İstanbul
Az bulutlu
9°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
36,4356 %-0.05
38,2859 %0.02
86.378,00 %-2.327
3.379,83 -1,12
Ara

Gerçek ama usulsüz diplomalar, oyunlar ve hayaller…

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Gerçek ama usulsüz diplomalar, oyunlar ve hayaller…

Sosyal demokrasi, liderler üzerine bina edilmez; kadroları, örgüt yapısını ön planda tutar. Sosyal demokrat partiler lider partileri değildir, olmamalıdır da. Sosyal demokrasi, bireyin özgürlüğünü ve toplumsal eşitliği ön planda tutar; bu idealler, her bireye adaletli bir yaşam sunma ve eşit fırsatlar sağlama amacı güder. Ancak bu ilkelere dayanan siyasi yapılar, genellikle çatışmalı ve karmaşık toplumsal dokularda kendilerine yer bulmaya çalışır.

Türkiye gibi, doğunun ve İslam coğrafyasının derin kültürel dinamiklerine sahip topraklarda, sosyal demokrat değerlerin nasıl işlediği, siyasetin ve toplumun genel yapısı içinde sürekli olarak sınanır. Doğu toplumlarında, özellikle İslam coğrafyasında, Orta Doğu ve Anadolu’da hiçbir zaman tam anlamıyla bir sosyal demokrat parti yaşayamamıştır. Türkiye siyaset sahnesi de büyük ölçüde ve ancak lider sultasının gölgesinde şekillenebilmiştir. Kitleler liderlere oy vermiştir ve vermeye devam etmektedir (Elbette lidere kitleler halinde oy vermenin toplumu çıkaracağı yer genellikle karanlık olmuştur… Nietzsche’nin dediği gibi, “sürü ahlakı, tehlikelerin tehlikesidir…”) Kadrolar ikinci plandadır.

Ancak bu topraklarda tam manasıyla sol bir parti olamadığı gibi soldan iyi bir lider partisi de çıkmadı. Sonuç olarak Anadolu coğrafyasında CHP, ne sosyal demokrat bir parti olabilmiş, ne de güçlü bir lider yaratılabilmiştir.

Türkiye'nin doğulu yapısı, toplumsal karakteri, sosyal demokrat partilerin teoride savunduğu değerlerle çelişiyor gibi görünüyor. Emek, eşitlik, insan hakları, liyakat gibi sosyal demokrat idealler, lider odaklı siyasi yapı içinde sönükleşiyor. (Ön seçim var diye akşamdan sabaha bir partiye binlerce kişi, kimliğine bakmadan, tüm kapılar sonuna kadar açılarak üye yapılmaz örneğin. Kuramlar, kurallar, etik değerler vardır… Kazananın gücüyle ünvan dağıtılmaz. Liyakat böyle kolaylıkla ayaklar altına alınmaz.)

Sonuç olarak solda işler öyle de yürümüyor, böyle de yürümüyor… Bugün ülkenin ana muhalefet partisi kitlelerde heyecan yaratamıyor. İktidarın tüm yönetim zaafiyetlerine rağmen, yönetilemeyen bir ülkede muhalefet de halka güven veremiyor. Hatta var olan güveni yerle bir etmek için her gün yeni bir şüphe masasına meze oluyor…

Kararsızlar partisi bugünlerde yüzde 40’lara yükseliyor…

***

 

CHP tarihinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun, alevi kimliği, bürokrat kökeni ve CHP içindeki bitmek bilmeyen entrikalar, parti içi ihanetler, tertipler, oy vermeme kampanyaları, Akşener’in salvoları, parti dışından gelen saldırılar, sahte videolar, başkanlık sisteminin dayatmaları, kendisine karşı kullanılan devletin tüm olanakları… siyasi yolculuğunu zorlu kılan ne varsa hepsine rağmen sürdürdüğü mücadele ve partiyi taşıdığı nokta takdire şayan bir örnek teşkil etmiştir. Tüm bu engellemelere rağmen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %48 gibi büyük bir oy oranı yakalayarak seçimi kaybetmiştir. Ne olursa olsun Kılıçdaroğlu’nun, CHP’yi herkesin oy verebileceği bir parti haline getirmesi, partiyi taşıdığı nokta küçümsenemezdi…

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra, Kılıçdaroğlu'nun tek arzusu, gemisini güvenli bir limana taşımaktı aslında. Ancak, parti içinde hançerler ayen beyan havaya yükselmişti artık. İstanbul ve diğer illerde kurultay delegelerini tarafına çekme, Kılıçdaroğlu’nun altını oyma operasyonları ise çoktan başlamıştı. Bu şekilde kurultaya gidildi ve Kılıçdaroğlu kaybederek CHP’nin başına yeni yönetim ekibi geldi.

