Yok. Ben o "Muhterem samiin. Harici haberleri dinlediniz. Şimdi..." dönemine tanık olamadım radyonun. Ama altı lambalı Philips'in, üzerinde Praha, Minsk, Warsova gibi beni büyüleyen isimlerin yazılı olduğu kumaş kaplı yüzeyine kulağımı yaklaştırıp, az "Radyo Tiyatrosu", az "Arkası Yarın" dinlemedim.
Televizyona karşı bir ara mağlup duruma düşen, sonra her ilde, ilçede hatta birçok köyde "yerel" olarak yayın yapıp, eski görkemli günlerine dönmeye çalışan radyodan bahsediyorum.
İskoç matematikçi ve fizikçi Maxwell, elektromanyetik bir sinyalin havada taşınabileceği teorisini ortaya attığında, bu teorinin gerçekleşip bir "sihirli kutu" olacağını ve milyonlarca insanı etkileyeceğini düşünemezdi elbette. Tıpkı Alman fizikçi Hertz'in radyo dalgalarını bulması, ardından Marconi'nin ilk telsiz sinyalini iletmeyi başarmasında olduğu gibi.
Türkiye radyo ile tanışıyor
Türkiye'nin dünyayı kasıp kavuran bu radyo fırtınasının dışında kalması mümkün olamazdı tabii ki. 20 Mart 1923 tarihli İstanbul gazetelerine göre, Yüksek Öğretmen Okulu öğretmenlerinden Rüştü Bey, yaklaşık bir aydır telsiz - telefon adını verdiği bir alet üzerinde denemeler yaptıktan sonra, dinleyenleri hayretlere düşüren bir iş yapmıştır. Rüştü Bey, Yüksek Öğretmen Okulu'nun konferans salonundaki telsiz telefona önce bir nutuktan parçalar okumuş, ardından iyi kötü çalabildiği neyle bir zeybek havası üflemiş ve bütün bunlar yüzlerce metre ötedeki Darülfünun'dan 'Gayet net bir şekilde' dinlenebilmiştir.
Kurtuluş Savaşı sırasında haberleşmenin önemi çok arttığından, uygun yerlere telsiz istasyonları kurulur. Alman Siemens ve Fransız TSF şirketlerinin kurduğu bu telsiz istasyonlarının iki tanesine de radyo yayını yapacak donanımlar eklenir. Bu iki verici o zamanlar adı Osmaniye olan Hasdal ve Ankara'da Telsizler'dir.
İlklerin dayanılmaz heyecanı
6 Mayıs 1927'de İstanbul Büyük Postane'nin üst katındaki odalardan birini dolduranlar, tarifsiz heyecanlar içindedir. Kolay değil, birazdan İstanbul'da resmen ilk radyo "neşriyatı" başlayacaktır ve magazinci meslektaşlarımızın pek sevdiği deyimle, bu "Yeni bir ilke imza atanlar", ilk radyocular olarak tarihe geçeceklerdir.
Türkiye'nin ilk radyo spikeri Sadullah Bey mikrofona yaklaşır ve tarihi takdimini yapar:
"Alo, alo. Muhterem samiin (dinleyiciler). Burası İstanbul Telsiz Telefonu. 1200 metre tul - ı mevç, 250 kilosaykıl. Bugünkü tecrübe neşriyatımıza başlıyoruz..."
Postanenin kapısının üzerine yerleştirilen vericiden bu sözleri duyan yüzlerce İstanbullu hep birden alkışlamaya başlar. Gururlanmışlardır. Akşam; kahvede, koltuk meyhanesinde, evde, "Azizim, memleket inkişaf ediyor. Amerika'daki telsiz, dakkasında bize de geldi. Bugünleri de gördük ya, şükürler olsun..." konuşmaları yapılır. Türkiye'de radyolu günler başlamıştır artık.
Yayınlar akşam başlar. Önce İstiklal Marşı çalınır. İstanbul Radyosu dörtbuçuk, Ankara Radyosu da üç saat boyunca açıktır. Yayınlarda ağırlık müziktedir. Telsiz Telefon Şirketi, hem alaturka hem de alafranga müzik yapacak iki ayrı orkestra kurar.
Radyoya ilgi beklendiğinden de büyüktür. İstanbul radyosu ikinci bir spiker daha çalıştırmak zorunda kalır. Bu kişi aynı zamanda Türk musikisi programlarını da yöneten müzisyen Mesut Cemil'dir.
Derken radyo spor karşılaşmalarını da nakletmeye başlayınca bu kez bir de "spor havadisleri" spikeri alınır. Bu ilk spor spikerinin adı da Eşref Şefik'tir. Sonraları boks maçlarını "Yumruğun şiddetinden kulakları vapur düdüğü gibi ötüyordur herhalde" gibi cümlelerle anlatmasıyla ünlenen Eşref Şefik, 20 Temmuz 1934'te Kadıköy Fenerbahçe Stadı'ndan radyo tarihimizin ilk naklen maç yayınını yapar ve "Fenerbahçe merkez muhacimi Zeki Bey'in, Avusturya WAC takımı müdafilerini oya gibi ördüğü çalımlarla nasıl ekarte ettiğini" tatlı tatlı anlatır.
