23 Mart Ön Seçimine Doğru Şaibeler, İç Çatışmalar ve Yönetsel Krizlerle Bir CHP Panoraması

Bu yazıyı, geçmişten bugüne yaşananları ve dünü belgelemek, bu döneme ve yaşananlara bir şerh düşmek amacıyla kaleme alıyorum. Bu yazı, gelecekteki yorumlar ve değerlendirmeler için bir kaynak teşkil edecek şekilde, olayların ve gelişmelerin arka planını aydınlatmayı hedeflemektedir.
Erdoğan’ın, “Şaibeli bir kurultayla Bay Kemal’i partiden tehcir ettiler” ifadesi üzerine başlayan şaibe tartışması… İl kongrelerinde ve pek çok başka yerde, defaatle, CHP'nin son kurultayını "şaibeli" olarak nitelendirmesi ve bu iddiaya Kılıçdaroğlu’nun, KRT’de konuk olduğu programda verdiği cevap…
Aslında olay, 4-5 Kasım 2023 tarihinde gerçekleşen CHP’nin 38. Kurultayında delegelere para dağıtıldığı, siyasi rüşvet verildiği iddiasının, CHP eski Muş Gençlik Kolları Başkanı Erkan Çakır ile CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ı karşı karşıya getirmesiyle başlamış. Çakır’ın gündeme getirdiği iddialarla ilgili olarak Yeşiltaş, Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyette bulunmuş. Bursa Savcılığı da yetkisizlik kararıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermiş. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ise Ocak 2024’te soruşturma başlatmış.
Son CHP kurultayında, para, nüfuz, siyasi ikbal ve daha başka rüşvet olarak nitelendirilebilecek vaatler karşılığında, aynı zamanda Kapalı Çarşı’daki döviz büroları açılarak doğrudan para da dağıtılmak suretiyle delegelerin konsolide edildiğine, fikirlerinin değişmesinin sağlandığına yönelik iddialar çok ciddi. Beşiktaş ve Kartal belediye başkanlarının, Iğdır, Muş, Diyarbakır gibi güneydoğu illerindeki ve İstanbul’daki pek çok kurultay delegesinin bu sürece dahil olduğu söyleniyor.
Kurultayda siyasi imtiyaz pazarlığına girmekle suçlanan Nihat Yeşiltaş’ın pazarlık kapsamında para aldığı ve oğlunu İBB Kültür Daire Başkanlığı'nda Etkinliklerden Sorumlu Personel olarak işe aldırdığı da öne sürülüyor…
Neticede para dağıtılma olayının mahkemeye ilk yansıması bu şekilde oluyor.
O soruşturma devam ederken Erdoğan da konuyu sağda solda anlatmaya, ifşa etmeye başlıyor.
KILIÇDAROĞLU’NUN CEVABI
Erdoğan'ın şaibe iddialarını gündeme getirmesi üzerine, Kılıçdaroğlu'nun "Şu anki CHP genel başkanının Erdoğan'dan bu iddiaların açıklamasını talep etmesi gerekiyor" şeklindeki yanıtı ise son derece haklı ve düşündürücü. Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın bu ciddi suçlamaları belgelemesi gerektiğini vurgulayarak, muhatapların doğrudan ondan somut açıklamalar ve kanıtlar istemesi gerektiğini belirtiyor.
Neticede Erdoğan’ın burada hedefi mevcut genel başkan Özgür Özel’dir, onu alenen şaibeyle başkanlık koltuğuna oturmakla suçlamaktadır. Üstelik bunu ısrarla, defaaten söylemektedir. Doğal olarak burada cevap vermesi gereken kişi CHP yönetimi ve genel başkanıdır.
Kılıçdaroğlu, eğer cevap verilmiyorsa sükut ikrardan gelir, diye de ekliyor…
Eski CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi de benzer açıklamalarda bulunuyor:
“Erdoğan’ın her dediğine cevap vermek onun gündeminin peşine takılmaktır. Bunu ben de doğru bulmam. Ancak sürekli olarak delegelerimizin iradesine gölge düşürmeyi amaçlayan bu ifadelere sert bir karşılık verip konuyu kapatmak lazımken bu yapılmıyor. Erdoğan’ın bugüne kadar partimizle ilgili ettiği ağır sözler, hakaretler en sert şekilde karşılığını bulmuştu. Benim söylediğim artık süreklilik arz eden bu iddialar karşısında suskun kalınmamasıdır. Susmak benim kabullenebileceğim bir şey değildir…”
Bu sırada Akif Hamzaçebi ve Kılıçdaroğlu, tanık olarak savcılığa ifadeye çağrılıyorlar. Savcının muhtemelen soracağı soru, oy kullanımında para karşılığı işlem yapılıp yapılmadığı ve bu konuda ellerinde herhangi bir belge olup olmadığı olacak. Peki rüşvetin belgesi olur mu?