Arkasından gelen 31 Mart yerel seçim zaferinde Kılıçdaroğlu'nun emekleri, onun 13 yıllık çabası, biriktirdikleri, toparladıklarının payı asla yadsınamaz. Yeni CHP yönetimi tüm bu birikimlerin üzerine oturan kadro oldu…

31 Mart zaferinin hemen ardından, Özgür Özel ve ekibi, iktidarın kendini toparlamasına fırsat vermeden erken seçimi dayatacaktı ama bunu yapamadı. Bunun yerine normalleşip yumuşamayı seçtiler… (Bugün arka kapılarda Erdoğan ile Özgür Özel’in yarı başkanlık sistemi için anlaştıkları, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı, Özel’in ise başbakan olacağı yönünde iddialar bile konuşuluyor…) Sonuç; bugün CHP içindeki yangınlar günbegün büyüyor, parti paramparça… Seçilmiş belediye başkanları ve yönetici kadrolar gözaltına alınıyor, partinin adı kayyumlarla anılıyor, başkanlar hakkında açılan davaların bini bir para… Parti, yolsuzluklarla, usulsüzlüklerle, sahteciliklerle, şaibelerle türlü çeşit olumsuzluklarla anılıyor, tartışılıyor.

Bu sırada Erdoğan'ın Özgür Özel'e yönelik sert çıkışı, "Ordumun komuta kademesine laf etme... Yetkisi sende değildir, haddini bileceksin,” şeklindeki ifadelerle, siyasi arenada ne kadar zorlayıcı bir atmosferin hakim olduğunu gözler önüne seriyor. Yumuşama ve normalleşme politikalarıyla yola çıkan Özel, şimdi tehdit edilen bir genel başkan olarak karşımızda duruyor. Erdoğan'ın bu üst perdeden eleştirisi, Özel'in liderlik yeteneklerini ve otoritesini sorgulatıyor, onu siyasi bir köşeye sıkıştırıyor.

İktidarın, Erdoğan’ın, adım adım yürüttüğü CHP’yi değersizleştirme politikası tıkır tıkır işliyor…

Bu sırada CHP bir ön seçim türküsü tutturmuştur gidiyor… Bugün bu türküyü tutturanların, yerel yönetim seçimlerine giderken, söz vermelerine rağmen, hiçbir adayı ön seçimle belirlemediklerini de hatırlatalım…

Diploman mı Var, Derdin Var…

 

Diploman mı var derdin var… Halbuki olmasaydı, en kötü var der geçerdi…

 

CİMER’e 5 yıl önce 15 şubat 2020’de yapılan bir başvuru, İmamoğlu'nun Girne Amerikan Üniversitesi'nden İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne yatay geçişinin usulsüz olduğunu öne sürüyor.

Her ne kadar İstanbul Üniversitesi, İmamoğlu’nun, 1990 yılında ilan edilmiş olan yurt dışı 2. sınıf yatay geçiş kontenjanına başvurduğu ve kabul koşullarını yerine getirdiği için kabul aldığını ve dolayısıyla bu geçişin kurallara uygun olduğunu belirtmiş olsa da, YÖK, geçişlerin usulsüz olduğunu belirtiyor. Çünkü yönetmeliklere göre, 1990 yılında özel bir üniversiteden bir devlet üniversitesine yatay geçişle transfer olmanın zaten mümkün olmadığı söyleniyor. Aynı zamanda, eğer bir devlet üniversitesinden başka bir devlet üniversitesine geçmek istiyorsan da, geçmek istediğin devlet üniversitesinin puanı kadar puan alınmış olması da gerekiyormuş… Ki İmamoğlu zaten sınavda aldığı 360 puanla bir yere giremediği için gidip Kıbrıs’taki özel üniversitede okuyor… Sonra da 500 küsür puanlık İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yapıyor… 1990 yılında zaten Girne Amerikan Üniversitesi’nin, YÖK tarafından tanınmıyor olması, denkliğinin bulunmaması da ayrı bir problem…

İmamoğlu'nun diploması ve üniversite geçmişi üzerinden yürütülen tartışmalar, onun, bir süredir zaten zayıflayan siyasi inandırıcılığına biraz daha gölge düşürdü.

