Küresel çapta hepimiz zor bir yazı geride bıraktık. Aşırı sıcaklıkları yaşadığımız son birkaç senede kuraklık, orman yangınları ve gittikçe ısınan deniz suyu sıcaklıkları gibi birçok iklimsel anomalileri tecrübe ettik. BM Genel Sekreteri Guterres’in ifadesi ile küresel ısınma çağının sona erdiğine, küresel kaynama çağının başlangıcına şahit oluyoruz. Mevsim normallerinden yukarıda seyreden hava sıcaklıkları günlük hayatımızı o kadar etkiler oldu ki, soğuk geçirdiğimiz kışları anımsayamaz olduk. Eminim dünyanın farklı coğrafyalarından insanlar yaşadıkları bölge için aynı soruyu soruyordur; Nerede o eski kışlar? Yüzlerce farklı lisanda bu cümlenin karşılığının yankılandığını hayal edebiliyorum. Artık kışlarımız da yazlarımız da daha sıcak. En soğuk günlerimiz bile artık eskisi kadar soğuk değil. Birkaç basit veri durumu anlamanıza yardımcı olacaktır. Örneğin normal şartlarda 4 mevsimi de olması gerektiği gibi yaşayan Türkiye’mizi incelersek, mevsim normalleri olarak baz aldığımız 1990-2020 yılları arasında Ocak ayının ortalama sıcaklığı 2.9 derece iken 2023 yılında ölçülen Ocak ayı ortalama sıcaklığı 5.3 derece olarak kayıtlara geçmiştir. Bu istatistiklerde daha da ilginç olanı ise 1990-2020 yılları ile 2023 Haziran, Temmuz ayları arasındaki ortalama sıcaklık farkı 1 derece bile değildir. Benzer kıyaslamalar detaylandırıldığında her yıl daha da artan ortalama sıcaklıkların dramatik biçimde artmasının asıl sebebinin yaz aylarında yaşanan ekstrem sıcaklıklardan çok, kış aylarının beklenmedik derecede sıcak geçmesi sonucuna varılıyor. Üstelik bu durum sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde yaşanıyor. “Climate Central” raporuna göre Amerika’nın New York kentinde günümüzdeki ortalama kış sıcaklıkları 1970’ten itibaren yaklaşık 10 derece artmıştır.
Peki her yıl daha da sıcak geçen kışların kıyafet dolabımızı yenilemek dışında bizlere ne gibi etkileri olabilir? Aşırı sıcaklıkların kış aylarında ciddi su sıkıntılarına sebep olduğu ve yaz aylarında da şiddetli orman yangınlarına sebep olduğunu artık bilmeyen yok. Bunların yanında hiç de küçümsenmemesi gereken deniz suyu sıcaklıklarının anormal artışı var. Bu durum doğal yaşam ve iklim üzerinde çok ciddi sorunlar barındırıyor. En başından başlamak gerekirse, deniz suyu sıcaklıklarının ısınmaya başlaması sanayi devriminin hız kazanması ile ortaya çıkmaya başladı. Çok büyük miktarlarda fosil yakıtların yakılması, eş zamanlı olarak ormansızlaşmanın hız kazanması Dünya’da çok yüksek miktarda ısının hapsolmasına sebep oldu. Okyanuslar ise Dünya’nın çok büyük bir kısmını kapladığından, 1970’ten beri sanayileşmeyle ortaya çıkan ısının %90’ını emen nispeten el değmemiş okyanuslarımız geri dönülmez bir yola girmiş oldu. Okyanuslardaki bu aşırı ısınma temel olarak daha güçlü ve sık fırtınalara, deniz seviyelerinin ciddi şekilde yükselmesine ve bazı bölgelerde çok şiddetli kar ve yağmur yağışlarına sebep olabilir.
Yukarıda belirtilen ekstrem doğal afetler ilk bakışta üstesinden gelinemeyecek gibi görünmeyebilir ancak bu anomalilerin gerçekleşme sıklığı 10-20 yılda bir iken ani sıcaklık değişimleri sebebiyle her yıl yaşanmaya başladığında ülke ekonomileri için büyük bir yük olacaktır. Buna örnek olarak deniz suyu sıcaklıklarının çok daha uzun süreler boyunca 26 derecenin üstünde kalması ile Kuzey Atlantik’te 3. kategori tufanların(178 kilometre hıza kadar çıkan rüzgarlar demek oluyor) sıklığı tavan yapmış durumda. ABD, Birleşik Krallık gibi gelişmiş ülkelerin bile çok daha sık gerçekleşen afetlerde yıkılan şehirlerini yeniden inşa etmesi ekonomik olarak mümkün değildir. Gelişmekte olan ve iklim değişikliğine karşı savunmasız ülkeler için ise bu durum diğerlerine kıyasla çok daha büyük bir tehdit oluşturmakta.
Buradan yola çıkarak, alınması gereken aksiyonlar düşünüldüğünde elzem olarak tüm ülkelerin karbon salınımlarını kontrol altına alması ve efektif bir emisyon takip/izleme sistemi oluşturması gerekir. Burada hükümetlerin ve özel sektörün en zorlandığı noktalar sera gazı muhasebesi için sınırların belirlenmesi, sektörlerden doğru ve şeffaf verinin toplanması ve denetimlerin gerçekleştirilmesidir. Bu zorlukların giderilmesinin uluslararası karbon vergisi sisteminin ivedi bir şekilde standardize edilmesi ile sağlanacağını değerlendiriyorum. Hükümetler ve özel sektörler ancak ve ancak belirli bir uluslararası yönetmelikle karbon ticaretinin sınırlandırılması ile bu emisyon salınım kısıtlarına riayet edeceklerdir.
Bir diğer konu ise şehirlerin özel olarak iklim değişikliğine dayanıklı birer kale haline getirilmesi. Tabiri caizse her şehir düşmanına özel antrenman yaparak maruz kalabileceği tehditlere hazırlıklı olmalıdır. Coğrafi konum ve iklim değişikliği eşliğinde değişen hava koşulları göz önünde bulundurularak şehirlerin direnaj sistemleri, tarım politikaları ve yapı denetimi yeniden düzenlenmelidir. Her şehrin muhtemel zayıf noktaları belirlenip ona göre yeniden dönüşüm politikaları hazırlanmalıdır. Türkiye’nin evrimleşen iklimi düşünüldüğünde, Akdeniz Bölgesi için gittikçe artan tropikal fırtına tehdidi, İç Anadolu’nun karşı karşıya kaldığı ve neredeyse tarımı durma noktasına getiren kuraklık durumu gibi konulara öncelik verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yorum Yazın