İstanbul
Açık
14°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,7753 %-0.07
37,3742 %0.08
105.359,24 %3.013
3.208,58 1,20
Ara

Ahlaki yangınlar, Kartalkaya’da küllenen vicdan, CHP’nin dimyat hikayesi, Ayşe Barım ve Halk TV gözaltıları

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Ahlaki yangınlar, Kartalkaya’da küllenen vicdan, CHP’nin dimyat hikayesi, Ayşe Barım ve Halk TV gözaltıları

Vicdan, bireysel ahlaki ilkelerimizin farkına varmamızı sağlayan içsel bir pusuladır. Bu ilkelere sadık kalmak, bizi doğru olarak gördüğümüz eylemleri gerçekleştirmeye yönlendirir. Ahlak, toplumun yapısını çizen unsurların başında gelir ve vicdan, bu yapının korunmasında kullanılan en güçlü malzemedir.

Ahlak felsefesi, bireyin özgür iradesini ve bu iradeyle alınan kararların sonuçlarını üstlenme sorumluluğunu vurgular. Gerçek anlamda sorumluluk, özgür iradeyle alınan kararların bilincinde olmayı gerektirir. İrade ve vicdan birleştiğinde, insanlar yalnızca kendileri için değil, aynı zamanda çevrelerindeki diğer insanlar ve canlılar için de doğru olanı yapma güdüsüne sahip olurlar. Bu süreçte, sorumluluk hissi, bireyin kendi karar ve davranışlarının sonuçlarına katlanmaya hazır olması anlamına gelir ve bu, ahlak felsefesinin özgürlük ile derinlemesine ilişkilendirildiği temel bir kavramdır.

Ahlaki değerler, bilinçli bir özne tarafından diğer canlılara yönelik davranışlarda kendini gösterir. Örneğin, bir bireyin veya kurumun yangın güvenliği standartlarını ihmal etmesi, yalnızca hukuki bir sorumluluk değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumsuzluktur.

Kartalkaya'daki elim yangın faciası, vicdani ve ahlaki sorumlulukların ne kadar hayati olduğunu ve toplumun ne yazık ki bu değerlerin nasıl uzağına düştüğünü açıkça ve korkunç bir biçimde ortaya koyuyor. Akılcı düşünme yetisi ve bilinç gerektiren sorumluluk duygusundan nasıl hoyratça koparıldığını… Sorumluluk, mutlak surette özgür olmayı gerektirir. Vicdan sahibi olmanın yolu da özgürlükten geçmek zorundadır.

Öyleyse bu olaydan elimizde kalan; özgürlükten yoksun bireylerin ahlak, vicdan ve sorumluluk duygusu eksikliğidir.

Özellikle son dönemde toplumumuzda kundaktan başlayarak yüceltilen değer “özgüven”. “Özgüveni yüksek”, “kendine inancı tam” bireyler yetiştirmek için tüm bir ebeveynlik kavramını bile silip yeniden yazdık. Toplum olarak özgüveni özsaygının önüne koyduk. Halbuki yüceltilen değer özgüven yerine özsaygı olmalıydı.

Doğru yapmak ve doğru olanı yaptığın için kendine saygı duymak, yanlış olanı sürdürmemek, değiştirmek, sorumluluk almak, vicdan, ahlak… Çünkü gerçek özgürlük, kararlarımızın sonuçlarına sadece katlanmakla kalmayıp, onları şekillendirecek sorumlulukları da omuzlamaktan geçer.

Vicdan, yalnızca bir iç ses değil, aynı zamanda bizleri diğerlerinin acılarına karşı duyarlı kılan ve adalet arayışımıza yön veren derin bir ahlaki kılavuzdur.

Her bireyin ve her toplumun vicdanla sınandığı anlar vardır; Kartalkaya'daki yangın gibi trajediler, toplum olarak ahlaki pusulamızı ne kadar iyi kalibre ettiğimizi test eder.

Peki biz bu son testten geçer not alabildik mi?

