Göğsü iyice sıkışınca durdu. Biraz soluklandı. Ne kadar zamandır yürümekte olduğunu bilmiyordu. Nerelerden geçtiğini de bilmiyordu, tıpkı nereye gittiğini bilmediği gibi. Hatırladığı kadarıyla son olarak Campo Marzio’dan geçmiş ve köşedeki tütüncüden biraz Cagliari tütünü almak için durmuştu. Sonra yeniden yürümeye başlamış ve adımları nereye götürürse o da kendini sokaktan sokağa sürükleyip durmuştu.
Şakaklarındaki amansız zonklama biraz azalınca güçlükle başını kaldırıp, nerede olduğunu anlamak için etrafına baktı ve hayretle yine o binanın tam önüne gelmiş olduğunu gördü. Son zamanlarda sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendini dışarıya atıyor, uykudaymış gibi yürüyor ve sonunda kendini hep bu binanın önünde buluyordu.
Koyu yeşile boyalı demir kapısı yer yer paslanmış, soluk pembe renkli, iki katlı, içinden uğultulu bir lunapark gürültüsü yayılan eski bir bina.
İşte hiç farkında olmadan kaç gündür kendini önünde buluverdiği bina buydu. Bir okuldu burası. Belediye tarafından yönetilen Baretti İlköğretim Okulu. Bir rüyadan uyanırmışçasına silkindi ve bundan önceki gelişlerinde hiç rastlamadığı o gürültünün sebebini de hemen o anda anladı. Okul açılmıştı. Ekim ayı gelmiş ve okulun ilk günü başlamıştı. O anda etrafındaki bütün o kalabalığı, o kargaşayı, o itiş kakışı gördü. Her yerde çocuklar ve anne babalar vardı.
Çocuklar, annelerine bir kez daha bakıp okuldan içeri girdiler. O da kapıya iyice yanaştı. Paslı demir parmaklıkların ardından, okulun ikinci katına baktı. Geniş pencerelerle kaplı koridordan sınıflarına doğru giden çocukları izledi. Ansızın gördü onu. Sağdan ikinci pencerede duruyor ve kendisine bakıyordu. Eskimiş bir valizden kesilmiş kırmızı bir deri parçasıyla üstünkörü bağlanmış kitap ve defterlerini öylece omzuna atıvermiş, soluk benizli bir çocuk. Ciddi bir yüzü var. Dudakları, hemen biraz sonra ağlayacakmış gibi aşağıya sarkmış, iri gözlerinde bir çocuğa hiç yakışmayan koyu bir hüzün dolaşan, siyah önlüklü bir çocuk.
Kısa bir bakışmadan sonra, çocuk uzun parmaklı elini yavaşça kaldırıp, belli belirsiz salladı ve arkasına dönüp, koridorda kayboldu. Fırladı. Nefes nefese üst kata çıktı. Biraz önce kendisine el sallayan çocuğun kaybolduğu loş koridora daldı. Bakındı. Yoktu. Sınıfların kapılarını tek tek açıp içeriye baktı. Yoktu. Arkadaşlarının hemen hepsi oradaydılar ama o yoktu. Biraz önce pencereden kendisine el sallamış olan çocuk, sanki yer yarılmış da içine girmiş gibi ortalıktan kaybolmuştu. Yoktu. Okulun her açılışında tam üç yıldır okula ilk giden öğrenci olmak isteyen, defterini, kalemini daha akşamdan hazırlayan ve sabah gün ağarır ağarmaz, onu da yanında sürükleyerek okula koşturan oğlu şimdi orada değildi. Yoktu ve artık hiçbir zaman da okulda olmayacaktı…
Döndü. Okuldan çıktı. Adımlarını sürükleyerek labirent gibi sokaklardan geçip, şimdi kendisinden başka kimsenin yaşamadığı evine girdi. Biraz oyalandı. Sonra da bütün cesaretini toplayıp, haftalardır önünden bile geçemediği o odaya, oğlunun odasına yavaşça süzüldü. Oğlunun kitaplarına baktı. Kırmızı, kahverengi, sarı yaldızlı ciltler…
