Trump, TÜSİAD ve belediye başkanlarının ülkeyi yönetme sevdası

Donald Trump'ın "Yeniden Büyük Amerika!" sloganı eşliğinde göreve başlamasıyla birlikte sahneye aldığı gerilim filmi insanı hayrete düşürüyor… Hukuk ve kanunlara aldırmadan, akıllara durgunluk verecek kararları sıradanmış gibi bir bir alıyor… Kanun, hukuk tanımaz icraatlara start verdi… Ne senatoyu ne de meclisi umursuyor ve tüm oyuncaklar benim olsun, diyen küçük bir çocuğun bencil hırsıyla hareket ediyor…
Göreve gelir gelmez, Kanada aslında Amerika'nın 51. eyaleti olmalı, diyerek başladı “kötü” niyetlerini sıralamaya. Panama'yı "geri alacağını" iddia ediyor ve Meksika sınırına duvar örmekte ısrar ediyor; çünkü ona göre ülkede “yeterince kara derili insan var."
Trump'ın hastalıklı arzuları Ukrayna'yı da es geçmiyor elbette. Ukrayna’ya yapılan, Biden döneminde başlayan ve devam eden silah ve para yardımı karşılığında nadir elementlerle dolu küçük bir toprak parçası istiyor ve bunu, "Bu bizim hakkımız, Ruslarla savaşsınlar diye 500 milyar doların üstünde yardım yaptık!" diye haykırarak talep edebiliyor.
En büyük ve acı projesi ise belli ki Gazze… Gazze'deki Filistinlileri Mısır ve Ürdün'e sürerek orayı bir tatil beldesine çevirip dostlarıyla eğlenmenin hayalini kuruyor… Ne de olsa dünyayı bir emlakçı kafasıyla yöneten Trump için Gazze sadece bir toprak parçası, bir emlak, bir arsadan fazlası değil.
İnsanlar vahşice katledildi, çoluk çocuk demeden kıyma makinesinden geçirilir gibi kıyıp geçildi… İngiliz oyuncu Tilda Swinton’ın 75. Berlin Film Festivali’nde, herkesin gözünün içine baka baka, cesurca dile getirdiği gibi; devlet eliyle işlenen ve uluslararası alanda göz yumulan kitlesel katliamlar… ve gözlerimizin önünde işlenen insanlık suçları… Gezegene saçılan onca kötülük… Şimdi çıkmış, Ukrayna’da barış diyor Trump…
Rusya-Ukrayna barışı için Putin'le yüz yüze bir araya gelme planları… Avrupalı liderler, Ukrayna konusunda ABD'nin kıtayı dışarıda bırakacak barış görüşmelerinde Rusya ile birlikte hareket ettiği endişelerine karşılık Paris’te gayriresmi olarak toplanarak Amerika'ya karşı daha fazla konsolide olmaya çalışıyor gibi ama zor… AB ülkeleri, daha koordineli bir politika izleme ve Amerikan liderliğine daha az bağımlı kalmayı hedefleyen stratejiler geliştirme yönünde motive olabilir belki. Ancak süreç, özellikle iç politik farklılıklar ve çeşitli üye devletler arasındaki ekonomik çıkar çatışmaları nedeniyle zorlayıcı olacaktır.
Trump, kendinden önce ne yapıldıysa şu anda tersini yapıyor, Avrupa’nın Ukrayna’ya silah ve mühimmat desteklerinin de bir nevi intikamını alıyor gibi…
Bu girişimler, Trump'ın "sopalı diplomasi" olarak adlandırılan yöntemlerinin bir test alanı olabilir. Ancak, bu yaklaşımın uzun vadeli sonuçları belirsiz, uluslararası ilişkilerde gerilimleri artırma potansiyeli ise yüksek. Sopalı diplomasinin sonuçlarını zaman gösterecek ama belli ki bu film tüm dünyayı çok gerecek…
ŞİMDİ DE TÜSİAD SORUŞTURULUYOR
Yıllardır TÜSİAD yıllık toplantılarında, yüksek istişare konseyinde eleştirel bir dil hakimdi. Ancak son toplantıda, TÜSİAD YİK Başkanı Ömer Aras'ın konuşmasında bu eleştirel ton bir adım daha ileri taşındı. Bugün, TÜSİAD'ın patronlar kulübü yapısı ve lonca sistemini andıran oluşumunu eleştirmek hakkımızdır ancak Aras, Türkiye'nin acı gerçeklerini dile getirmiştir, ne eksik ne fazla…
TÜSİAD, cesur ve net ifadeleriyle, bir muhalefet partisinin söylemesi gerekenleri söylemiştir aslında. Ülkede hissedilen muhalefet boşluğu, CHP'nin kendi iç meseleleriyle meşgulken, özellikle ön seçim ve aday belirleme derdine düşmüşken daha da belirginleşiyor.