Kılıçdaroğlu'nun avukatı Celal Çelik, Kılıçdaroğlu'nun ifade vermeye gitmeyeceğini açıkladı; çünkü bu mesele Kılıçdaroğlu'nu doğrudan ilgilendiren bir konu değil. KRT’deki programda da Kılıçdaroğlu, Erdoğan'ın CHP kurultayı hakkındaki, sayısı (şimdilik) 5’i bulan şaibe iddialarına CHP Genel Merkezi'nin yanıt vermesi gerektiğini belirtmişti. Bu durum, sorumluluğun doğrudan iddia sahibi olan Erdoğan'a yüklenmesi gerektiğini gösteriyor ve iddia sahibinin, iddialarını ispatlama yükümlülüğüne işaret ediyor. Bu, Erdoğan'ın iddialarını belgelemek zorunda olduğunu ve sadece suçlamalarla siyasi süreci yönlendiremeyeceğini vurguluyor.
Bu sırada, Kılıçdaroğlu hem parti içinden hem de dışından yoğun eleştirilere maruz kalıyor. Eleştiriler, özellikle onun partiyi kamuoyu önünde zor duruma düşürdüğü yönünde yoğunlaşıyor. Ancak, şaibe iddialarını sürekli olarak gündeme getiren ve bu konuda ısrar eden Erdoğan iken, sanki bu iddiaları ilk kez ortaya atan ve tekrarlayan Kılıçdaroğlu gibi bir algı yaratılıyor. Adeta olay Kılıçdaroğlu’nun “üzerine yıkılmaya” çalışılıyor. Bu durum, gerçek sorumlunun göz ardı edilmesine ve yanlış bir suçlamayla Kılıçdaroğlu'nun hedef haline getirilmesine neden oluyor.
CHP genel merkezinde, Kılıçdaroğlu'nun partiyi küçük düşürdüğü yönünde bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Ancak, Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlıktan ayrıldıktan sonraki faaliyetlerine bakıldığında, onun partiyi yönlendirmede yol gösterici ve uyarıcı bir rol üstlendiği açıkça görülüyor. Kılıçdaroğlu, partinin zarar görmesine neden olacak herhangi bir eylemde bulunmamış, aksine bu konuda özellikle son derece titiz, duyarlı ve sorumlu davranmıştır.
ŞAİBE İDDİASI; YALAN MI GERÇEK Mİ?
Erdoğan'ın şaibe çıkışı açıkça bir siyasi manevradır. Bu strateji elbette ki rakip partiyi zayıflatmayı, iç dinamiklerine sızmayı ve mevcut bölünmeleri daha da derinleştirmeyi hedefliyor. Bu olay, muhalefet içindeki karışıklık ve bölünmüşlüğün iktidarın eline nasıl arka arkaya koz verdiğini göstermesi açısından dikkat çekici. Aynı zamanda tüm bu olup bitenlerin toplum nezdinde yarattığı güvensizliği ve Türk siyasetinin yapıcı bir diyalog aracı olma işlevinin ne kadar uzağına düştüğünün de kanıtı niteliğinde.
Erdoğan’ın iddiası boş bir söylem mi, yoksa CHP’nin kendi içinden gelen eleştirilerle şekillenen bir gerçekliğe mi dayanıyor? İmamoğlu’nun delegeleri etkilemek için belediye olanaklarını kullandığı, siyasi ittifakları para ve güç ekseninde kurduğu iddiaları, CHP içinde de dillendiriliyor. Bu tartışma, sadece bir siyasi manevra meselesi değil, demokrasi ve etik ilkeler açısından daha derin bir sorgulamayı gerektiriyor.
Eğer kurultay delegeleri siyasi güç dengeleri ve ekonomik imkanlar doğrultusunda taraf değiştirdiyse, bu durum sadece "siyasi strateji" olarak adlandırılamaz; bu, açıkça manipülasyon ve etik dışı bir harekettir. Bu şekilde işleyen bir muhalefet partisinin iç dinamikleri, partinin iktidarı eleştirme konusundaki samimiyetini ciddi şekilde sorgulatır. Bu durum, partinin temel değerlerine ve politik dürüstlüğüne gölge düşürür.
