ABD seçimleri Trump’ın büyük zaferi ile bitti. Müesses nizamın temsilcisi ılımlı sağcı Harris kaybederken, müesses nizama karşı olan aşırı sağcı Trump kazandı. Diğer bir yaklaşıma göre Biden yönetiminin bütün günahları beyaz olmayan, kötü bir kampanya süreci geçiren bir kadına kesilirken, başkanlık döneminin günahları unutulmuş, ABD yasaları önünde suçlu bulunmuş bir maço beyaz erkek, paranın gücüyle başarılı bir kampanya sürecinin ardından ikinci defa başkanlık koltuğuna terfi ettirildi.
Seçimlerin öncesinde kimin seçilmesi ülkemiz adına daha hayırlı olur sorusu sorulduğunda, yok aslında birbirlerinden farkları, bölgemizde yaşadığımız sorunlar dikkate alındığında ikisi de Türkiye açısından çok hayırlı sonuçlar doğurmaz düşüncesindeydik. İster istemez aklımıza Fidel Castro’nun 1960 seçiminde Kennedy kazanınca yaptığı yorum geliyordu. Castro Siyonizm ve ABD ilişkisini değerlendirirken mealen: “Cumhuriyetçiler ile Demokratlar Siyonizm’e sonuçları itibarı ile aynı pencereden bakarlar. Biri stratejik olarak sert yöntemleri benimser, diğeri daha yumuşak yöntemlerle sonuca gitmek ister, ancak varılmak istenen sonuç değişmez, aynıdır!” ifadesini kullanmıştı. Cumhuriyetçilerin iktidarının başında Trump, İsrail’in başında Netanyahu olunca hemen sınırlarımızın biraz altında neler yaşanabileceği konusunda ne yazık ki iyimser olamıyorum. Harris seçilseydi Netanyahu’yu frenleyebilir miydi? Emin değilim.
Gelelim bu yazının başlığına. Trump’ı daha önceki başkanlık döneminden az çok tanımıştık. Kurumlar arası ilişkilerden hoşlanmayan, devlet adamı olmaktan ziyade iş adamı kimliği ile konulara yaklaşan, söz konusu ABD çıkarları olunca, mevcut yapıları ayaklar altına almaktan çekinmeyen, hareketleri çok fazla kestirilemeyen bir kişilik. Önceki başkanlık döneminde kendisini kısıtlayan Demokratların kıl payı olsa da çoğunluğu elde tuttuğu ABD Kongresinde de bu kez çoğunluk Cumhuriyetçilere geçtiği oranda, Trump’ın hareket tarzı daha da ürkütücü olacağa benziyor.
Peki, seçim kampanyası süresince verdiği mesajlardan yola çıkarak dünyayı ve bizi yakından ilgilendiren ana başlıklara göz atarsak nasıl gelişmeler bekleyebiliriz?
Trump’ın değişmeyen sloganı: “Önce Amerika!”
Bu slogan geçmiş başkanlık dönemindeki uygulamalarından da yola çıkarak, genel hatları itibarı ile dış dünyada yapılan (özellikle askeri) harcamaları kısıtlamayı, ticari ilişkilerde yüksek gümrük vergileri aracılığı ile korumacılığı artırmayı, ekonomik büyümeyi vahşi kapitalizm metotları ile sağlamayı içeren bir slogan niteliğinde. Diğer ifadesi ile, “dünya umurumda değil, benim için kendi çıkarlarım önceliklidir, içime kapanır keyfime bakarım!” diyen bir yönetim artık iş başında.
Ülkemiz açısından bakarsak, dünyayı umursadığı varsayılan müesses ABD nizamının bize ne kadar hayrının dokunduğu da bir başka tartışma konusu. Belki böylesi daha hayırlı olur notunu düşerek devam edelim.
Askeri harcamaların kısılması meselesi ile başlarsak.
Özellikle Rusya için iyi, Ukrayna için kötü haber. Trump “ben başkan olsaydım, Rusya Ukrayna toprak ilhakı ile bu işi barışçıl yöntemlerle çözer, bu kadar paranın da harcanmasına yol açmazdım” niyetini beyan etmişti. Putin’in ABD seçimlerinde Trump’ı desteklemesinde hayret edilecek bir şey yok.
Çok sayıda analist bu koşullarda giderek zayıflayacak NATO’nun özellikle AB ülkeleri için de bir kabus senaryosu olacağını iddia etse de, aynı düşüncede olmadığımı hemen ifade edeyim.
