Kritik Trump-Zelenski Zirvesinin Perde Arkası: Güç Oyunları, Bir Kez Daha Kürt Açılımı ve Edip Akbayram’ın Ardından…

Hafta boyunca gündemi sarsan Trump-Zelenski görüşmesinde her hamle kritik, her söz hesaplı gibiydi. Önce olan biteni hızlıca özetleyelim.
Trump bir tüccar mantığıyla üst perdeden oyunu açıyor ve nadir elementler talebiyle oyunun rengini baştan belli ediyor. Zelenski de aslında Trump’la görüşmeye barış odaklı değil de daha çok iç politika odaklı gittiğini ve Ukrayna halkına "Onursuz bir anlaşmaya imza atmadım,” mesajı vermek istediğini gösteriyor. Bağımsızlık ve ulusal onur savunucusu olarak yükselmek istiyor… Trump ise paralel evrende Zelenski’yi neredeyse 3. Dünya Savaşı çıkartmakla suçluyor… Aslında böylece Rusya'nın müzakere pozisyonunu destekleyen bir tavır sergiliyor.
Oyunun sonunda Trump Zelenski’ye, barışa hazır olduğunda tekrar gelmesini söylüyor ve perde kapanıyor…
Trump, istese bu tartışmayı kesebilirdi fakat o ve yardımcısı Vance, kışkırtmayı, yani krizin devam etmesini, tırmanmasını tercih ediyor. Çünkü burada asıl mesele, krizi arzulamak, krizden beslenmek…
Daha sonra Elon Musk sahneye çıkıyor ve "Trump ABD'nin başkomutanıdır," diyor; Zelenski’nin kendini yok ettiğini de ekliyor. Musk, Trump'ın politik ve ideolojik savaşında bir nevi keskin kılıcı olarak görev yapıyor. Bu sırada Musk'ın Amerikan kamu yönetimine adeta bir kayyum gibi atandığı, bütün önemli kurumları didik didik ettiği ve Amerikan müesses nizamıyla adeta alay ettiği konuşuluyor. Amerika’nın en kozmik odalarına girip her yeri, her kurumu, her görevliyi inceliyor, didik didik ediyormuş. Şu ana kadar Amerika’da 100 binin üzerinde kamu görevlisinin istifa ettirildiği veya kovulduğu konuşuluyor.
Musk ve Trump'ın, tüm bu agresif tavırlarına karşılık Cumhuriyetçi Parti'nin ileri gelenlerinden de, senatörlerinden de ses çıkmıyor… Çünkü karşılarında, hem sosyal medya gücü hem de ciddi finansal araçlarla donatılmış bir yapı var… Musk tüm bu gücünü bir tüccar, yeni yetme bir kovboy mantığıyla, Amerikan kamu kurumlarını “hizaya sokmak” üzere kullanıyor…
Trump ve Musk'ın, kendi ajandalarını ilerletmek adına nasıl bir güç oyunu sergilediklerini anlamak, bu tür diplomasi trafiğinin perde arkasını daha iyi kavramamızı sağlayacaktır.
BÜYÜK RESİM
Zelensky-Trump meselesini ele alırken, Doğu Avrupa'daki jeopolitik dinamikleri anlamak esas. Rusya'nın 2014 yılında Kırım'ı ilhak etmesi ve 2022’de başlayan Ukrayna'ya yönelik geniş çaplı askeri harekat, özellikle Dinyeper Nehri'nin doğusu gibi bölgelerde yoğunlaşıyor. Bu bölgeler, tarih boyunca çeşitli etnik grupların yurdu olmuş ve karmaşık demografik yapılarıyla biliniyor.