Kurultayda olup bitenler ve ortaya atılan şaibe meseleleri, CHP’de bir süredir yaşananların son halkası aslında. Bu sürecin kökleri mahalle delegeleri seçimlerine kadar uzanıyor. Bu ilk seviyeden itibaren müdahalelerin başladığı, parti içinde, farklı düşünenler aforoz edilir, önleri bir şekilde kesilirken, benzer düşünenlerin, çeşitli imkanlar sağlanarak makam, rütbe, mevkii ve doğrudan para verilerek desteklendiği ileri sürülüyor. Bu durum, CHP'nin sol sosyal demokrat kimliğinden uzaklaşmasına ve parti içinde fırsatçı bir kuşağın yükselişine yol açıyor. Bu süreç, partinin temel değerlerinden sapmasına ve iç dinamiklerinin değişmesine neden oluyor…
Eğer tüm bunlar gerçekten olduysa, ortada sadece "bir kazanan" ve "bir kaybeden" yok; ortada siyaset kurumu adına daha büyük bir kayıp var demektir. Seçim süreçlerinin demokratik ilkelerden uzaklaşıp ekonomik ve siyasi güç dengelerine dayanması, yalnızca bir parti için değil, ülkenin tamamı için bir tehdit oluşturur.
Burada asıl soru şu: CHP, gerçekten bu iddiaların üzerine gitmeye cesaret edebilecek mi? Yoksa parti içindeki yeni dengeler, bu meseleyi zamana yayarak unutturma, “normalleştirme, yumuşatma” eğiliminde mi olacak?
Şaibe iddiası tamamen gerçek dışıysa, bu iddiaların net bir şekilde çürütülmesi ve şeffaf bir sürecin işletilmesi gerekiyor. Eğer içinde bir gerçeklik payı varsa, bu durumda yalnızca CHP değil, Türkiye’deki muhalefetin tamamı ciddi bir krizle karşı karşıya demektir. Çünkü bir muhalefet partisi, iktidara karşı etik ve şeffaflık vurgusuyla ayakta durur. Bu alan zedelenirse, siyasi alternatif olma iddiası da çöker.
ÖZGÜR ÖZEL’İN CEVABI
Özgür Özel’in, "Erdoğan'ın bir siyasi partinin içini karıştırmaya yönelik söylediği sözlere yanıt vermeye kalksak…" şeklindeki kaçamak tepkisi ise belki de bu tartışmayı sonlandırmak, üzerini örtmek isteğinin bir yansıması olarak okunabilir ve bu okuma, bazı tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Özel son grup toplantısında “1 yıldır dosya açık. Tayyip Bey bir yıldır 3-4 kez bunu söylüyor. Septik bir yalan, girmiş bir septik alanın içine beni oraya çağırıyor. Beni de pisletecek kendi sözüyle, kötü sözüyle. Girer miyim o çukura?” diyerek yine aynı tavrını sürdürüyor gibi görünüyor. Ancak siyasi liderlerin, eleştirilere karşı, haklı gerekçelerle bile olsa, cevap vermeme tercihi, zaman zaman kamuoyu nezdinde bir şeffaflık eksikliği veya sorumluluktan kaçma algısı yaratabilir. Bu, özellikle hassas ve “şaibe” içeren konular söz konusu olduğunda, daha büyük sorunların habercisi olabilir.
Bu süreçte suskun kalmanın, bazıları tarafından onaylama olarak yorumlanabileceği düşünüldüğünde, insanın aklına haliyle şu sorular geliyor: Acaba Kılıçdaroğlu'nun bahsettiği "hançer"lerin nasıl vurulduğunu bildikleri için mi cesaret gösterip bu durumla yüzleşemiyorlar? Gerekli soruları sorma veya açıklama talep etme noktasında neden adım atamıyorlar?
Özgür Özel ve ekibi sessiz kalmalarının gerekçesini açıklarken Kılıçdaroğlu’nun, zamanında, Erdoğan’ın "kasetle, kumpasla geldi" iddialarına sessiz kalışını örnek gösteriyor. “Kılıçdaroğlu o dönem neden sessiz kaldıysa, biz da aynı taktiği uyguluyoruz, mesajı veriyor. Halbuki Kılıçdaroğlu kaset meselesinde hiç konuşmadı gibi bir durum söz konusu değil; o dönemde Deniz Baykal ile birlikte bu konunun üzerine giderek, bunun bir FETÖ kumpası olduğunu dile getiren kişi bizzat Kılıçdaroğlu idi.
