Kral

Her gün köşe yazdığım günleri özlüyorum. Türkiye gibi gündemin sürekli değiştiği bir ülkede yaşıyorsanız ve buna dünya gündemindeki hızlı değişimler de eklendiğinde günlük konu bulmak zor değil. Ama benim gibi kendinizi emekliye ayırıp haftada bir yazıyorsanız, o zaman işiniz zor. O kadar çok şey birikiyor ve hepsi de tamamlanmamış bir maceranın sanki başlangıç noktası gibi oluyor ki; klavyenin başına oturmak bazen bir kabusa dönüşebiliyor.
İç politikaya bulaşmama gayreti göstererek, geçtiğimiz hafta içinde olan bitenlerin bizi nasıl bir dünyaya doğru sürüklendiğini anlamaya çalışalım.
Önce bu yazının başlığını oluşturan, kendisini Beyaz Saray’da “kral” ilan eden Trump yönetiminin yaklaşımlarını anlamaya çalışalım.
24 Şubat 2025 itibarı ile Rusya-Ukrayna savaşı üçüncü yılını doldurdu. Trump ve Putin Rusya Ukrayna savaşının nasıl biteceğini ve sonrasındaki paylaşım konularını müzakere ediyor. Avrupa’nın göbeğindeki ve bütün AB ülkelerini ilgilendiren sorunun çözülmesinde ne AB ne de savaşın tarafı Ukrayna yok. AB meselesine biraz sonra gelecek olmakla birlikte, Trump’ın esas derdinin Ukrayna’nın yeraltı kaynaklarına çökmek olduğu, bunun için Ukrayna’ya ciddi bir savaş tazminatı çıkardığı anlaşılıyor. Doğal olarak bu tazminatı belirlerken, ABD’nin savaş süresince Rusya’ya uygulanan ambargolar sayesinde AB ülkelerine fahiş fiyatla ne kadar ABD kaya gazının satıldığına değinmiyor. Bana göre bu enerji ambargosundan karlı çıkan sadece ABD oldu. Zelensky’nin sonu geldi mi? Oynadığı rol bitti mi? Bilemiyoruz, şu sıralarda ABD ile pazarlık masasına oturmuş vaziyette ama geleceği pek parlak gözükmüyor.
Gelelim uluslararası alanda büyük prestij kaybına uğrayan AB’ye.
Geçtiğimiz hafta sonu yapılan erken seçimlerde çıkan sonuç şaşırtıcı olmadı. Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU/CDS) oyların yaklaşık yüzde 28.5’ini alarak birinci parti oldu. Kral’ın ve yandaşlarının büyük desteğini alan, hani diplomatik nezakete uygun olarak sıfatlandıralım aşırı sağcı Almanya için Alternatif Parti (AfD) yüzde 20 barajını aşarak ikinci parti olma özelliğini ele geçirdi. Sosyal Demokratlar yüzde 16 ile İkinci Dünya Savaşından bu yana en düşük oranda kalarak ciddi bir yenilgi yaşadılar. Yeşiller oy kaybına uğramış olsalar da dördüncülüğü bırakmadılar. Şimdi başta AB olmak üzere bütün dünyanın gözü Almanya’da nasıl bir koalisyon hükümetinin kurulacağına çevrilmiş durumda. Hıristiyan Demokrat Birliği’nin lideri Merz, ABD ile iyi ilişkiler adına AfD ile bir koalisyona gider mi? yoksa ABD’ye karşı AB’yi güçlendirmek için sol partileri içine alacak bir koalisyonu mu tercih edecek?
Gelen ilk mesajlar ikinci olasılığı ön plana çıkartıyor. Merz’in ilk açıklamalarından anladığımız gerek Almanya’nın gerekse AB’nin içinde bulunduğu zor durumdan çabuk çıkabilmesi için koalisyon görüşmelerinin bir an önce sonuçlandırılması gerekiyor. Ancak daha önce yaşadığımız deneyimler bu işin çok da kolay olmayacağı, görüşmelerin aylar boyunca sürebileceği yönünde.
Yine Merz’in seçim kampanyası sırasında ve sonrasındaki söylemlerine bakarsak ve Ukrayna meselesinde AB’nin dışlanması olgusu ışığında, ABD’ye oldukça ihtiyatlı yaklaştığını da ifade etmek gerekiyor. Trump’ın NATO konusundaki çıkışları karşısında, Merz “gerektiği takdirde NATO’suz bir Avrupa savunmasını düşünmeliyiz” şeklinde beyanda bulunmuştu. Bu bağlamda ilk adımının benzeri düşünceleri daha önce ifade eden Macron Fransa’sı ile son dönemde atıl kalan ilişkileri canlandırmak için atacağı aşikar. Türkiyesiz bir Avrupa güvenliğinin sağlanamayacağı da açık olduğu oranda, Türkiye ile AB arasında güvenlik meselelerini kapsayacak yeni bir stratejik işbirliği dönemine girilmesi de söz konusu olabilir.
Peki ekonomiyi düzeltmesi mümkün mü? Son iki yılda büyümeyen, hatta az da olsa küçülen Alman ekonomisinin büyümesi bütün AB ülkeleri ve en büyük ticaret partnerimiz olması nedeniyle bizim için de önemli. ABD’nin açmaya başladığı ticaret savaşı iyi haber değil. Buna karşılık olası bir Rusya – Ukrayna barışının sağlanması durumunda daha ucuz enerji kaynaklarına ulaşılabilecek olması iyi haber olarak değerlendirilebilir. Ukrayna’nın kendi topraklarından geçen Rus gazı ile ilgili anlaşmayı sonlandırması bu alanda da Türkiye’nin stratejik önemini artıran bir olgu.
Hani bu artan önemimizin yanında tekrar Kopenhag kriterlerini hatırlayabilsek, belki de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son AKP Genel Kurulu vesilesi ile yaptığı AB çağrısını ihtimal dahiline getirecek. Kopenhag kriterlerine geri dönüş anlamında umutlu musun? diye sorarsanız, ne yazık ki iç politikamızdaki olan bitene baktığımda cevabım hayır.
Uzun bir süre birlikte rol aldığımız Kriter dergisindeki yol arkadaşım Ahmet Sever’i kaybetmenin üzüntüsü içindeyim. Kendisine rahmet, bütün yakınlarına ve sevenlerine sabır diliyorum.