Herkes suçu birbirine atıyor. Aslında suçlu hepsi, hepimiz suçluyuz. Otelin mimari planlamasından başlayarak, izin verenler, görmezden gelenler, erteleyenler, ihmal edenler, önemsemeyenler… Bakanlığı, belediyesi, il özel idaresi, itfaiye çalışanları… O ızgarayı açık bırakanlar, o davlumbazın temizliğini yapmayanlar, alevlenen ocağı suyla söndürmeye çalışanlar, nasıl söndürüleceğini bilmeyenler, onlara nasıl söndürüleceğini öğretmeyenler, o eğitimleri vermeyenler, yangın henüz ufakken, söndürülebilir seviyedeyken müdahale etmeden kaçıp gidenler, yüzlerce kişiyi aynı anda ağırlayan koca bir turistik otele yangın söndürücüleri koymayanlar, çalışmayan yangın alarm sistemini umursamayanlar, yağmurlama sistemini kurmayanlar, yol gösterici levhaları oraya koymayanlar, tüm bu eksiklikleri görmeyenler, görüp de görmezden gelenler, görmezden gelip de punduna uydurmaya çalışanlar, liyakatı değil sadakati kaale alanlar, kuzenlerini yardımcı, kayınçolarını, eniştelerini müdür yapanlar, tüm bu olup biten karşısında sessiz kalıp, dilsiz şeytanlık yapanlar…. Günahkarlar.

Koltuklarını bırakmayanlar, kötüye kullandıkları ünvanlarından istifa etmeyenler zaten çoktan insanlıktan istifa etmişler.

Onların insanlıktan almadıkları nasibin bedelini, en az 36’sı çocuk, 78 kişi canıyla ödedi.

Kalanlarsa bu olayda sorumluluğu olanların paçasını kurtarma derdinde… Bedelini ödetmek yerine…

Hiçbirinin diğerinden farkı yok; ne iktidar, ne muhalefet. Tüm bu yaşanan felaketten sonra turizm bakanı istifa ediyor mu? Hayır. Ana muhalefet partisi, Bolu Belediye Başkanı’nın istifasını isteyebiliyor mu? Hayır. Biri de çıkıp siyasi sorumluluk almaz mı… Almıyor işte. Aksine Bolu Belediye Başkanı’na sahip çıkmak, destek olmak için CHP grup toplantısında açıklama yapılıyor.

Halbuki Tanju Özcan’ın, yakın bir akrabasını itfaiyeden sorumlu müdür olarak ataması, arada gidip gelen evraklar, geri çekilen dilekçeler… yerel yönetimlerdeki nepotizm ve sorumluluk eksikliği… Evrensel siyasette bu tür etik dışı tutumların istifa veya ciddi yaptırımlarla sonuçlanması gerekirken, Türkiye'de bu tür durumlar genellikle partizan savunmalarla geçiştiriliyor.

Hele ki sol ideolojiye mensup bir politikacı olarak, yanlışa yanlış diyebilme ve gerektiğinde istifa edebilme gibi davranışlar özellikle beklenen bir tavırken (ki Tanju Özcan, zamanında, kendine göre haklı birtakım gerekçelerle, şiddetle Kılıçdaroğlu’nun istifasını istemiş bir isimdi) maalesef bu adımlar atılmıyor. Halbuki bu tavır, en çok CHP’ye, en çok sol geleneğe yakışır, en çok CHP’ye onurlu, örnek teşkil edebilecek bir duruş kazandırırdı.

Bu, Türkiye'de sol siyasetin ve genel olarak tüm siyasi spektrumun içine düştüğü bir çıkmazı yansıtıyor: Siyasi sorumluluğun gereklerini yerine getirme konusunda ciddi bir isteksizlik.

Solun tarihi, ideolojik olarak halka hizmet ve şeffaflık üzerine kurulu olsa da, pratikte bu değerlerin yoğun bir ihlali söz konusu.

Siyasi liderlerin ve kamu yöneticilerinin, bu tür durumlar karşısında sorumluluk alması ve gerekirse istifa etmesi, toplumda saygınlığın ve güvenin yeniden tesis edilmesi için kritik öneme sahiptir.

Hepimiz hatırlıyoruz. Osmangazi Köprüsü'nde çalışan Japon mühendis Kishi Ryoichi, köprü inşaatında halatın kopmasından kendini sorumlu tutmuş ve ağır bir vicdani yük altında intihar etmişti.

Çalmamıştı, rüşvet yememişti, görevini kötüye kullanmamıştı, görmezden gelmemişti, görmezden gelenlere karşı sessiz kalıp suça ortaklık etmemişti, kimsenin ölümünden sorumlu değildi.

Bir hata yapmıştı. Hatasının nelere mal olabileceğini tasavvur etmişti. Henüz hiç bir felaket yaşanmadan hatanın kaynağı olarak görüdüğü “kendini” yok etmeye karar vermişti. Köprüde meydana gelen bir teknik aksaklıkta doğrudan bir kusuru olmamasına rağmen, potansiyel sonuçların ağırlığı altında ezilmişti.

