Sansür mü otosansür mü?
Al birini vur ötekine. Her ikisi de vahim... Hem de çok vahim.
Karmaşık bir konu. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık... Kimler otosansür uyguluyor? Yazsan bir türlü yazmasan bir türlü. Hele hele de bu konuda kendini değerlendirsen daha da vahim... Yürek ister...
***
Sansür otokratik yönetimlerde, diktatörlüklerde, faşist rejimlerde, ve cunta yönetimlerinde düşünme, fikir, inanç ve yayın hürriyetini tuz buz ediyor... İnsanların düşünce yetilerini örseliyor.
***
Daha da vahimi satılık, satılmış kalemler. Bu durum da en çok yukarıda saydığım ülkelerde, yönetimlerde görülüyor...
***
Sansür, malum rejimler, hükümetler tarafından uygulanıyor... Otosansürü ise yazan kişi bizzat uyguluyor bilinçaltından hareketle. Bilinçaltını ise korku şekillendirmiş tabii ki... Bu işkence korkusu olabilir, çıkarlarını kaybetme korkusu olabilir, kariyerine zarar gelebilir korkusu olabilir vs. vs. Bütün bunların dışında bir de yalaklar, yalakalar var... Türkiye´de bunlardan fazlasıyla var basın yayın dünyasında. Rüzgar gülleri...
***
Ankara`dayım. Kızılay`da mis gibi sütlacımı yemişim. Üstüne çay içerek Cumhuriyet gazetesinin KİTAP ekini/dergisini okuyorum... Bulunduğum ortam kalabalık ve oldukça da gürültülü... Ne fark eder, ben kendi dünyama dalmış gitmişim. Huşu içersindeyim...
Üçüncü çaydan sonra hesabı istedim. İşini çok becerikli ve güleryüzlü yapan garsona uygun bir bahşişi de ihmal etmedim her zaman olduğu gibi. İsterim ki yüzü gülmeye devam etsin. Sevmem asık suratlı insanları, `ciddi yapan` maskelileri...
Pastanenin ortasına yakın bir noktadayken, tezgahın arkasından işyerinin sahibi olduğu belli olan 50 yaşlarında güleryüzlü, temiz giyimli ve sinek kaydı tıraşlı şahıs: ``Hocam sık sık bize geliyorsunuz, görüyorum, bütün gazeteleri okuyup bırakıp gidiyorsunuz. Sadece o elinizdeki gazeteyi ve ekini yanınıza alıyorsunuz. Sorabilir miyim öğretmen misiniz?`` `Emekliyim ve eğitim danışmanı olarak çeşitli üniversitelerde ve okullarda eğitim danışmanlığı yapıyorum,` diyerek cevapladım ve yürüyüp mekanı terk etmek istedim. ``Hocam, bizden ve fiyatlardan memnun musunuz?`` diyerek topu attı önüme... Durur muyum, fiyatlardan başladım, çapsız politikacılarla sürdürdüm ve bazı yapılanların vatan hainliği olduğunu dile getirdim. `Günün birinde adama bunların hesabını sorar bu halk!` diye bitirdim. Mekan sahibi,``Haklısınız hocam, ama elimizden bir şey gelmiyor.`` diye kendi konfor alanına çekildi. `Nasıl olur canım, halk isterse alaşağı eder her şeyi!` diye sesimi yükseltim. `Yeter ki isteyelim...` diye pekiştirdim görüşlerimi... `Kolay gelsin!..` deyip çıktım. Tam kapıdan çıkarken, sohbet esnasında sesimi bayağı yükseltmiş olduğumu fark ettim. Müşterilerin çoğunun şaşkın ve iri gözlerle bana baktıklarını algıladım... Adeta korsan miting havası doğmuştu...
Mekandan çıktım, Öğretmenevi`ne gitmek üzere metro durağına doğru yürümeye başladım. Daha yirmi otuz metre gitmedim ki vücudumu bir ter bastı... Nefes alıp vermemde bir gariplik vardı... Dizlerim beni taşımak istemiyordu... Aniden başımdaki fotör şapkamı çıkarıp koltuğumun altına sakladım. Hızla yürümek istiyordum, biran önce durağa varmak için... Ama nafile, ayaklarım beni dinlemiyordu... Kalbim küt küt atmaya başlamıştı... Korkmuştum... Beynim zonkluyordu adeta... 1983 yılında Burdur`daki 7 saatlik sorgulama ve dayak geliyordu aklıma...
Birkaç gün önce gazetede okumuştum. Otobüste herkesin duyabileceği bir sesle hükümet aleyhine atıp tutan kadını otobüsten indikten sonra takip edip polise şikayet eden vatandaş tutuklatmıştı kadıncağızı. Bilinçaltım devreye girmiş, biraz önce mekanda söylediklerimi bu olayla birleştirmiş ve korkmuştum... Beni takip eden varsa tanıyamasın diye şapkamı koltuk altına saklayarak yürümeye çalışmam bu yüzdendi... Korku nelere kadir...
Durumun farkına varınca kendime geldim. Fotör şapkamı başıma geçirdim Orhan KEMAL tarzında... Hafiften sol tarafa yıkarak... Şöyle sırtımı dikleştirerek nefesimi yavaşlattım ve derin bir iki nefes çektim... Hafiften kendi kendime gülümsedim bıyık altından... Rahatlamıştım.
Rahatlamıştım amma, biraz önceki korku, panik atak unutulur gibi değildi...
Demek ki her canlı varlık gibi korku beni de sarsıyordu zaman zaman. Ortamdaki bana göre kurşun gibi ağır hava çöküyordu insanların üstüne, kalbine... Korku ortamı...
***
Şimdi gel de böylesi ortamlarda otosansür uygulama. İnsan düşünüyor: Ya bir terslik olsa ya bir tutuklama söz konusu olsa, ne olacak onca randevular, onca görüşmeler, konferans?
***
Geçenlerde, bir emekli dostumla bu konuyu ele aldık. Karı koca emekliydi, ama çocukları ne olacaktı? Çeşitli kurum ve kuruluşlarda çalışan bu çift gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını yazsalar birkaç ciltlik kitap olurdu... Gel gör ki yazamıyorlardı. Çocuklarının geleceğini düşünüyorlardı. Tam bir ikilem içersindeydiler. Bir yanda dürüst yurttaşlık diğer yanda otosansür...
***
İnsanlar, sosyal medya da bile ya sansüre uğruyorlar ya da kendileri otosansür uyguluyor.
Bunu somutlaştırmak gerekirse: Çok kritik olmayan makalelerime ya övgü diziliyor ya da haklı haksız eleştiriler dile getiriliyor.
Ama, bir önceki oldukça kritik olan makaleme kimse yorum yaz(a)mıyor... Korku iklimi...
***
Şeytan diyor ki, ya büyük usta Aziz NESİN`in ``Korkudan Korkmak`` kitabını ve/veya Oğuz ATAY`ın `` Korkuyu Beklerken`` eserini oku... Ah şu zamansızlığın gözü kör olsun... Bazen, hayal kurarım kendi kendime, acaba insanoğlu zaman satın alabilseydi ne olurdu?
***
İyi ki bilincimizle bilinçaltımızı kontrol edebiliyoruz... İyi ki bilincimizle korku gömleğini çıkartıp atabiliyoruz. Aksi taktirde dünyamız daha bir karanlık olurdu.
Yorum Yazın