Halbuki ülkenin, ekonomik, sosyal, hukuki ve insan hakları alanındaki derin sorunları korkutucu boyutlara tırmanmış durumda. Bu kritik dönemde, TÜSİAD gibi bir kurumun muhalefetin geleneksel rollerini üstleniyor olması, CHP'nin ve diğer muhalefet partilerinin, ülkenin karşı karşıya olduğu derin sorunlarla ilgili sergileyemediği etkin muhalefeti bir kez daha güçlü ve acı bir şekilde hatırlatıyor.
Tabii TÜSİAD’ın ortaya koyduğu haklı eleştiri, derhal tepkiyi ve iktidarın gazabını üzerine çekti ve soruşturma süreci başlatıldı.
Bu, ülkenin giderek artan ve ağırlaşan sorunları karşısında iktidarın çözüm yolu olarak, siyasi ve hukuki uygulamalarla daha merkeziyetçi bir şahsım devletine günbegün biraz daha evrilmeyi seçtiğini, bir kez daha gösteriyor. Eleştiri ve ifade özgürlüğü giderek daha fazla kısıtlanıyor, otoriterleşme sınırları zorlanıyor. Halbuki, başlatılan soruşturmanın ardından TÜSİAD’ın yaptığı ikinci açıklamada da belirttiği gibi; “ekonomik kalkınmayı ancak insan hakları temelli, katılımcı demokrasi ilkesini benimsemiş bir hukuk devleti ile kalıcı hale getirebiliriz”…
Ayrıca hatırlatmak gerekir ki, TÜSİAD geçmişte de siyasi arenada aktif bir rol almış, 1979'da Ecevit hükümetine yönelik sert eleştirileri ve gazetelere verdiği çarşaf çarşaf ilanlarla hatırlanmaktadır. Bu dönemde yayımlanan bildiriler, nihayetinde Ecevit hükümetinin istifasına kadar giden bir etki yaratmıştı. O zamanlar güçlü bir etki gösteren TÜSİAD, bugün ise "Sen kimsin, haddini bil!" eleştirileriyle ve “yeni Türkiye” mesajlarıyla karşı karşıya. Bu durum, TÜSİAD'ın geçmişteki etkin rolünden bugüne yaşadığı değişimi ve siyasi sahnedeki yerini dramatik bir şekilde özetliyor. Nereden nereye, diye düşündürüyor…
Bugün iktidar, alenen, tartışmayan, eleştirmeyen, her kesimin biatını talep eden bir toplum yapısını dayatıyor. Temsil ettiği 4.500’e yakın şirket, kurumlar vergisinin yüzde 80’ini ödeyen, kayıtlı istihdamın yüzde 50’sini (kamu ve tarım hariç) sağlayan, kamu dışı milli gelirin yarısını oluşturan TÜSİAD’a açılan soruşturma, bu dayatmanın onlarca benzerinden sadece biri.
Ne olursa olsun;
TÜSİAD YİS Başkanı’nın açıklamaları, bir ana muhalefet partisinin dile getirmesi gereken eleştirileri doğrudan hükümete yansıtmış olması açısından kıymetli. Bu duruş, güçlü bir sivil toplum ruhunu vurguluyor. İşçi sendikaları, Türk-İş gibi kuruluşlar, mühendis odaları, barolar ve Türk Tabipler Birliği gibi meslek örgütlerinin sesi, bu tür kritik zamanlarda daha fazla duyulmalı. Belki de bu sesler yükseliyor ama mevcut koşullar içinde yeterince duyulamıyorlar…
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken, önümüzdeki 2.5 yıl içinde Türkiye'nin ne tür deneyimler yaşayacağını zaman gösterecek, ancak işaretler öylesine karanlık ki…
BELEDİYE BAŞKANLARININ ZİRVE SİYASET EĞİLİMİ
Türkiye'de belediye başkanlarının, siyasetin zirvelerine olan ilgisi, yönetim merdivenlerinde yükselme tutkusu hemen fark ediliyor ve özellikle son dönemlerde bu tür siyasi yükseliş hikayelerine ya da en azından potansiyeli olan yükseliş hikayelerine sık rastlar olduk.