O kültürde vicdan ve sorumluluk kavramları öylesine köklü ve şiddetli yaşanıyor ki… Ryoichi'nin davranışı, bireysel hatalardan ötürü en yüksek bedeli, kendi hayatıyla ödemeye hazır olma düşüncesini yansıtıyor.

O toplum imanı itikat değil, ahlak olarak anlıyor…

Yunanistan, aynı şekilde. 57 kişinin hayatını kaybettiği tren kazasının gerçek sorumlularının tutuklanmamasını protesyo ediyor halk. Ne polis şiddeti, ne polis jopu, ne gaz… İnsanlar özgürce adalet talep ediyor, özgürce acılarını haykırıyor. Çünkü hukuk var, medeniyet var. Çünkü devlet düzeni de, yurttaşların itirazlarını, öfkelerini, acılarını kitlesel olarak dile getirmesine müsaade ediyor. Siyasiler de aynı olgunluğu gösteriyor.

Belgrad’da da hakeza. Tren garındaki beton sundurmanın çökmesi sonucu 15 kişinin ölümüyle sonuçlanan acı olaydan sonra başlayan protesto gösterileri 3 aydır devam ediyor.

Bu iki örnekte de, adalet talebiyle süregelen protestolar, hukukun üstünlüğüne ve ifade özgürlüğüne olan güveni gösteriyor. Toplumsal felaketlere karşılık veren bu toplumlar, acılarını özgürce ifade edebiliyor, çünkü demokratik düzen bunu mümkün kılıyor.

Türkiye'deki durum ise bu örneklerle kıyaslandığında tam aksi bir tablo çiziyor. Türkiye'de yaşanan büyük felaketlerin ardından kitlesel gösterilerin yapılmaması, toplumsal acıların yeterince dile getirilmemesi, bu konuda derin bir kültürel ve politik farklılık olduğunu gösteriyor.

Kim bilir, belki de toplumun bu tür olaylara karşı gereken duyarlılığı geliştirebilmesi için daha fazla bedel ödenmesi gerekiyordur. İbretlik olaylar yaşıyor ve hepsini aynı hızla, dramatik bir biçimde unutuyoruz…

Eskiden, bu tür toplumsal acılar yaşandığında, bu acıları dile getiren halk ozanları, şairler olurdu… Günümüz Türkiye'sinde, bu türden kültürel ve toplumsal tepkilerin yerinde yeller esiyor. Artık ağıtlar yakılmıyor, acı paylaşılmıyor. Dertlerimiz çok derinde. Demokrasi, insan hakları, adalet, yurtttaşlık, sorumluluk, vicdan… Çok uzağımızda.

Tek gayretimiz üste çıkmak ve orada kalmak için.

Sonuç ne mi olacak? Gerçek sorumlular sütten ak kaşık olarak çıkıp yollarına devam edecekler, suçlanan üç beş kişi de kısa sürede serbest bırakılacak... Yetkililerin çoğu, sanki hiçbir şey olmamış gibi pozisyonlarında kalmaya devam edecek. Geçmişte defalarca görmedik mi bu senaryoyu; tren kazaları, maden faciaları, deprem felaketleri…

***

Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, hür fikirler, hür vicdanlar yetiştirmeyi hedeflemişti. Peki, şimdi nerede bu hür vicdanlar?

Atatürk’ten sonra bilfiil erozyona uğrayan ahlaki değerlerimiz… Liyakatin yerini bıraktığı müthiş bir yetersizlik, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, vicdansızlık… Küçükken söndürülmesi mümkünken söndürülmeyip büyümesine ve tüm bir toplumu yakıp kül etmesine izin verilen yangınlar, çürümüş sistemler…

Bugün, 21. yüzyılın getirdiği paradokslar içinde kıvranıyoruz; suç, ahlak, etik gibi kavramlar giderek muğlaklaşıyor. Hukuk, ahlak ve etik değerler zayıflarken, bu ilkeleri savunanlar azalıyor ve ötekileşiyor.

***

Vicdan, hep vicdan…

Ahlaki pusulamız, doğru ile yanlışı ayırt etme yeteneğimizin özü… Bazen o kadar sessiz kalıyor ki, dev bir yangının ortasında bile vicdanlar suskunluğunu koruyor.

Alev alev yanan, can pazarı yaşanan bir otelin yanı başındayken beyaz karların üstünde kaymaya devam edenler…

Çünkü vicdanı tertemizdi, onu hiç kullanmamıştı ki.