İmamoğlu'nun gençlik yıllarında başlayan bu “kural dışılık”, “etik dışılık” hali insanların içine sinmiyor… Kıbrıs’tan İstanbul'a... Eğitimde kısayol mu? soruları gündemde. Eğer yatay geçiş süreci bu kadar kolaysa, neden birçok öğrenci yıllarını ders çalışarak, sınav stresi altında geçirsin ki? En basit yoldan, akademik gereklilikleri daha düşük olan yabancı üniversitelere kaydolup, sonra Türkiye'nin en prestijli üniversitelerine geçmek mümkünse, bu durum eğitim sisteminin bütünlüğünü ve adil oluşunu sorgulatmaz mı? Kıbrıs, Azerbaycan, Sırbistan, Karadağ, Afrika ülkeleri, Türki Cumhuriyetleri, İran gibi yerlerde daha az rekabetle ve daha düşük standartlarla, parayla üniversiteye girmek ve sonrasında İstanbul gibi şehirlerdeki üst düzey üniversitelere transfer olmak, adil bir eğitim süreci için ciddi soru işaretleri yaratmaz mı?

İmamoğlu bugün kamusal bir figür olduğu, göz önünde, popüler bir kimlik olduğu için üzerine gidilip bu diploma meselesi ortaya dökülmüştür. Ancak bugüne kadar bu haklardan, İmamoğlu gibi göz önünde olmayan sayısız kişi yararlanmış olmalı… Nitekim örneğin Fatih Portakal, kendisinin de zamanında yatay geçiş yaptığını açıklamıştı… Daha kim bilir kimler kimler…

Türkiye'de, devlet ve özel üniversiteler olmak üzere geniş bir eğitim yelpazesi mevcut. Ancak demek ki denklik adı altında açılan kapılar, çoğu zaman hak etmeyen öğrencilere, parası olanlara hizmet ediyor. Eğitimdeki bu adaletsizlik, parası olanın dilediği okula girebilmeleri için bir kısayol olarak kullanılıyor. Öğrencilerin alın teriyle, emekleriyle kazandıkları başarılar gölgede kalıyor.

Benzer şekilde bugün, yurt dışından gelen Suriyeli, Azerbaycanlı, Türkmenistanlı öğrenciler, çoğu zaman yeterli akademik niteliklere sahip olmadan Türkiye'nin en iyi üniversitelerine kayıt olabiliyorlar. Bu durum, Türk öğrencilerin eğitim kalitesini de olumsuz etkiliyor, çünkü nitelikli ve niteliksiz öğrenciler aynı sınıflarda yer alıyor. Bu şekilde sınıflarda akademik düzeyde önemli bir dengesizlik ortaya çıkabiliyor. Nitelikli öğrencilerin eğitim süreçleri, sınıf içi dinamiklerin düşük seviyeye çekilmesi riski altında kalıyor. Bu durum Türk üniversitelerinin uluslararası sıralamalardaki rekabet gücünü de azaltabilir. Üniversitelerin akademik itibarı, yeterli akademik hazırlığa sahip olmayan öğrencilerin kabul edilmesiyle sarsılır.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı İstanbul Üniversitesi’ne diploma hakkında işlem yapılması, yatay geçişin kabulünün kimler tarafından yapıldığının tespiti, diplomanın geri alınması, işlemlerin iptali yönündeki talebini iletti. Şayet İmamoğlu'nun diplomasıyla ilgili sorun yasal bir boyutta olumsuz neticelenirse, bu durum onun adaylığı için ciddi bir handikap yaratacaktır. Hatta bu mesele yüzünden İmamoğlu’nun, belediye meclisi ile birlikte komple görevden alınabileceği bile konuşuluyor.