Ayrıca şaibe sadece bir iddia değil, ağır bir suçlamadır. İddianın ötesinde ciddi bir itham içerir. Kaset kumpası olayında, herhangi bir savcılık, ne Kılıçdaroğlu'nu ifadeye çağırmış, ne de bir soruşturma başlatmıştı.
ŞAİBE’NİN CHP İÇİN ANLAMI
CHP'nin böyle bir iddia ile karalanması partinin tarihine ve şeffaflığına gölge düşürüyor. Akif Hamzaçebi'nin tepkisi de bu doğrultuda: ”Erdoğan'ın şaibeli kurultay iddiasına cevap veremeyenler cumhurbaşkanı adayı belirlemek için yola çıkmasınlar…”
CHP gibi köklü ve sol sosyal demokrat bir partinin isminin 'şaibe' kelimesiyle yan yana anılması, partinin tarihine ve değerlerine yapılan bir hakaret niteliğinde. Bu durum, partiye gönül vermiş bireyler için son derece yıkıcı bir vurgu taşımakta. Türkiye'nin siyasi manzarasında böylesine bir kelimeyle anılmak, partinin ideallerine ve toplumdaki temsil ettiği değerlere gölge düşürmekte.
Bu durum, siyasi diyalogun ve partiler arası ilişkilerin nasıl ilerlemesi gerektiğine dair geniş bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Cevaplar net olmalı, belgelerle desteklenmeli ve kamuoyu önünde şeffaf bir şekilde ele alınmalıdır. Yoksa siyasi söylemler, gerçekleri aydınlatmak yerine, sadece karşılıklı suçlamalarla dolu bir gölge oyununa dönüşebilir.
31 Mart’tan sonra başlayan ve şaibe’ye kadar varan süreç, CHP tarihine ne yazık ki karanlık bir sayfa olarak kaydediliyor.
CHP tarihinde hiçbir genel başkan, bir belediye başkanı karşısında bu denli el pençe divan durmamıştır; Özgür Özel bu konuda tarih yazmıştır.
(Ancak burada suç biraz da Kılıçdaroğlu’nundur. İmamoğlu, belediye başkanı seçildiği günden itibaren genel başkanla kendini yarıştıran bir pozisyon sergiledi. Bugün ise mevcut CHP Genel Başkanı, bu belediye başkanı karşısında aşırı boyun eğici bir tavır sergiliyor…
Kılıçdaroğlu’nun en başından seçimini yanlış kişilerden yana kullanmış olması ve örgütten, tabandan mücadeleden gelmediği, bürokrat kökenli bir lider olduğu için örgüt dinamiklerini yeterince anlayamaması, aşağıda neler olup bittiğini, kimin ne çevirdiğini görememesi, onun ve partinin bu duruma düşmesinin nedenlerinden biri olmuştur.
Kılıçdaroğlu'nun etrafındaki danışmanlar, kurmaylar, il, ilçe başkanları, kurultay delegeleri ve genel başkan yardımcıları, il-ilçe kongreleri yapılırken, o partinin dokusu değiştirilirken daha proaktif ve uyarıcı olmalıydı. Kılıçdaroğlu'nun zirvede olması ve söylediğimiz gibi bürokrat geçmişten geliyor olması sebebiyle bazı gerçekleri görememesi anlaşılabilir bir durumken, onun yanındaki diğer partililerin onu uyarmaması, bu duruma müdahale etmemiş olması düşündürücüdür.
Bu noktada cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde, Kılıçdaroğlu’nun etrafını saranlar tarafından güçlü bir şekilde, fakat yanlış yönlendirildiği ve yanlış adımlar attırıldığı görülüyor. Kamuoyunun gözünde daha kazanabilir potansiyeli olan diğer adaylar yerine Kılıçdaroğlu'nun aday gösterilmesi, stratejik bir hataydı örneğin. Türkiye'de Alevi ve Zaza Kürt kimliğe sahip birinin cumhurbaşkanı olarak seçilmesi hala oldukça zordur; bu topraklarda hala bazı sosyal ve siyasi engeller devam etmektedir. Amerika’da, Martin Luther King'in "Bir hayalim var,” diyerek özetlediği yola baş koyan onca insan, verilen büyük mücadeleler sonucunda köklü toplumsal değişimler yaşanmış ve sonunda Amerikan toplumu kendine siyahî bir başkan seçebilecek noktaya gelmiştir. Ancak Türkiye bir Amerika değildir. Siyasi ve sosyal yapının farklı dinamikleri göz önünde bulundurulmalıydı.)