Ölenlerin yas tutan aileleriyle alay edenler, bu acıları bir şaka malzemesi olarak sosyal medyada paylaşanlar…

Çünkü vicdan, ahlakın ibresiydi…

Hüküm süren sessizlik… Asıl girilmesi gereken çalıları yan dolaşan herkes…

Çünkü çıkarlar konuşunca, vicdanlar susuyordu…

Ve son tahlilde; vicdan olmaksızın sahip olunan güç, ruhu çürütüyordu.

İmamoğlu’na Çağrı…

Bu sırada Devlet Bahçeli bir sabah çıkıp İmmaoğlu’na, CHP’den, belediye başkanlığından ve Türkiye Belediyeler Birliği Başkanlığı’ndan istifa edip 100 bin imza toplayarak Cumhurbaşkanı adaylığını ilan etme çağrısında bulundu.

Aynı günün devamında, Özgür Özel, partisinin cumhurbaşkanı adayının ön seçimle belirleneceğini açıkladı. Özel, 1 milyon 600 bin parti üyesinin dijital ortamda oy vererek seçeceği kişinin CHP'nin adayı olacağını söyledi. 1 milyon 600 bin parti üyesinin, dijital ortamda karşılaşacağı olası teknik ve erişim sorunları düşünüldüğünde, sağlıklı bir biçimde oy kullanması mümkün değilken…

Bu durum, İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi popüler adayların önünü açarken, diğer potansiyel adayların önünü kesiyor. Partiyi ve kamuoyunu baskı altında tutmak anlamına geliyor aynı zamanda. Siyasi bir kurnazlık mevzu bahis burada. Söz konusu dijital seçimden İmamoğlu’nun çıkacağı biliniyor. Bir başka deyişle kaldırım taşları İmamoğlu’na göre döşeniyor.

Bu tür siyasi manevralar, "yangında mal kaçırmak" olarak değerlendirilecektir; çünkü parti içi rekabet ve adil şans verme ilkesine aykırı bir adımdır.

Ayrıca Özel’in bu açıklamasının, Devlet Bahçeli'nin aynı gün yaptığı İmamoğlu'na yönelik adaylık çağrısından hemen sonra gelmesi, muhalefetin, iktidarın oyun planına alet olması şeklinde yorumlanabilir. Ana muhalefet partisinin, iktidar bloğunun gündemine paralel bir hamle yaparak, onların söylediği yola gelmesi olarak okunabilir ki bu durum, muhalefetin siyasi stratejisini iktidarın belirlediği algısını güçlendirir.

İki tür akıl yürütme, iki farklı strateji öne çıkıyor olabilir: İlki, İmamoğlu'nu aday göstererek onu siyasi bir kalkanla koruma altına almak, iktidarın ona dokunmasını engellemek, muhtemel bir hapis cezasının ve siyasi yasağın önüne geçmektir. Bu işlemezse ikinci strateji olarak, İmamoğlu'na herhangi bir müdahale durumunda, bu durumu bir mağduriyet hikayesi olarak sunup, kamuoyunda ve seçmen nezdinde destek ve sempati kazanmak… Mağduriyetten zafer doğurmak…

CHP’nin bu açıklamayı yapmasının arkasındaki iki ana argüman bu şekilde özetlenebilir.

Ekrem İmamoğlu da bu mağduriyet oyununu ve mağduriyet algısını benimsiyor gibi görünüyor. İktidar partisiyle girdiği münakaşalardan, kendisi hakkında sudan sebeplerle açılan davalarla mağdur edilmekten kazançlı çıkan olma peşinde sanki…

Ancak tüm bu stratejilerin işlememesi ve CHP’nin baltayı kendi ayağına vurması muhtemel. Zira bu yangından mal kaçırma stratejisi, CHP tabanında da huzursuzluk yaratacaktır. Partinin bütünlüğünü sağlamak şöyle dursun, partiyi daha da bölecek, birliğini ve bütünlüğünü daha da zedeleyecektir.

Ayrıca yapılan dijital seçimlerden çıkacak olan adayı tüzük gereği meclis grubunda onaylama süreci de kolay olmayacaktır.

“Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak,” misali, böyle bir süreçte partinin yerel yönetimlerdeki kazanımlarının riske atılması da çok muhtemel. AKP’ye iktidarı, bir dönem daha altın tepside sunmak gibi bir şey…

CHP yönetimi, 31 Mart seçim başarısına güveniyor, o başarıyı kendine yontuyorsa, bu da bir yanılgıdır. Çünkü söz konusu başarı, büyük oranda Kemal Kılıçdaroğlu'nun çabaları ve toplumun iktidardan duyduğu bıkkınlık sayesinde elde edilmiştir. Ayrıca o tarihten bu yana köprünün altından da çok sular akmıştır. Normalleşme/yumuşama süreci, Suriye meselesi, yeni Kürt açılım hamleleri derken, CHP’nin yardımıyla, yerel seçimlerde mağlup olmuş bir iktidar partisi küllerinden yeniden doğmuş, bir kez daha gündem belirleyen noktaya gelmiştir.

