demokrasiyi savunmak, daha da önemlisi bunu nasıl inşa edeceğimizi anlatmak gerekir.
Bu noktada bölüşüm, katılım ve tanınma adaleti büyük önem kazanıyor.
Yorum Yazın