Öncelikle savaşın bitmesi Rusya’ya karşı uygulanan ambargoların kalkması, dolayısı ile Rusya menşeli ucuz enerji kaynaklarına erişebilmek anlamına gelecek. İkinci olarak Rusya tehdidinin ortadan kalkması ile birlikte silahlanmaya yapılan büyük yatırımların azaltılması, Ukrayna’ya yapılan yardımların sonlandırılması, AB ülkelerini yeniden güvenlik toplumundan, refah toplumuna dönmeye yönlendirebilir. Refah toplumuna dönüş, yükselen aşırı sağ tehlikesine karşı bir kalkan olabilir. Belki çok iyimser düşünüyorum ama ABD’nin Avrupa’nın güvenliğinden büyük oranda çekilmesi, Türkiye’nin Avrupa güvenliği içindeki öneminin tekrar tartışılmasına ve Türkiye AB ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına da yol açabilir.
Gelelim güneyimizde olup bitene.
Trump yönetiminin daha önce de güneyimizden çekilmeye niyetli olduğu, ancak özellikle Suriye’den çekilmesi halinde ve özellikle Rusya-Ukrayna savaşı biterse, Suriye’nin kontrolünün tamamen Ruslara geçmesi endişesi ortada. Bu durumda İsrail’in niyeti de ortada. Giderek Lübnan’dan başlayarak Kuzey’e doğru yayılmak, hemen sınırlarımızın altında tampon bir Kürt devleti oluşturarak hem kendisinin, belki daha da önemlisi, ABD çıkarlarına da uygun şekilde enerji yollarının güvence altına alınmasını sağlamak. Anlaşıldığı kadarıyla önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsrail tehlikesine dikkat çekmesinin, ardından Bahçeli’nin işi Öcalan’ın TBMM’de konuşmasına kadar getirdiği yaklaşımlarının arka planında olası bu gelişmeler yatıyor. Doğal olarak “PKK mı kaldı? PKK isim değişiklikleri ile başka evrelere geçmedi mi? Öcalan’ın bu yeni koşullarda oluşmakta olan tampon Kürt devleti üzerinde etkisi olabilir mi?” soruları akla geliyor. Tabi bir diğer senaryo da oluşturulacak Kürt devletinin Türkiye’nin himayesine bırakılması, Türk – Kürt federe devleti gibi bir yapının kurulması. Bu senaryo yeni bir devlet, yeni bir anayasa gibi, “mevcut anayasa değişikliği girişimlerini de anlamlı kılıyor mu?” diye düşünmemize ister istemez yol açıyor.
Doğal olarak bu senaryoların sonucu oluşacak özerk Kürt devletinin daha sonra Türkiye’den ayrılacağı ve Türkiye’nin toprak kaybı yaşayacağı endişelerini ve esas riskin ne olduğunu da akla getiriyor.
Yine bir diğer büyük endişe de Trump desteğindeki İsrail’in İran ile işleri nereye vardırabileceği. Olası bir İran nükleer tesislerinin vurulması bir nükleer felaketi beraberinde getirebilecek iken, petrol tesislerinin vurulması ise petrol fiyatlarının nerelere tırmanabileceği endişelerine de yol açıyor.
Bizi çevreleyen tehditlerden gözümüzü Çin cephesine çevirdiğimizde de pek iç açıcı görüntülerle karşılaşmıyoruz.
Önceki dönem tartışmaları hep ABD’nin Ortadoğu’daki işlerden bir an önce kurtulup, rotasını Çin’e kırmak olacağı doğrultusundaydı. Bu senaryo saklı kalmak kaydı ile ve seçimin hemen ardından yaptığı zafer konuşmasından da anlaşıldığı gibi, Trump’ın esas niyeti Çin ile bir ticaret savaşını derhal başlatmak olduğu doğrultusunda. Bu savaş dünyadaki ekonomik dengeleri alt üst edebilir. Aynı ticaret savaşı şüphesiz Çin ile sınırlı kalmayacak, AB ülkelerini ve bizi de vuracaktır.
BRICS meselesine gelince.
ABD’nin en önemli çıkarı, ABD parasının değerini korumak, bu yolla kendi borçlarını ABD doları olarak, dolar alıcılarının sırtına yüklemek. BRICS’in esas hedefi ise, ticaretini ABD dolarından kurtularak yapmak, gerekirse yeni bir para birimi oluşturmak. Daha şimdiden BRICS ülkeleri kendi aralarındaki ticareti kendi para birimleri ile yapmanın yollarını arıyorlar.
Bir an için Çin’in kendi rezervlerindeki bütün dolarları piyasaya sürdüğünü ve bunun yaratacağı enflasyonist baskıyı düşünün. Sizce işadamı Trump böyle bir oluşuma göz yumabilir mi ya da Çin ile ilişkiler sadece ticaret savaşları ile sınırlı kalabilir mi?
Manşette de dedik ya, “delidir, ne yapsa yeridir!”
Yorum Yazın