Yerel seçimlerde kazanılan başarılar bir bakıma, ulusal liderlik için bir basamak gibi görülüyor. Hele ki İstanbul gibi büyük bir metropolü, coğrafi, kültürel, politik, tarihi ve sembolik önemi eşsiz bir kenti “fethetmiş” olmak…
Siyasetin zirvesine tırmanmak için ihtiyaç duyulan enerjinin, gücün, yerel yönetimlerde kazanılan seçim başarılarından (yerel düzeyde iyi yönetim icraatleri hayata geçirmiş olmaktan, kentleri iyi yönetmekten değil, dikkatinizi çekerim…) geldiğine duyulan inancın kaynağı ya da bunu “kolaylaştıran” unsurlar birden fazla.
Örneğin sürecin merkezinde, başkanların “karizmatik” liderlik özellikleri yer alıyor olabilir. Belediye başkanlığı yaparken, ulusal siyasete adım atmalarını da sağlayacak, onları buna teşvik edecek bir popülerite yaratırlar.
Medya ve imaj yönetimi, günümüz Türkiye'sinde siyasetin şekillenmesindeki yadsınamaz belirleyici unsurlar arasında yer alır. Ancak medyanın gücünü kullanmakla medya tarafından yönlendirilmek arasındaki çizgi oldukça ince; bazen bu imaj yönetimi, başkanların gerçek yüzlerini ve politikalarını gölgeleyebilir, kamuoyunu meşgul eden ancak aslında çok da somut olmayan bir siyasi şovun parçası haline gelebilir. Bazen de tam aksine, medyanın gücü, madalyonun, gizli kalması umulan yüzünü ortaya çıkarabilir…
Bu dinamik, özellikle medyanın güçlü ellerde olduğu bir siyasi ortamda daha da karmaşık bir hal alır. Türkiye'de medya çok büyük oranda iktidarın elinde ve kontrolünde olduğundan, hangi seslerin duyulduğu, hangi görüşlerin öne çıkarıldığı büyük ölçüde bu ilişkiler ağı tarafından şekillenmektedir. Bu durum, belediye başkanlarının ulusal siyasete taşınma sürecinde de gözlemlenebilir bir etki (gerek önünü kesme, gerekse önünü açma yönünde) yaratır.
Medyanın bu tek taraflı kontrolü, siyasi manzarayı şekillendirmekle kalmıyor, eleştirel sesleri susturuyor ve farklı görüşleri düpedüz yok ediyor.
Belediye başkanlarının siyasetin zirvesine çıkma hayallerine geri dönersek… Siyasi kapital birikimi de bu süreçte kritik rol oynar. Başkanlar, yerel yönetimlerde güçlendikçe, statünün, paranın, kamu kaynaklarının etkisiyle kuvvetli bağlar ve ağlar yarattıkça, kimi zaman da projeleriyle başarı kazandıkça siyasi bir kapital biriktirirler. Bu kapital, genel seçimlerde ve partiler içindeki güç mücadelelerinde bir koz olarak kullanılır. Ancak burada düşündürücü olan, bu kapitalin ne kadar doğru ve “hikmetli” bir şekilde kullanılacağıdır…
Kısmen biriktirdikleri siyasi kapital, kısmen de karizmanın ya da popüleritenin etkisiyle ve belki biraz da yerel ve sosyal politikalar aracılığıyla geniş bir sosyal taban oluşturan başkanlar, bu tabanı bir siyasi güce dönüştürme yolunda ilerler.