"Edebiyat Saati", "Şiir Saati", "Türk Dili Araştırma Kurumu Saati", "Ziraat Vekaleti Saati", "Meteoroloji Saati" ve geleceğin değerli radyocularını, tiyatrocularını yetiştirecek olan "Çocuk Saati" de başlar.
"Mikrofona koyan..."
Radyolarımızın onca yararlı işleri arasında, tiyatro faaliyetlerine ayrı bir yer açmak gerekir. Radyolar, "Radyo Tiyatrosu" ve özellikle "Arkası Yarın" programlarıyla, dinleyicilere Anton Çehov, John Steinbeck, Dostoyevsky, Ahmet Hamdi Tanpınar, Friedrich Dürenmatt, Albert Camus, Mehmet Rauf, Ernest Hemingway, William Faulkner, Eugene O´Neill, Shakespeare, Sait Faik, Jean Paul Sartre, William Saroyan, Gustav Flaubert, Franz Kafka, Tennesee Williams, Agatha Christie gibi edebiyat ustalarını tanıtıp, sevdirmiştir ki, anlayana Midas'ın altınları değerindedir.
Susalım, "Arkası Yarın" başlıyor
Türkiye´de Arkası Yarın´ların mikrofona taşınması radyo tiyatrosuna göre epey gecikir. 1950'lerde önce çocuklar için arkası yarınlar üretilir. Derken büyüklerin de bu radyo dizilerini izlemeye başlaması üzerine "büyükler için" arkası yarınlar üretilmeye başlanır.
Televizyonun olmadığı dönemlerde Arkası Yarın'lar altın çağını yaşar. Programın başlama saati yaklaşınca herkes radyonun başında kümelenir, en küçük ses çıkarılmaz, kahvede dinleniyorsa, müşteriler çaylarını bile karıştırmaktan çekinirler. Alışılmış deyimiyle "nefesler tutulur" ve gongun çalması beklenir.
Biz aslında neyi özledik?
Şimdi her yerde radyo var. O deminden beri ballandırdığım 'Arkası Yarın'lar, 'Radyo Tiyatrosu' da var. Peki biz niye o eski radyolarımızı özlüyoruz? Niye eski bankalarımızı, hani yılda iki kez yaptıkları 'keşide'lerle Bostancı'da, Küçükyalı'da 'İkramiye Apartmanları' veren bankalarımızı özlüyoruz?
Ortalıkta bunca mecmua varken, niye hala 'Hayat Dergisi'ni arıyor gözlerimiz? Şu içinde "Eşinize zorla idman yaptıramazsınız ama yine de onun sağlığı elinizde" başlıklı 'Kadın Haberleri' bulunan tiftdruk baskı Hayat Dergisi'ni yana yakıla arıyoruz?
Biz sadece radyoları mı özledik? Tombalalı, kuru yemişli, dansöz tartışmalı yılbaşı gecelerini, beyaz mendilli bayramları, Akbaba Dergisi'ni, çelik - çomak oyununu, topaç çevirmeyi, "Arap Mabel" cikletini, gömlek yakalarına takılan "balina"ları, masmavi olmasına rağmen, çamaşırları bembeyaz yapan çivitleri, "Yıldız porselen" tabakları, "Bir maniniz yoksa annemler bu akşam size gelecek"leri, ıhlamur, hanımeli ve sarmaşık gülü kokan yazlık sinemaları, "Beş dakika ara"ları ve o aralarda içilen Maltepe gazozlarını, ince uzun delikanlı duruşlu Tekel biralarını, naylon gömleğin cebinde "iyi görüntü veren" Bafra sigarasını, Çiçek Pasajı girişinde şimdikilere hiç benzemeyen bir kokoreç satan Ermeni ustayı ve yine Çiçek Pasajı'nda omuzbaşımızda önündeki siyah biradan okkalı bir yudum aldıktan sonra bize "Unutma delikanlı. Her zaman biranın siyahı, kadının sarısı olsun" diye hayat dersleri veren yaşlı ayyaşı, Orhan Boran'ın Yuki'sini, Onaltı Soru Bilgi Yarışması'nı, kuponsuz, promosyonsuz gazeteleri, siyah okul önlüklerini, mektup yazmayı, posta kartı göndermeyi, Nacar marka kol saatlerini, Nacet marka jiletleri, "Günaydın"ları, "İyi Akşamlar"ı, fener alaylarını özlemedik mi yani? Düpedüz sevişmek yerine, o güzelim "çıkma"ları özlediğiniz olmuyor mu?
Biz arkası yarınları özlüyoruz. Özellikle bizler yani yarınları gün geçtikçe azalanlar, arkası yarınları daha da çok özlüyoruz.
Dünün hasretiyle yanarak...
Yorum Yazın