Rusya ve Ukrayna arasındaki sınır bölgelerinde yaşanan gerilimler, Ukraynalıların Rus köylerine öteden beri tacizde bulunması ve bu tacizler, çatışmalar bahane edilerek Putin tarafından Ukrayna’ya yönelik başlatılan geniş çaplı işgal harekatı…
Ukraynalılar cesur ve intikamcı bir halktır; Rusların, topraklarını işgalini hazmedemiyorlar. Buna karşı kayda değer bir direnç gösteren Ukrayna, bölgenin verimliliği ve stratejik önemi nedeniyle Rusya'nın hedefinde yer alıyor. Rusya buraları kendi bahçesi olarak konumlandırmaya çalışıyor. Bölge, yüksek verimli alanlar ve alüminyum, bakır, pilatinium, nikel (ki bu değerli madenler özellikle elektrikli araçların bataryalarında kullanılan değerli hammaddelerdir ancak Amerika'da yeterince bulunmamaktadır. Rusya ve Ukrayna gibi Çin topraklarında ise zengin rezervler vardır. Dolayısıyla elektrikli araçların giderek önemini arttırdığı teknoloji çağında Amerika’nın bu alanda Çin’le rekabet edebilmesi için stratejik değeri yüksek olan söz konusu rezervlere sahip olması önemlidir.) gibi değerli maden yataklarına ev sahipliği yapıyor. Dolayısıyla Rusya'nın bu bölgelere yönelik saldırıları, sadece sınır güvenliği bahanesiyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda değerli madenleri ele geçirme ve Karadeniz'e erişim gibi daha büyük stratejik hedefleri de kapsıyor.
Trump - Zelenski görüşmesinde de Trump’ın görüşmeye, nadir elementler ve değerli madenler talebiyle başlaması, bu toprakların stratejik ve ekonomik değerinin altını çiziyor.
Büyük resimde tüm bu yaşananlar, Doğu Avrupa’daki önemli güç mücadelesinin yansımaları olarak okunabilir.
***
Zelenski-Trump görüşmesinde perdenin gerisindeki asıl mesele ABD ile Rusya’nın normalleşmesi. Ukrayna, burada sorununun bir alt başlığından ibaret…
Batı'nın Rusya'nın Ukrayna işgaline vermiş olduğu tepkiler kayda değer olmasına rağmen, aslında Batı'nın savunma sistemlerinin Amerika'ya olan bağımlılığı bu tepkinin sınırlarını çiziyor.
(Bu noktada Amerika’nın geçmişte Irak, Kuveyt ve Afganistan'da gerçekleştirdiği işgaller geliyor insanın aklına. Yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesi… Bunlara karşı Batı'dan ciddi bir kınama sesi bile yükselmemiş olması… Rusya Ukrayna’ya girdiğinde ise seslerin en yüksek perdeden çıkmaya başlaması… Batı'nın çifte standardının açık bir göstergesi…)
Biden yönetimi, Ukraynalılarla daha fazla dayanışma içindeyken, Putin ve Rusya'ya karşı izolasyon politikaları benimsedi. Bu politikalar, sadece akreditasyon kısıtlamaları ve elçiliklerin kapatılması şeklinde değil, aynı zamanda İngiltere ve diğer Avrupa bankaları ile Amerika’nın, Rusya'nın finansal varlıklarına el koyması şeklinde de kendini gösterdi. (Hatta İngiltere'nin, Ukrayna'ya "yardım" adı altında sunduğu finansal desteklerin bir kısmının Rusya'nın dondurulmuş paralarından geldiği de biliniyor.) Bu yaptırımlar ve tecrit politikaları, Putin'i anlaşmazlık noktasında daha da köşeye sıkıştırdı ve uluslararası arenada manevra alanını ciddi şekilde daralttı, onu yalnızlaştırdı. Putin tecrit edildi ve onun için bir “mağdur” elbisesi de kendiliğinden biçilmiş oldu… Uluslararası sahnede onun izole edilmiş bir figür olarak algılanmasını pekiştirdi.
Bu karmaşık tablo içinde, Ukrayna'nın NATO'ya üyeliği gündeme getirildi… İsveç, Finlandiya gibi Baltık konseyi ülkelerinin ittifaka dahil oluşu, aşağıda zaten Zelenski, İngiliz uzun menzilli füzeleriyle, Alman tanklarıyla saldırıyor… Tüm bunlar Rusya’yı adeta startejik bir kuşatma altına alan, daha da izole eden ve Putin'i kışkırtan faktörler arasında.