Ancak, bu tabanın oluşturulması ve idame ettirilmesi, sadece bir heves mi, yoksa gerçekten sürdürülebilir bir politik güç müdür? İşte burada, başkanların halkla olan ilişkilerinin derinliği ve samimiyeti sorgulanır…
Belediye başkanlarının Türkiye'de ulusal siyasete yükselme arzularını ele alırken, bu durumun sık yaşanan bir olay olmadığını, her zaman siyasi zirveyle neticelenmediğini ancak bilhassa son dönemde yerel yöneticiler arasında yaygın bir hayal haline geldiğini vurgulamak gerekir.
Türkiye'deki yerel yönetimlerden ulusal liderlik pozisyonlarına geçiş süreci, bazı belirgin örneklerle daha iyi anlaşılabilir. Bu sürecin öncüsü olarak görülen Murat Karayalçın, belediye başkanlığından siyasetin zirvelerine tırmanan ilk isimdir. Örgüt içinde etkili bir lider olan Karayalçın, bilgi birikimi, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu oluşu, Birleşik Krallık’ta Kalkınma Ekonomisi dalında yüksek lisans yapmış olması, Devlet Planlama Teşkilatı geçmişi, Köy İşleri Bakanlığı’nda müsteşar yardımcılığı görevinde bulunmuş olması, teknokrat kimliği ile dikkat çeker.
Tüm bu sağlam ve etkili akademik ve kariyer geçmişine rağmen Karayalçın’ın genel başkanlık konusunda bir ısrarı olmamış, aksine bu konuda onu ikna ede kişi Erdal İnönü olmuştur. Karayalçın, İnönü’ye duyduğu büyük saygı ve hürmetle görevi kabul etmiştir.
Sonrasında da SHP genel başkanlığı, başbakan yardımcılığı ve dışişleri bakanlığı gibi görevlerde bulunmuştur. Birikimi ve iyi niyeti sayesinde..
(Bugünkü bazı yöneticiler gibi, kendisine güvenen, kendisini var edenlere karşı herhangi bir ihanette bulunmamış, saygıya saygıyla, güvene güvenle karşılık vermiştir…)
Karayalçın, bu bağlamda, yerel yönetimlerden ulusal düzeye geçiş yaparak önemli bir siyasi kariyer inşa etmiştir.
Erdoğan ise Karayalçın gibi bir akademik kariyere sahip olmamasına rağmen, kendi siyasi kariyerinde benzer bir yükselişi gerçekleştirmiştir. 1970'ler ve 80'ler boyunca İslamcı çevrelerde aktif olarak yer alan Erdoğan, Milli Selamet Partisi’nden il ve ilçe gençlik kolları başkanlığı yapmış, milletvekili adaylığı, ilçe belediye başkanı adaylığı gibi safhalardan geçmiş, nihayet yıldızı,1994 yılında İstanbul Belediye Başkanı olarak seçilmesiyle tam anlamıyla parlamış ve onu Türkiye'nin en etkili siyasi figürlerinden birine dönüştürmüştür.
Günümüzde ise yine Karayalçın gibi güçlü ve istikrarlı bir akademik kariyeri olmasa da İmamoğlu’nun benzer bir siyasi yükselişe aday olmak istediği görülüyor. İstanbul Belediye Başkanı olarak göreve başlamasından sonra, ulusal siyasette de önemli bir rol üstlenme arzusu, onun gündemini ilk sıradan belirliyor. İmamoğlu'nun bu arzusu, önceki liderlerin yolunu takip etme isteğini ve siyasetin zirvesine ulaşma hedefini yansıtıyor.
Ancak bu tür siyasi arzular, yerel yöneticilerin, asıl ve en önemli işleri olan kent yönetimine olan odaklarını dağıtabiliyor. Onların kent yönetimlerine gereken dikkati ve değeri verememelerine, yerel yönetim görevlerinin aksamasına yol açabiliyor. İstanbul örneğinde gördüğümüz gibi…
Bu tür bir arzu, liderlerin kendi içlerindeki güç, kontrol ve başarı ihtiyaçlarının bir yansıması olarak okunabilir. Siyasi liderler, genellikle toplum içinde belirgin bir yer edinme ve tarihe geçme arzusuna sahiptirler. Ancak bu, aynı zamanda onların egolarını ve kişisel hırslarını da besler. Yerel yönetimlerdeki başarılarını ulusal siyasete taşıma arzusu, bu hırsların bir göstergesidir. Bu durum, liderlerin sadece siyasi kariyerlerine odaklanmalarına neden olurken, asıl sorumlulukları olan kent yönetimine olan bağlılıklarını ve etkinliklerini ne yazık ki azaltır.