Ayrıca çevrimiçilerde yakalanmış, bu konuda sabıkalı bir parti yönetimi tarfından yapılacak bir dijital seçimin güvenilirliği şüphesiz ki sorgulanacaktır. Güvenin yeniden tesis edilmesi için tek bir yol vardır; o da partinin seçimli kurultaya gitmesidir.

Böyle bir süreç, hem CHP üyeleri hem de genel kamuoyu nezdinde güven sağlayabilir, bir tazelenme gerçekleştirebilir ve partinin birliğini koruyabilir. Gerçek bir demokratik süreç, sanal ortamlarda aceleye getirilen, şark kurnazlığı kokan çözümlerle değil, yüz yüze, katılımcı ve kapsamlı tartışmalarla sağlanabilir. Bu, hem partililere hem de parti dışındakilere güven verebilir ve CHP'nin imajını güçlendirebilir.

İfade Özgürlüğü ve Demokratik Değerler Üzerindeki Baskılar Devam Ediyor

12 yıl önce gerçekleşen Gezi Parkı olaylarının planlayıcılarından olduğu iddiasıyla gözaltına alınan menajer Ayşe Barım… Savcılıkta ifade verdikten sonra tutuklanma talebiyle nöbetçi İstanbul Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edildi ve tutuklandı. Soruşturma kapsamında, oyuncular Halit Ergenç, Bergüzar Korel, Mehmet Günsur, Ceyda Düvenci, Nejat İşler, Rıza Kocaoğlu ve Nehir Erdoğan gibi isimler de ifade verdi…

Barım’ın önce, sektörü konsolide etmekle, rekabeti engellemekle, dizi/film sektöründe kendine “biat etmeyenlerin” iş yapmasını engellemekle, haksız rekabete yol açmakla suçlanarak üzerine gidildi. Oradan bir şey çıkmayacağı anlaşılınca da bu kez ibre Gezi olaylarına çevrildi.

Ayşe Barım'ın Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak hükümeti devirmek gibi bir kapasiteye sahip olma ve örgüt lideri/üyesi olma ihtimalini gündeme getiren suçlamalar akıl sınırlarını zorluyor. Suçlamaların boyutunu düşündüğümüzde, Ayşe Barım ve diğer oyuncu isimlerin hükümeti devirecek güçte eylemciler olarak gösterilmesi, üstelik bunun 12 yıl sonra yapılması, gerçeklikle bağını koparmış fantastik bir düşünce gibi…

Bu arada Halk TV programcıları Serhan Asker, Barış Pehlivan ve Seda Selek’in gözaltına alınması, ifade özgürlüğüne yönelik endişeleri derinleştirdi.

Haber yapma ve düşüncelerini özgürce ifade etme hakkı, demokratik toplumların temel taşlarından biri olmasına rağmen, bu tür olaylar, iktidarın eleştirilere tahammülsüzlüğünü ve medyaya yönelik baskılarını tekrar tekrar gözler önüne seriyor.

İfade özgürlüğünün kısıtlanması, toplumun bilgiye erişimini engelleyerek demokratik değerlerin erozyonuna ve sonuçta eğik bir düzlemden aşağı kaymamıza neden oluyor.

Tüm bu olanlara yukarıdan, kuşbakışı bakıldığında ise iktidarın adeta kaybetmek için, kendisine yöneltilen eleştirilere ve toplumsal tepkilere aldırmaksızın elinden geleni yaptığı, elindeki kartları art arda açtığı görülebiliyor. AKP’nin toplumun gözü önünde attığı bu gibi adımlar, verdiği bu türden kararlar seçmen tabanını zayıflatan, ona gönül vermiş kitleleri kendinden uzaklaştıran temel nedenler, halktaki karşılığını yitirmesinin, seçmenin gönlünden düşmesinin gerekçeleri arasında yer alıyor. İktidar, bilinçli olarak kendi sonunu hazırlıyor gibi bir izlenim uyanıyor. Sanki iktidar, sonuçlarına katlanmaya hazır olduğu bir kumar oynuyor; tüm kartlar masaya yatırılmış, son hamle bekleniyor.

 

Sadık ÇELİK

[email protected]