Bunun üzerine bir de İmamoğlu'nun rakiplerine karşı, çeşitli etik dışı yollarla susturma politikaları yürüttüğü yönünde iddialar da ortalıkta dolaşıyor. Parti içindeki muhalif sesleri bastırmak için işyerlerine, işletmelere yönelik zabıta yoluyla yapıldığı iddia edilen müdahaleler gibi… Parti içinde aynı fikirde olmadıkları herkes günahkar; biat edenlerse onurlu, şerefli… Makyavelist yaklaşımlar… Sol partilerin nasıl sosyal demokrat olamadıklarının bir başka temsili…

Toplum içinde "her şey beklenir" dediğimiz insan tipinin artık siyaset sahnesinde de karşımıza çıkması, Türkiye'nin siyasi manzarasında derin çatlaklar oluşturuyor. Bu tür insanlar, genç yaşlarda başladıkları kural dışılıkla, dolambaçlı yollar arayarak, hak ettikleri yerler yerine gözlerine kestirdikleri noktalara ulaşmayı amaçlıyorlar. İmamoğlu'nun üniversite yıllarındaki geçiş süreci, bu davranış biçiminin erken örneklerinden biri olarak görülebilir. İstenilen üniversiteye giremeyince, alternatif yollara sapmak…

Bu tarz insanlar, toplumda ve siyasette her zaman var olmuşlardır; hak etmedikleri yerlere ve imkanlara, kenardan kıyıdan dolanarak, fırsatları gözleyerek ve duruma göre şekil alarak ulaşırlar.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni yöneten ve cumhurbaşkanlığına aday olan bir siyasetçinin, bu şekilde hedeflerine ulaşmaya çalışması, ahlaki ve etik soruları beraberinde getirir. Türkiye'yi yönetme niyetinde olan bir lider için, bu tür bir geçmiş ve süreç, hakkaniyet ve dürüstlük konularında endişe yaratır. Hak etmeden zirveye ulaşan her bir birey toplumun dokusunu zayıflatır.

Hasan Ali Yücel’in dediği gibi; İnsan kıymeti bilmeyen topluluklarda kıymeti bilinecek insan yetişmez…

***

Özgür Özel'in "hukuki bir sıkıntımız yok" şeklindeki açıklaması, İmamoğlu'nun eğitim geçmişiyle ilgili tartışmaları hafife alarak, sadece yüzeyi kazıma, daha derin sorunları göz ardı etme girişimi olarak değerlendirilebilir. Zira şimdilik yasal bir problem olmasa da, ortada kabak gibi bir ahlaki sorun olduğu açık.

Bir Haiku denemesinin satırları geliyor insanın aklına;

Sırça köşkteysen

Başkasına diploma

Aman ha!.. Sorma.

Cumhuriyet Halk Partisi bir asırlık bir partidir ve dünyada bunun örneği pek azdır. Kurtuluşa ve kuruluşa önderlik etmiş emsalsiz bir partidir! CHP gibi köklü ve saygın bir partinin belediye başkanı, genel başkanı ya da cumhurbaşkanı adayı olacak kişilerin, bu tür usulsüzlüklerle gündeme gelmesi kabul edilemez. CHP'nin yüz yıllık geçmişi, yolsuzluklarla ve sahteciliklerle asla anılmamalıdır.

***

 

İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olması için imza veren 116 kişi, (özellikle de zamanında Kılıçdaroğlu'nun yanında duranlar ve bugün İmamoğlu için imza verenler ki aralarında çok şaşırtıcı isimler de var), bunun hesabını kendilerine verebiliyor mu acaba? Kılıçdaroğlu, herkes istediğini yapmakta, istediğini desteklemekte özgürdür, diyor ama bugün onun nefes alması bile, neredeyse suç sayılıyor ve parti aleyhine çalışmakla itham ediliyor… Hatta ve hatta akıl almaz bir şekilde iktidar destekçisi ilan ediliyor…

Bir zamanlar Türkiye'nin sol örgütlerinde, özellikle öğrenci gençlik hareketlerinde, militan kadrolar, idealleri uğruna mücadele ederdi. Bu kadrolar, maddi çıkar gözetmeksizin, inandıkları değerler için canla başla çalışırlardı. Ancak bugün, siyasi sahne tamamen farklı bir görünüm arz ediyor.

O eski karşılıksız sevdalar, yerini çıkar odaklı, “paralı tarafgirliklere”, yeni dilde “trollüğe” bırakmış durumda.

Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner ve yanlış hesap Bağdat'tan döner…

Gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır fakat bu sırada kaybedilen zaman hep iktidarın lehine işliyor…

Türk siyasetinde ihanet, direniş ve yalnızlığın Kılıçdaroğlu'nun şahsında çizdiği portreyi izlemek gerçekten de düşündürücü. Bu süreçte Kılıçdaroğlu hatalarıyla, doğrularıyla, günahlarıyla ve sevaplarıyla bir sembol haline gelmiştir.