Belediye başkanlarının, ülkenin yönetilmesinde kendilerini sorumlu, yetkili ve hikmetli görmeleri… Yerel yönetimlerdeki asıl sorumluluklarını ulusal sahne arzularına kurban etme riski pahasına…
Bu, sadece politik bir hırsla değil, aynı zamanda hizmet ettikleri toplumun gerçek ihtiyaçlarını göz ardı etme pahasına, kişisel kariyerlerini öne çıkarma çabası olarak okunabilir mi…
Ekrem İmamoğlu'nun siyasi yolculuğu, politikanın dalgalı sularında bir acemice seyir gibi görünüyor. Siyaset oyununu iyi oynayabilmek tecrübe ve ustalık gerektirir. İmamoğlu, popüler bir figür olabilir; fakat siyaset sahnesinde deneyimsizliği, aceleci ve fırsatçı tavırları, risk alma ve yönetme kabiliyetinin noksanlığı, onu güvenilir ve etik bir lider olmaktan alıkoyuyor.
Erdoğan gibi deneyimli ve güçlü hitabet gücü olan bir politikacının karşısında, İmamoğlu’nun “oyuna gelmemesi” mümkün olmuyor. Siyasetin satranç tahtası üzerinde ileri hamleler yapabilmek, özellikle Türkiye gibi karmaşık coğrafyalarda, büyük bir ustalık ve stratejik düşünme gerektirir. Vazoyu kırmamak, o mefküreden şaşmamak, kontrolü ve gündemi elde tutmak, bu sırada kendi içinde de bölünmemek, parçalanmamak başka türlü bir yetenek, öngörü ve dirayet gerektirir.
Türkiye'de mevzu bahis aceleci ve deneyimsiz yeni tip siyasetçiler dünden bugüne siyaset sahnesine yükseliyor. Parti örgütlerini etkileyerek önemli mevkilere seçilebiliyorlar. Kent rantlarına çökme konusunda ustalaşan bu yöneticiler, sistemin imkanlarını kullanarak geniş bir ağ oluşturuyor ve Ankara'ya doğru genişliyorlar…
Ancak bu liderlerin, toplulukları bir arada tutacak bir yapıştırıcı oluşturma, yönetme, idare etme, kitleleri konsolide etme ve ileri adımlar atma gibi beceriler konusunda yetersiz kaldıkları görülüyor. Bu eksiklikler, genellikle maddi çıkar ve mevki beklentilerine dayalı ilişkilerle örgütlerini ve çevrelerini bir arada tutma girişimleriyle daha da belirginleşiyor. Bu tür yöneticiler, sıklıkla dar kadroları etkileyebilme gücüne sahipken, geniş kitlelere ulaşamıyorlar. Popüler kültürün bir parçası gibi; bir şarkıcının parlak çıkışı gibi ani ve gösterişli ama kalıcı değil…
Kısa vadeli çıkar ilişkilerine dayalı bir liderlik anlayışının, geniş kitlelerin ihtiyaç ve beklentilerini göz ardı etmesi ve bu nedenle sürdürülebilir bir siyasi güç oluşturamaması ise kaçınılmaz…
Türkiye'deki seçim sistemi ve partiler yasası gibi yapısal sorunlar, bu tür siyasetçilerin yükselişini kolaylaştırıyor. Mevcut sistem, gerçek anlamda halkın iradesini yansıtmaktan uzak; sandığa gidip oy kullanan vatandaş, aslında sürecin çok sonlarında etkisini gösteriyor. Seçimlerde, mahalle, ilçe, il ve kurultay aşamalarından sonra, genel başkan, parti meclisi, merkez yürütme kurulu ve seçim komisyonlarının belirlediği adaylar nihai olarak vatandaşın karşısına çıkıyor.
Bu durum, Türkiye'de siyasi sistemin temelinden reform gerektirdiğini gösteriyor. Gerçek demokratik değişim için, seçim sistemi ve partiler yasasının, vatandaşların doğrudan tercihlerini yansıtacak şekilde yeniden şekillendirilmesi elzemdir. Bu yapısal değişiklikler, siyasi arenadaki geçici ve yüzeysel başarıların ötesinde, gerçek ve sürdürülebilir liderliklerin önünü açabilir.