Bu sırada Trump da sözde kendi mağduriyetini yaşamıştı. Mahkeme kapılarında süründürülmüş, itibarsızlaştırılmıştı. Hak etmedi mi… Belki de fazlasıyla… Ama yönetimi sırasında maruz kaldığı hukuksal ve siyasi baskılar, onun Amerikan siyasetindeki mağdur imajını güçlendirdi…
Tabii bunların hiçbiri ne Rusya’yı ne de Amerika’yı mazur gösterebilir…
KISSADAN HİSSE…
Trump'ın mağduriyet naralarıyla süslenen siyasi kariyeri, nihayetinde onu yeniden Beyaz Saray'a taşıdı. Putin ise dünya sahnesinde dışlanıp izole edilmiş bir figür olarak kalmıştı. Şimdi, sanki iki mağdur ruh birbirine doğru yelken açıyor; mağduriyetlerini bir kalkan gibi kullanarak. Bu durum, mağduriyetin manipülasyonunu en iyi anlayan bizler için yabancı bir senaryo değil; ne de olsa mağduriyet, çoğu zaman kolaylıkla bir iktidar ve bir sömürü aracına dönüşebiliyor.
***
Kasım ayında yapılan seçimlerde Trump’ın yeniden başa geçmesiyle birlikte, bir filin züccaciye dükkanına girmesi gibi, her şeyin altı üstüne geliyor. ABD'nin dış politikada izlediği yol bütünüyle değişiyor. Trump, göreve geldikten sonra, Biden yönetiminin başlattığı pek çok politikayı tersine çeviriyor bu da uluslararası ilişkilerde yeni gerilimlere yol açıyor.
Amerika'nın Ukrayna'ya sağladığı maddi desteğin, özellikle Demokrat Parti'nin kontrolündeki dönemde parti çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanıldığı iddiaları güçlüydü… Trump, bu politikaların tam tersini uygulayarak, Batı ile olan ilişkilerde daha saldırgan bir pozisyon aldı. Özellikle Biden ile işbirliği yapmış Batılı liderlere karşı sergilediği intikamcı tavır, onun uluslararası politikada izlediği agresif stratejinin bir göstergesi oldu.
Trump’ın yaptıkları, gerçekten de bir tür intikam alma olarak okunabilir. Belki kendisini mahkeme kapılarına iten Biden’a karşı, belki Biden’la iş tutan batıya karşı, veya başkanlığının 2016-2020’yi kapsayan ilk döneminde kendisinin alay konusu haline gelmesinin, yeterince entelektüel bulunmamasının, hor görülmesinin, aşağılanmasının, belki de kulağına yediği merminin ya da Amerikan başkanlığında verdiği molanın, fetret devrinin intikamı… Trump dünyaya “haddini bildiriyor.”
Sonuç olarak Trump ilk günden itibaren dünyanın sinir uçlarıyla oynamaya başladı. Günde birkaç dünya lideriyle görüşüp ayar veriyor. Zelenski görüşmesi de bunun bir göstergesiydi.
Bu sırada Trump ikinci kez seçildikten sonraki ilk kongre konuşmasını yaptı ve deyim yerindeyse esip gürledi.
"Amerika geri döndü,” diyen Trump, 6 haftada 100 kararname imzaladığını vurguladı. Diğer ülkeler tarafından “kazıklanma” hissine son vereceğini ve kendilerine vergi uygulayan ülkelere aynı şekilde yanıt vereceğini belirtti. Yeşil Anlaşma’yı dolandırıcılık olarak nitelendirdi ve iptal ettiğini açıkladı. “Yozlaşmış” olarak nitelediği Dünya Sağlık Örgütü ve “ABD düşmanı” olarak nitelediği BM İnsan Hakları Konseyi ile olan bağları kopararak Amerika'nın çıkarlarını öncelediğini ifade etti. Hayata geçirdiği politikalarla, çoğunu “hırsız, katil” olarak etiketlediği illegal göçmen sayısını tarihin en düşük seviyesine çektiğini söylerken, Biden'ı ise “tarihin en kötü başkanı” olarak nitelendirdi. Demokratların politikalarını tersine çevirerek, istihdam sağlayan yabancıları ülkeye çekeceğini ve borcu azaltacağını belirtti. Ayrıca, 5 milyon dolar karşılığında vatandaşlık satışı yapılacağını ve bu adımlarla enflasyonun düşürüleceğini ifade etti.