CHP tarihinde, bir genel başkanın genel merkeze başka bir partinin liderinin resmini astığı da görülmemiştir. Özgür Özel, Erdoğan’ın resmini genel merkezde sergileyerek bu konuda da tarih yazmayı başarmıştır.
Hiçbir CHP genel başkanı, partisini Özgür Özel kadar “edilgen” bir hale sokmamıştır. Zamansız ve biçimsiz erken seçim gündemiyle doğmamış çocuğa don biçmemiş, Türkiye’nin gerçek sorunlarının üzerine şal diye örtmemiştir.
CHP tarihinde, kurultaydaki şaibelerden ötürü hiçbir genel başkana, cumhuriyet savcısı tarafından resen dava açılmamış, partinin üzerine şaibe yaftası vurulmamıştır…
İktidar partisi için CHP kurultayında şaibe iddiası, para karşılığında oy kullanıldığı yönündeki suçlamalar, artık bir tür seçim kampanyasına dönüştürülmüş durumdadır. Yüzde 90’ını elinde tuttuğu medya organları da meseleyi bilfiil gündemde tutarak olayı daha da vahim ve içler acısı bir boyuta taşımıştır. Şu anda CHP ciddi anlamda konuşuluyor doğru ama bu keşke CHP’nin belirlediği gündem dahilinde olsaydı. CHP, birtakım akçeli işler, yolsuzluklar, mali usulsüzlükler ve terör örgütüyle olan bağlantılar gibi yüz kızartıcı suçlamalarla konuşularak gündemin malzemesi olmasaydı…
Erdoğan’ın siyasi becerileri tartışılmaz, bunu anlıyoruz…
Görünüşe göre İmamoğlu'nun kariyerinin sonunu getirebilecek olan şey basit bir "ahmaklık" meselesi değil, daha derin ve yapısal problemler olabilir…
Eğer aklı aşmayan hırs, aklı aşan, sağduyuyu geride bırakan hırslara dönüşürse, bu, tehlikeli sonuçlara yol açar…
Eğer Erdoğan'ın ortaya attığı iddialara zamanında etkili yanıtlar verilseydi, bu mesele belki de çoktan kapanmış olacaktı. Şimdi ise, partinin içinde ve dışında yaşanan gelişmeler, CHP'nin geleceği için ciddi tehlike çanları çalınmasına neden oluyor.
Tüm bu yaşananlar, bugün CHP'lilerin ve kurultay delegelerinin Özgür Özel ve İmamoğlu'na diş bilemesine sebep oluyor. Yaşananlar, partide derin bir rahatsızlık yaratmış durumda. Partideki mevcut sorunların çözümü ve yeniden bir arınma süreci için yapılacak bir seçimli kurultay, mevcut karmaşayı temizleyerek partinin yeniden yapılandırılmasına olanak tanıyabilir. Bu, sadece bir temizlik değil, aynı zamanda partinin geleceğini şekillendirecek kritik bir adım olacaktır.
***
Mansur Yavaş'ın, Özel ve İmamoğlu ile gerçekleştirilen üçlü yemekli toplantının ardından ön seçime girmeyeceğini açıklaması çok şaşırtıcı olmadı, zira zaten bu sürece soğuk bakıyordu ve daha da önemlisi sonucu malum olan bir ön seçim olduğunu herkes biliyordu… Malumu ilan etmek, İmamoğlu’na yol açmak için Yavaş'ı kullanarak, yapılacak ön seçime meşruiyet kazandırma planı da böylece Yavaş tarafından suya düşürülmüş oldu.
Bu arada CHP parti meclis toplantısında ön seçim konusunda merkez yönetim kuruluna yetki verdi. Zaten koca parti meclisinde yalnızca 3-4 kişinin bu şartlarda ön seçime gidilmesine karşı çıktı ki, bu bile sol, sosyal demokrat bir partide, tartışma ve siyasi çeşitliliğin yetersizliğini gösteren acı tabloyu ortaya koyuyor.