Bu sırada, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığı için imza vermeyen, Oğuz Kaan Salıcı, Faik Öztrak, Ali Öztunç, Enis Berberoğlu, İlhan Kesici ve diğerleriyle birlikte 17 kişiyi, bu antidemokratik ön seçim yarışına kendilerini alet etmedikleri, ilkeli duruşlarından ödün vermedikleri için tebrik etmek gerekir…

(Eren Erdem gibi isimler, birkaç yıl önce Kılıçdaroğlu'nun istifasını talep etmişken, ona muhalefet eden tarafta duruyorken bile Kılıçdaroğlu onu etkili görevlere getirmiştir. Oğuz Kaan Salıcı gibi isimleri de hakeza… Tabii bu arkadaşlar kurultay sürecinden sonra da Kılıçdaroğlu’nun yanında durmaya devam etmiş, etik değerlere önem vererek pozisyon aldıklarını kanıtlamışlardır.)

Ancak ana muhalefet partisi içinde egemenlerin yanında yer almamak, muhalif kanatta yer almak, kaybedenin yanında durmak zordur. İki arada kalmışlık kaderdir adeta burada… Bu insanlar varlıklarını, itirazlarını ifade etmeye çalışırlarken bir tarafta parti içinde ihanetçi, iktidar yardakçısı olarak damgalanırlar, ülkeyi yöneten iktidar partisi tarafından ise iktidara karşı tutumları dolayısıyla zaten ötekileştirilirler. Kısacası arada sıkışıp kalırlar, her iki taraftan da günahkar ilan edilirler.

Türkiye'nin siyasi geleceği, bu tür iç hesaplaşmalar ve dönüşümlerle şekillenmeye teşnedir…

“Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk bu dünyanın üzerinde.”

 

 

CHP’de Ön Seçime Doğru

 

Cumhurbaşkanlığı adaylığı için ön seçim süreci 23 Mart'ta neticelenecekmiş ancak bu süreç, adil bir rekabetten yoksun gibi görünüyor. İmamoğlu'nun karşısına çıkacak başka bir adayın olmaması, bu ön seçimi tek taraflı bir meşruiyet ritüeline dönüştürüyor. Partinin üye sayısı muhtemelen 2 milyona dayandı. İmamoğlu, eğer 1 milyonun üzerinde oy alırsa, bu durum onun partinin geniş çoğunluğundan destek gördüğünü ve dolayısıyla "seçilebilirliği" kazandığını mı göstermiş olacak? Adaylık süreci sanki bir tür referanduma dönüştürülmüş gibi…

İmamoğlu'nun adaylığı şu an için kesin gibi görünse de, seçimlere kadar köprünün altından daha çok sular akar… Yaşanacak gelişmeler, partinin iç dinamikleri veya ulusal ya da uluslararası siyasi olaylar, durumun tamamen değişmesine neden olabilir.

 

Ön seçim sürecinin sonucu ne olursa olsun, CHP içindeki mevcut liderlik krizi, ön seçim sürecinin gülünç bir duruma düşmesine neden oluyor. Tek adayla yapılacak bir ön seçim, partinin karar alma süreçlerinin ne kadar antidemokratik olduğunu acı bir biçimde gösteriyor.

 

Bu arada, Ankara'da Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, Ümit Özdağ'ın annesini ziyaret ettiler. Belediye başkanlarının bu buluşması, her şeye rağmen, siyasi olgunluk ve medenilik adına önemli bir adım olarak okunabilir…

 

Erdoğan’a Kalan…

 

Erdoğan, Türk siyasetinin belki de en şanslı figürlerinden biri. 2002'ten bu yana iktidarda olmasını, kendi gayretlerinin yanı sıra, Türkiye'deki muhalefetin politikasızlığı ve yetersizliği gibi faktörlere borçlu. Erdoğan, siyasetin çamurunu çiğneyerek tecrübe kazanmış, kurnazlıkta ustalaşmış bir siyasi cambaz… Karşısında onunla baş edebilecek kişiler lazım… Kılıçdaroğlu gibi isimler, ona karşı sert bir mücadele sergilese de, kimliklerinden, şark kurnazlıklarına, ihanetlere karşı tecrübesizliklerinden kaynaklanan doğal dezavantajlarla mücadele etmek zorunda kaldılar.

Siyaset, karmaşık hayat oyunlarının sergilendiği bir arena. Erdoğan, rakiplerini ve muhalefeti saha dışına itmek için her türlü stratejiyi devreye sokuyor. İmamoğlu’nun ve diğer muhalefet üyelerinin, bu büyük oyun karşısında işleri zor.