Trump konuşmasında, Zelenski ile olan tartışmalı görüşmesine de değinerek, Zelenski’den bir mektup aldığını ve onun artık ABD ile anlaşmaya hazır olduğunu, nadir elementler, değerli madenler üzerine bir anlaşma imzalamaya istekli olduğunu, ayrıca Rusya’nın da barışa hazır olduğunu açıkladı.
Bu performans, Trump’ın liderlik tarzının, beklenenin de ötesinde cesur, gözü kara, enerjik ve kararlı bir şekilde ilerleyeceğinin altını çizmesi açısından önemliydi. Önümüzdeki dönemde ABD’yi ve dünyayı bol adrenalinli günlerin beklediğinin net sinyalleri…
***
Bugün gelinen noktada Amerika'nın, Rusya'nın hassasiyetlerine öncelik veren bir role bürünmesiyle ABD'nin politik ekseninde gözle görülür bir değişim yaşanıyor. Gözlemciler bu durumu ABD'nin fiilen Rusya-Çin safına geçtiği şeklinde yorumluyor., uluslararası siyaset sahnesinde yeni bir yönelimi işaret ediyor. Trump yönetiminin, Çin ve Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini göz önünde bulundurduğumuzda, Putin ile daha sıkı ilişkiler kurma eğilimi belirginleşiyor. Bu durum, Amerika'nın global stratejilerinde önemli bir dönüşümün habercisi.
Amerika'nın bu yeni politikası, ironik bir şekilde kendisini daha yalıtılmış bir pozisyona sürüklüyor.
Avrupa'nın büyük güçleri; Almanya, Fransa, Polonya ve İngiltere gibi ülkelerle ilişkiler geriliyor.
Diğer yandan, Çin'in Tayvan'a yönelik artan tehditleri ve bölgesel gücünü pekiştirme çabaları, global güvenlik dengesini daha da karmaşık hale getiriyor. Çin'in silahlanma politikaları, toprak altına gömdüğü iddia edilen nükleer silahları ve savaşa hazırlandığı iddiaları, Asya-Pasifik bölgesindeki istikrarsızlığı tetikliyor.
Ayrıca, ABD'nin savaş kışkırtıcılarının, savaş endüstrisinin İran'a yönelik saldırı çağrıları ve İsrail'in güvenliğini sağlama adına ve bu bahaneyle bölgeye müdahale etme, “çökme” arzuları var bir yandan da…
Yani özetle dünya vitesi boşa almış, yokuş aşağı gidiyor…
***
Trump-Zelenski tartışmasına dönersek; Beyaz Saray tarihinde belki de ilk kez bu denli büyük bir kavgaya şahit oldu. Bu, diplomasi tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir.
Egemenlik ilkesinin çiğnenmesi, sadece Ukrayna'yı değil, tüm uluslararası camiayı etkiliyor. Bu açılan gedikler, eski kıtanın ruhunu ve uluslararası hukukun temellerini sarsıyor.
İşte bu, global siyaset sahnesinde devletlerin nasıl manipüle edilebileceğinin ve uluslararası normların nasıl altüst edilebileceğinin çarpıcı bir örneği oluyor. Devletlerin ve liderlerin mağduriyetleri, ne yazık ki çoğu zaman güç kazanmak için bir basamak olarak kullanılıyor. Bu durum, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin habercisi olabilir: Egemenlik ve eşitliğin eriyip, baskın güçlerin keyfi kararlarının hüküm sürdüğü karanlık bir çağ…
AVRUPA’NIN KONUMU
Zelenski'nin Beyaz Saray'dan kovulmasının ardından, Avrupa Birliği ülkeleri peş peşe destek açıklamalarında bulundu. Polonya, İspanya, Almanya gibi ülkeler, Ukrayna'nın yanında olduklarını vurguladılar. Trump'ın davranışlarına yönelik ise sessiz kaldılar.
Avrupa kendi iç sorunlarıyla ve birleşik bir cephe oluşturmanın zorluklarıyla boğuşuyor.
Trump'ın İngiltere, Fransa ve özellikle Macron'u eleştirmesi Avrupa siyasetini daha da karmaşık hale getiriyor.
Almanya'da sosyal demokrat partinin iktidardan ayrılması ve muhtemel yeni başbakan Friedrich Merz'in Amerikan yanlısı politikaları, “Avrupa kendi bacağından asılmayı öğrenmeli,” şeklindeki açıklaması, Avrupa'nın savunma stratejilerinde yeni bir dönemi işaret ediyor olabilir.