Defteri de ilk kez o gün gördü işte. Sarı yapraklı kalın bir defter. Kısa bir duraksamadan sonra defteri çekti aldı. Odadaki tek sandalyeye, bir zamanlar oğlunun okul önlüğünü, ip gibi olmuş boyunbağını ve giyile giyile orası burası iyice eprimiş lacivert okul ceketini astığı o tek sandalyeye oturdu. Defteri açtı ve okumaya koyuldu. Oğlu ilk sayfaya önce büyük harflerle ‘Ekim Okulun İlk Günü’ diye yazmış ve 17, Pazartesi diye bir tarih atmıştı. Derin bir soluk alıp, okumaya devam etti. “Bugün okulun birinci günü, köyde geçirdiğimiz o üç aylık tatil bir düş gibi geçip gitti. Bu sabah annem Baretti Okulu’nun 3. sınıfına kaydımı yaptırdı. Ben hep köyü düşündüğümden istemeye istemeye gittim okula. Sokaklar çocuk kaynıyordu. Kendi kendime, bu birinci gün dedim. Dokuz ay daha var. O kadar ev ödevi, o kadar çalışma. Yine de okuldan çıkarken mutluydum ve annemi öpmek için eve koşarak gittim...”
Daha fazla okuyamadı. Defteri kapattı. Titreyerek yatağına doğru giderken, ‘bunu neden yaptın oğlum’ diye mırıldandı. Kalın bir yalnızlığın kol gezdiği evde, her zamanki gibi huzursuz bir uykuya dalmaya hazırlandı. Artık alışmaya başladığı gece kabuslarında, soluk pembe renkte iki katlı bir okul binasının buğulu camlarının birinden, üzgün bakışlı bir çocuğun kendisine hayal melal el sallayacağını çok iyi biliyordu...
Dünya çocuklarının en çok okuduğu kitap olarak kabul edilen “Çocuk Kalbi” kitabının yazarı Edmondo De Amicis, 21 Ekim 1846’da doğdu. Askeri eğitim gördü ve İtalya Krallığı ordusunda subaylık yaptı. Ordudan ayrıldıktan sonra askerlik anılarına dair hikayeler yazdı. İngiltere, Fransa, Hollanda, Fas ve Türkiye’yi gezip, seyahat anılarını kitaplaştırdı.
Amicis, İtalya’ya döndükten sonra bir süre politikayla uğraştı. Siyasi hayatta karşılaştığı zorluklar aile hayatını da etkiledi. Eşiyle anlaşmazlık içindeydi ve ikisi de ayrılmak istemelerine rağmen, Katolik Kilisesi’nin boşanmayı yasaklaması nedeniyle bunu yapamıyorlardı. O sıralarda annesinin ölümü de Amicis’i çok sarstı. Evden ayrıldı ve uzak akrabalarının şehir dışında işlettikleri bir mandıraya yerleşti. İnziva hayatına alışmaya çalışırken, oğlu Furio intihar etti. Amicis, İtalyanca’daki asıl adı ‘Kalp’ olan Çocuk Kalbi kitabını işte bu dönemde yazdı. Anlattığına göre, oğlunun trajik ölümünden sonra onun hatıra defterini bulmuş ve kitabı bu anılara dayanarak yazmıştı.
Edmondo De Amicis 12 Mart 1908’de öldü. Sonra Ekim ayı geldi ve okullar açıldı. O gün çocuklarını okula götüren büyükler yalanladılar ama okula başlayan çocuklar, okulun ikinci katından mahzun yüzlü bir çocuğun aşağıdaki bir adama el salladığını, adamın da sanki bir şeyden korumak istiyormuş gibi çocuğun arkasından koştuğunu ama çocuğu bulamadığını hayal meyal gördüklerini söylediler.
“Çocuk Kalbi” işte...
Yorum Yazın