Ayrıca Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi sürecinde, ön seçime katılımı artırmak için partiye hızla çok sayıda yeni üye kaydediliyor…
Yavaş’ın "ön seçimde aday olmayacağım" demesi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden çekileceği anlamına gelmiyor; daha ziyade, farklı bir stratejiyle yarışa katılma niyetini ifade ediyor. Yavaş, ikili aday formülünü gündeme getiriyor. Bu formüle göre her iki isim de aday olacak, seçimin ikinci turunda düşük oy alan cumhurbaşkanı yardımcısı olacak.
Muhtemelen Mansur Yavaş bağımsız aday olarak katılacak. Peki bu hakkaniyetli midir? Bir tarafta CHP’nin kurumsal kimliğini ve parti gücünü arkasına almış bir İmamoğlu, diğer tarafta Ankara ve Orta Anadolu’yla sınırlı, arkasında kurumsal bir destek olmayan Mansur Yavaş. Bu gerçekten adaletli ve kabul edilebilir bir yarış olmayacaktır. Ayrıca, ön seçim adı altında yapılacak olan temayül yoklamasında (çünkü neticede bu ön seçim hakim huzurunda yapılmayacaktır…) İmamoğlu'nun aday olarak belirlenmesi, cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar geçecek olan uzun sürede onun üzerindeki baskıyı da artırarak yıpratıcı olacaktır.
Neresinden bakarsanız bakın bu durum, Erdoğan'ın ilk turda seçimi kazanmasına zemin hazırlayan bir sürece evrilecektir. Adeta bir hediye gibi…
Bu arada Cumhurbaşkanlığı için 23 Mart’ta yapılacak ön seçimle ya da ön seçimden bağımsız olarak aday olacağını açıklayan, Antalya Muratlı Belediye Başkanı, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı gibi isimlerin, tavşan adayların da sesi duyulmaya başlıyor…
Erken adaylığın olası olumsuz sonuçlarından biri de ilerleyen süreçte, seçim yaklaştıkça ortak bir aday çıakrtılmasının da önünü kapatıyor olmasıdır. Bu da muhalefet bileşenlerinin sürece katılmasına engel bir durum teşkil edecektir. Halbuki, daha önce de defalarca kez söylediğimiz gibi, parlamenter sisteme dönüş için seçimin çok güçlü bir şekilde kazanılması elzemdir. Bunun için de CHP adayının belirlenmesi aceleye getirilmeden, tüm ülke yurttaşları dahil edilerek yapılacak bir ön seçimle belirlenmesi gerektiğini de bir önceki yazımda da dile getirmiştim.
***
İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylaştırılması durumunda da, örneğin Devlet Denetleme Kurulu nasıl bir karar alacak… Çünkü görünen o ki İmamoğlu için, yolsuzluk, usulsüzlük, ihaleye fesat karıştırma gibi, toplum nezdinde onu daha aşağılara düşürecek iddialarla gereği yapılmaya çalışılıyor… Çünkü görünen o ki iktidar ve Cumhur İttifakı, yargı sopasını en şiddetli kullanmakta son derece kararlı… Ayrıca belediye başkanlığından istifa edecek mi? (Türkiye'de yasalar, Cumhurbaşkanı'na hem cumhurbaşkanlığı hem de parti genel başkanlığı yapma ayrıcalığını bir biçimde tanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu ayrıcalıkla seçim kampanyalarına, Cumhurbaşkanı kimliği ile katılmadığını, parti genel başkanı kimliği ile katıldığını belirterek siyasi faaliyetlerde bulunabiliyor. Bu, tamamen Erdoğan’a meşruiyet kazandırıcı bir yasal düzenlemedir. Ancak bu imkan, sadece cumhurbaşkanı için geçerli olup, bir kamu görevlisi, bir belediye başkanı için böyle bir durum söz konusu değil. Yasada buna yer yok. Yani İmamoğlu’nun, belediye başkanlığı görevini sürdürürken aynı zamanda cumhurbaşkanı adayı olması yasal olarak mümkün değil.) Bu belki bir biçimde yasal kılıfa sokulacak fakat etik olacak mı… Hem cumhurbaşkanlığı adaylığı süreci, hem İstanbul’un yönetimi bir arada nasıl yürüyecek? Bu bir paradoks oluşturmayacak mı? Her iki rolün gereklilikleri arasında denge kurmak mümkün olabilecek mi?
Ayrıca tüm bu şaibe sürecinin ardından geçmişteki CHP kurultayının iptal edilmesi gündeme gelebilir; eğer bu gerçekleşirse, henagemenin büyüğü asıl o zaman yaşanacaktır.