Yani Avrupa’nın Ukrayna’ya ve Zelenski’ye arka çıkan açıklamalarının altı biraz boş gibi…
Bu arada, Macron'un Élysée Sarayı'nda Avrupa Birliği ve İngiltere Başbakanı Keir Starmer'ın da katıldığı bir zirve düzenlemesi, Avrupa'nın bu yeni savunma dinamiğini tartışmak için bir araya geldiğini gösteriyor.
Tüm bu gelişmeler ışığında, Avrupa'nın yeni savunma stratejisinde sadece AB ülkeleri değil, Türkiye, Norveç ve Kanada gibi diğer ittifak üyeleri ile iş birliği yapmanın kaçınılmaz olduğu belirtiliyor.
Dünyada tüm bunlar yaşanırken en kıs kıs gülen, belki de kazançlı çıkan tek taraf Putin’dir herhalde…
Bu süreçte, Zelenski'nin İngiltere Kralı Charles tarafından kabul edilmesi ve kralın Zelenski'yi bağrına basması oldukça dikkat çekici. Özellikle İngiltere'nin, Avrupa Birliği ve Amerika arasındaki gerginliklerde arabuluculuk rolü üstlenmesi konuşulur ve beklenirken, bu karşılama, İngiltere'nin bölgedeki politik pozisyonunu ve etkisini güçlendiriyor gibi.
Avrupa'daki liderlik boşluğu ve ABD ile Ukrayna arasındaki devam eden gerginlik, Trump’ın Ukrayna’ya silah yardımını bütünüyle kesmesi, Türkiye'nin uluslararası arenadaki rolünü daha da önemli bir hale getiriyor. Rüzgar bir kez daha iktidar ve Erdoğan’dan yana esiyor. Dış politika açısından son derece şanslı ve verimli bir dönem… Türkiye stratejik bir arabulucu ve kilit oyuncu olarak öne çıkıyor. Özellikle Avrupa'nın yeni savunma stratejileri kapsamında, AB'nin sınırlarını aşan bir iş birliğinin gerekli olduğu vurgulanıyor. Bu çerçevede, Türkiye, Norveç ve Kanada ile yapılan iş birliklerinin, bölgesel güvenlik ve siyasi dengeler açısından kaçınılmaz olduğu belirtiliyor. Türkiye, Avrupa ve genel olarak Batı ile ilişkilerinde stratejik bir köprü görevi görüyor. Avrupa'nın güvenlik ve istikrar açısından Türkiye'ye olan ihtiyacı belirginleşiyor.
Bu süreç, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne kabul edilmesi yolunda önemli bir eşiğin aşılması için gerekli zemini hazırlıyor…
Türkiye, Avrupa için kilit bir oyuncu olmanın yanı sıra, sıklıkla göz ardı edilen ancak stratejik değeri yüksek bir Amerika ortağıdır. Trump’ın ikinci döneminde, bu önemli ortaklığın daha da belirginleşerek ağırlık kazanması bekleniyor.
(Bu noktada özellikle El Şara’nın, İsrail'in, Türkiye'nin ve Amerikanın gözetiminde ve desteğiyle Esad'ın yerine iktidara gelmesinin, Türkiye'nin bölgesel güç olarak etkisini pekiştirdiğini de not etmek gerekir.)
SİLAHLAR GERÇEKTEN BIRAKILIYOR MU…
Dünya gündemine yetişilememesi gibi ülke gündemine de yetişmek mümkün olmuyor…
Kürt meselesi kartı açılmıştı bir süredir. Öcalan’ın çağrısı üzerine Kandil'in "silah bırakma" ve "örgütün feshedilmesi" yönündeki önerilere koşullu ateşkes ilan etmesi, çatışmanın yarım asrı aşkın süredir devam eden kanlı tarihinde gerçekten bir dönüm noktası olabilecek mi…
Sürecin gerçekten başarıya ulaşabilmesi için o kadar çok zorluk var ki… Süreç boyunca yapılan çeşitli pazarlıkların bir parçası olarak Öcalan'a yurt dışına çıkma teklifi sunulmuş. Ancak Öcalan, burasi benim vatanım, burada ölmek isterim, diyerek bu teklifi reddetmiş…
Öcalan’ın örgüte silah bırakma çağrısı yeni değil; daha önce de bu yol birkaç kez denenmişti ancak başarıya ulaşamadı. Bu yolda Dolmabahçe’de masalar kuruldu, sonra o masa Erdoğan tarafından dağıtıldı. Dağıtılırken masanın bir tarafındaki pek çok kişi tutuklandı, Erdoğan'ın kendi partisinden bazı isimler siyaset dışına sürüldü. Hatta o gün siyaset dışına itilenler, bugün hala siyasete dönemeyecek durumdalar.