***
Tabii bu noktada, örneğin CHP içinde, belediye başkanları dışında potansiyel bir cumhurbaşkanı adayı yahut da genel başkan çıkmaması da dikkat çekici bir durum. Artık CHP toprağında, geniş vizyon sahibi liderlerin yetişmediği acı bir şekilde görülüyor. Bunun yerine, yerel yönetimlerdeki kent rantlarından beslenen, popülist lider tipolojisi öne çıkıyor.
Bu genel tablonun dışında duran, istisnai figürler de var elbette. Örneğin; şehri “eski” imajından sıyırmış, Eskişehir'i modern ve çağdaş bir kente dönüştürmeyi başarmış bir başkan; Yılmaz Büyükerşen… 1999’dan beri her dönem yeniden seçilmiş olması, onun yönetim becerilerinin ve kentle olan güçlü bağının bir göstergesidir. Ciddi bir akademik kariyere sahip olan ve yerel yönetimlerdeki başarısı artık herkes tarafından kabul ve takdir gören Profesör Büyükerşen, tüm bu avantajlı konumuna rağmen bugüne kadar genel siyasete adım atmayı düşünmemiştir. Yerel politikadaki etkileyici kariyerine rağmen, ulusal siyasete geçiş yapma tekliflerini geri çevirerek kendi yolunda yürümüştür. 2004 yılında, dönemin DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından kendisine sunulan genel başkanlık teklifini reddetmiştir. Ayrıca, 2014 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de cumhurbaşkanı adaylığı için ismi geçmesine rağmen bu teklifi de kabul etmemiştir. Büyükerşen'in bu kararları, onun yerel yönetimlere olan bağlılığını ve önceliğini göstermektedir. Ben bu kenti yönetmekten sorumluyum, diyerek tüm odağını Eskişehir’de tutmuştur. Büyükerşen'in saygın kimliği ve tutumu, yerel yöneticiler arasında örnek teşkil eden ender kişiliklerden biri olarak öne çıkmaktadır.
Neticede; halk, kendi liderini seçer. Gerçek liderlik, halkın doğal seçimiyle şekillenir; zorlama yöntemlerle değil… Eğer bir lider, kendini halka doğru şekilde ifade edebilir ve onların güvenini kazanabilirse, halk onu zaten kucaklar ve destekler. Liderler zorla değil, doğal bir kabul ile halkın desteğini arkalarına alacak şekilde yükselmelidir. Halk, gerçekten inandığı ve güvendiği lideri kendiliğinden öne çıkarır ve onları yüceltir.
***
İktidarın ve siyasi manevraların odağında daima insanlar ve onların temel hakları yer almalıdır. Ancak gördüğümüz gibi, yerel düzeyde de küresel düzeyde de, siyasi arenada bu temel prensipler şiddetle göz ardı edilmekte, güç ve çıkar oyunları, bireysel ve toplumsal ihtiyaçlar üzerinde baskın çıkmaktadır.
Siyasetin yalnızca bir güç oyunu olmadığını, gerçekte hizmet ve sorumluluk gerektiren ciddi bir iş olduğunu unutmayan ve bunu unutturmayanlardan olalım. İster yerel ister küresel düzeyde olsun, liderlerin ve siyasi yapıların, halkların refahı ve toplumsal barış için çalışması gerektiği gerçeğini her daim hatırlayalım.
Yönetim kademelerinde yükselmek, halka hizmet etmekten daha cazip bir hedef haline gelmemelidir… Siyasi liderler ve kurumlar, topluma hizmet etme misyonunu temel almalı; iktidarın tatlı sularında yüzmenin getirdiği sorumlulukları her daim göz önünde bulundurmalıdır.
Gerçek başarı, bireysel kariyer planında yükselen grafikler veya bilinçsizce alkışlanan popülist konuşmalar değil, toplumun her kesiminden insana temel yaşama hak ve özgürlüklerinin şartsız koşulsuz teslim edilmesi, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, sosyal adaletin ve refahın sağlanması ve tüm insanlık için daha iyi bir gelecek inşa edilmesi ile ölçülmelidir.
Sadık ÇELİK