Bu sırada Ataşehir, Beşiktaş, Kartal gibi ilçe belediyelerin yöneticilerinin, meclis üyelerinin, (ki bunlar kent uzlaşısı çerçevesinde DEM ile meclis üyelikleri paylaşılan bölgelerdi…) yolsuzluk ve terörle iltisak, örgüt bağlantısı gibi iddialarla göz altına alınması… Son olarak yine Kartal ve Ataşehir belediye başkan yardımcıları ile Üsküdar, Sancaktepe, Fatih, Tuzla, Adalar, Şişli ve Beyoğlu belediyeleri meclis üyelerinin göz altına alınması… Bu yaşanan acı tablonun ne yazık ki bununla kalmayacağı, yeni belediye başkanlarının, meclis üyelerinin de yakın zamanda, çeşitli yolsuzluk ve şaibe suçlamalarıyla gözaltına alınabileceği de iddialar arasında… CHP bu taraftan da yıpratılıyor. Özellikle milliyetçi kesimle arasındaki bağlar bütünüyle kopartılmaya çalışılıyor.
İktidar, CHP’ye çifte stratejiyle sıkıştırma taktiği uyguluyor. Bir yandan, CHP'yi terörle iltisaklı olmakla suçlayarak, PKK yandaşlığı ve yataklığı gibi ağır ithamlarla toplumsal bir algı oluşturuyorlar. Bu tür suçlamalar, daha önce DEM Parti üyelerine yöneltilirken, şimdi aynı etiket CHP için de kullanılıyor ve böylece toplumda belirli bir algı yaratılıyor. Öte yandan, yolsuzluk ve ihaleye fesat karıştırma gibi suçlamalarla ekonomik yönlerden de baskı kuruluyor. Bu, siyasi mühendislik olarak adlandırılabilecek bir stratejiyle, hangi ithamın toplumda daha fazla karşılık bulacağına bağlı olarak değişkenlik gösteriyor.
Özetle iktidar, siyasi rekabeti kendi lehine şekillendirmeyi son hız sürdürüyor. Bu stratejiler, muhalefeti zayıflatma ve kamuoyu nezdinde meşruiyetini sarsma amacı taşıyor. Muhalefete yönelik bu çifte baskı, siyasi arenada rekabet koşullarını değiştirerek, hükümetin kendi pozisyonunu güçlendirme çabası olarak görülebilir. Bu, aynı zamanda toplumsal ve politik kutuplaşmayı derinleştirerek, siyasi diyalog ve uzlaşma imkanlarını da azaltıyor.
Şu anki politikalarıyla CHP, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ciddi bir risk altına sokmuş durumda. Bu durum, adeta Erdoğan'a cumhurbaşkanlığını altın tepside bir kez daha sunmak anlamına geliyor. Geçmişte Kılıçdaroğlu'nun seçimi ikinci tura taşıyarak yüzde 48 gibi önemli bir oy oranı elde etmesine rağmen, çeşitli olumsuzluklar sebebiyle seçim kazanılamamıştı. Bugün ise, CHP'nin önceki seçimlere kıyasla kazanma şansı daha da azalmış görünüyor.
ÜLKEDEKİ GENEL SİYASİ MANZARA
AKP, Türkiye'deki gündemi sadece yönetmekle kalmıyor, adeta tüm siyasi sahneyi kontrol altına almış durumda. Ülkede meydana gelen her yeni gelişme ustalıkla iktidarın lehine dönüştürülüyor; cumhurbaşkanının futbolculuk kariyerinden gelen yetenekle olsa gerek, her seferinde sağlam bir çalımla topu CHP ağlarına gönderiyor…
Bugün dış politikada Suriye meselesi iktidar partisinin hanesine başarı olarak yazılıyor, diğer yandan Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği tarihin yıldönümünde silah bırakma çağrısı yapılacağı konuşuluyor; iktidar hanesine bir artı daha… Enflasyonun düşmesi, prasal bolluk, ekonomide canlanma hikayeleri de iktidar lehine yazılıyor.
Bugün, 31 Mart seçimlerinin aksine, Erdoğan yeniden güçlü bir konumda ve bu güvenle seçimlere ilerliyor. CHP’nin ise zorlu bir seçim sürecine gireceği görünen köy… Bu durum, yeni yönetim ekibinin kendi eliyle yarattığı bir sonuç olarak ortaya çıkıyor; mevcut durumun mimarları kendileri.