Erdoğan, İmamoğlu’nun üzerine giderken meşru bir zeminde hareket ettiğine inanıyor. Kılıçdaroğlunun üzerine bu biçimde gidilemiyordu çünkü onun yosuzluk, usulsüzlük, sahtecilik gibi falsoları yoktu…

 

Bu karmaşık siyasi manzaranın ortasında Fransız Le Point dergisi, “2025 Yeni Dünya Düzeni” başlıklı özel sayısında, 4 lideri kapağına taşıyor ve Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile birlikte 4 liderden biri olarak gösteriliyor. Bu, Erdoğan'ın uluslararası alanda nasıl bir profil çizdiğinin de bir göstergesi…

Suriye’de yaşanan son gelişmeler ve Kürt açılımı konusunda atılan adımlar, Öcalan’dan gelmesi beklenen açıklamalar, “terörsüz Türkiye” söylemleri, Erdoğan’ın dış politikadaki etkinliği… Avrupa ile Amerika arasındaki çelişkili durumlara karşı Erdoğan’ın Trump ile iyi ilişkiler içinde olması… Rusya ve ABD ekiplerinin İstanbul’da görüşme kararı vermesi… İçeride enflasyondaki düşüş trendi ile birlikte ekonomi politikalarının meyvelerini toplamaya başlaması… AKP'nin son kurultayında İyi Parti, Gelecek Partisi gibi partilerden önemli isimlerin iktidar cephesine katılması… Bunların hepsi daha da güçlü bir iktidar ve Erdoğan yaratıyor. Rüzgar her türlü Erdoğan’dan yana esiyor. Onu, iç siyasette de güçlü bir pozisyona taşıyor.

Erdoğan da zaten 400 milletvekili sayısına ulaşmayı hedefliyor ve bu sayede referanduma gitmeden istediği gibi bir anayasa yapmayı planlıyor. Olası seçimlerin öne alınması, 50+1 seçim barajından vazgeçilmesi ya da onun seçilmesini sağlayacak başka hangi yol bulunacaksa… Tüm bu adımları stratejik olarak planlıyor.

Bu güçlü pozisyon, muhalefet için ciddi bir meydan okuma teşkil ediyor. Özgür Özel ve bilhassa diploma meselesiyle ciddi bir yara alan Ekrem İmamoğlu gibi isimlerin, Erdoğan'ın karşısında mücadele etmesi giderek zorlaşıyor. Erdoğan'ın her alanda kazandığı bu güç, onun karşısında duracak muhalefetin çok daha stratejik, birleşik ve etkili bir yol izlemesi gerektiğini ortaya koyuyor.

CHP’nin tüm bunların içinden temizlenip arınarak çıkmasının yegane yolu ön seçimin iptali, alınan bu yanlış karardan dönülmesi ve seçimli kurultaya gitmesidir. İç siyasi kargaşadan kurtulup, yeniden güçlenmek için bu yol elzemdir. Kurultay, parti içindeki mevcut durumu temizleyip, yeniden yapılanma ve güçlendirme fırsatı sunabilir. CHP'nin bu kritik dönemde liderlik krizini aşarak, Erdoğan ve AKP'nin karşısında güçlü bir alternatif sunabilmesi için iç dinamiklerini sağlamlaştırması şart.

Bu sırada CHP’de ise partinin yapısı altüst edilmiş, siyasi gündemi kendi iç çatışmalarıyla meşgul durumda. Parti, kendi içinde bile ciddi bir liderlik ve yön bulma krizi yaşıyor. Erdoğan'ın karşısında etkili bir alternatif sunma şansı zayıf.

Türkiye'nin karşı karşıya olduğu bu siyasi belirsizlikler ve iç çekişmeler, yalnızca Erdoğan'ın elini güçlendiriyor. Muhalefet, kendi iç düzenini sağlamadan ve halkın güvenini kazanmadan, Erdoğan'ın siyasi denkleminde sadece bir figüran olmaktan öteye geçemeyecek.

Önümüzdeki seçimler, sadece liderlerin kaderini değil, Türkiye'nin geleceğini şekillendirecek. Siyasi sahnenin karmaşası içinde, halkın gerçek sesini duyuracak liderlerin ortaya çıkıp çıkmayacağı ise belirsizliğini koruyor.

 

Sadık ÇELİK

[email protected]