Bugün, CHP içinde yaşanan kaos ve çalkantıları seyretmekten en çok keyif alan herhalde saray ekibidir. Bu durum, ülkedeki ekonomik sıkıntıları, enflasyon, gelir adaletsizlikleri, emeklilerin ve asgari ücretlilerin yaşadığı zorluklar, sayısı günbegün artan, para kazanamayan, kendi ayakları üzerinde duramayan, üniversite mezunu ev gençlerinin, genç işsizler ordusunun hali (Diyanet'in asgari ücretlilere zekat verilmesinin caiz olduğunu açıklaması gibi durumlar, toplumdaki ekonomik adaletsizliklere dikkat çekmek yerine, bu adaletsizlikleri meşrulaştıran açıklamalar olarak öne çıkıyor) gibi ciddi problemleri ve yolsuzluk, işsizlik, liyakatsizlik, genç çocukların bit pazarında yok yere birbirini bıçaklayarak acımasızca katletmesi, milletvekillerinin muaf tutulduğu trafik suçlarını, kiraları geçen site aidatları gibi yapısal ve toplumsal sorunları örtbas etmekte işlev görüyor.
Ayrıca, son zamanlarda yaşanan otel faciası ve sahte alkolden ölümler gibi trajediler, yine CHP’deki iç karışıklıklar sayesinde kamuoyunun dikkatinden uzaklaştırılıyor.
Erdoğan'ın stratejisi, CHP'yi sürekli savunmada tutmak üzerine kurulu. Bu strateji, CHP'nin aktif ve mücadeleci politikalar geliştirme şansını büyük ölçüde azaltmış ve partiyi edilgen bir konuma düşürmüştür. 31 Mart seçimlerinde ve onun öncesinde son cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde de rakip sahada etkin bir oyun sergileyen CHP, şimdi iktidar partisinin belirlediği oyun alanında sıkışıp kalmıştır. Teslimiyetçi ve normalleşme politikalarıyla başlayan süreç, partinin daha önce benimsediği mücadeleci politik çizgisinden uzaklaşmasına neden olmuştur.
Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalmaması için gereken her şeyi yapıyor. Çünkü ikinci turun gerçekleşmesi halinde, ön seçimle belirlenen aday ile diğer bağımsız girecek olan adaylar birleşecektir. Bu birleşme, tüm muhalefet adaylarını tek bir çatı altında toplayarak Erdoğan'ın seçilme şansını azaltabilir. Bu durumun farkında olan Erdoğan, seçimi ilk turda sonuçlandırmak için stratejik hamleler yapıyor ve muhalefetin birleşmesini engellemeye çalışıyor.
Elbette, bu sadece bir varsayım üzerine kurulu ve geleceği öngörmek zor. Ancak Erdoğan'ın stratejileri, seçimleri ilk turda bitirmeye yönelik net adımlar içeriyor.
***
Türkiye, gündelik hayatta makul üzerinden düşünüp konuşuyor. İnsanlar olayları makul bir zeminde tartışmaya ve anlamaya çalışıyor. Ancak, ülkenin siyasi ve politik arenasında makuliyetin pek de hâkim olmadığı bir gerçek. Ne makul üzerinden bir yönetim, ne de makul üzerinden bir politika üretimi var… Siyaset ve politika, çoğu zaman, rasyonel ve mantıklı argümanlar yerine duygusal, populist ve çatışmacı yaklaşımlarla yönetiliyor ve şekillendiriliyor. Bu durum, toplumun genel beklentileri ile siyasi liderlerin ve politikaların sunduğu gerçeklik arasında derin bir uçurum yaratıyor.
Bu çelişki, Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı en büyük meydan okumalardan biri haline gelmiş durumda. Siyasi karar alma süreçlerinin daha fazla makul ve anlaşılır olması gerektiği bir dönemde, Türkiye'nin siyasi liderleri ve politika yapıcıları, bu beklentilere cevap vermekten oldukça uzak bir tablo çiziyor.
Bu durum, sadece politik bir mesele olmanın ötesinde, toplumun temel değerleri ve geleceği açısından da kritik öneme sahip. Türkiye'de siyasi dinamiklerinin makul temeller üzerine yeniden inşa edilmesi, daha adil ve işlevsel bir toplum yapısının kurulması lüks olmaktan çıkmalı; hayati bir gereklilik olmalı. Ülkenin siyasi sahnesinde rasyonellik ve mantıklı politikaların ön plana çıkarılması, hem şimdiki hem de gelecek nesiller için hayati önem taşımaktadır.
Sadık ÇELİK