50 yıldır canlarını kanlarını keybeden onca insanın varlığı yadsınabilir mi… Yüreklerin gerçekten soğuması mümkün olabilir mi… Peki dağdakiler nasıl yeniden sivil hayata entegre olacak, siyasi süreçlere nasıl katılacak? On binlerce suça bulaşmış insan var, bunların statüsü ne olacak? Halihazırda ceza almış olanlar ne olacak… Çok geniş çaplı ve aydınlatılması, çözüme kavuşturulması gereken büyük sorunlar…
Bu soruların cevapları belki de (her ne kadar DEM’li vekiller öyle bir şeyin olmadığı yönünde açıklamalar yapsalar da) Öcalan ile devlet arasındaki pazarlıklarda gizlidir… Ki bu pazarlıkların Öcalan’ın denetimli olarak yurt içinde seyahat edebilmesi veya İmralı’da ikamet etmeye devam etse de istediği kişilerle orada görüşmesine izin verilmesi gibi maddeleri kapsadığı da konuşulanlar arasında.
Öcalan'ın parlamentoda tartışılmasını istediği yasal çerçevenin, anayasal değişiklik gerektirmesi ve bu değişikliğin belki de Erdoğan'a bundan sonraki dönemlerde cumhurbaşkanlığı veya başkan adaylığı konusunda seçilme hakkı tanıyacak olması, işleri karmaşıklaştırıyor. Bu, Erdoğan için 1, 2 ya da 3 dönem, hatta sınırsız olarak aday olabilme ve hayatının sonuna kadar bu makamda kalabilme kapısını açabilir.
Süreç, çelişkiler ve paradokslarla dolu bir tablo adeta. Örneğin, süreci yönetmesi beklenen Ahmet Türk'ün yerine kayyum atanmış durumda ve kendisi yargılanıyor. Diğer yandan, Selahattin Demirtaş yıllardır hapiste tutuluyor. Ayrıca, PKK'nın üst düzey yetkililerinden birinin bir iki gün önce öldürülmesi, sürecin ne kadar karmaşık ve ikircikli olduğunu gösteriyor. Bu durum, barış sürecinin belirsizlikler ve zıtlıklar içinde ilerlediğine dair net bir örnek teşkil ediyor.
Bu arada DEM'in İmralı'dan sonra yaptığı basın toplantısını Kürtçe açması, Türkiye'nin resmi dil politikaları açısından tartışmalı bir durum yarattı ve Cumhuriyet’e saygısızlık olarak da yorumlandı.
Kandil’den gelen açıklamaların YPG ve PYD’yi kapsayıp kapsamadığı yönünde farklı görüşler var. Örneğin Sırrı Süreyya Önder, kuzey Suriye'dekilerin de bu silah bırakma çağrısına uyacaklarını ve bu süreç için gerekli hukuki, teknik alt yapıların hazırlanacağını belirtiyor. Yani, bu çağrının bölgedeki tüm grupları kapsadığını ifade ediyor.
( Ayrıca Sırrı Süreyya Önder, Devlet Bahçeli'ye olan güvenini özellikle vurgulayarak, idealize edici ifadeler kullanıyor. Ancak Bahçeli'nin geçmişteki tutumlarına ve açıklamalarına bakıldığında, Önder'in bu güvenini paylaşmanın gerçekten zor olduğu görülüyor… Özellikle Sinan Ateş ve benzeri meselelerde sergilediği tutumlar, Bahçeli'nin ikiyüzlü ve çelişkili davranışlar içinde olduğunu ortaya koyuyor. Bu yüzden, Önder'in ifadeleri, gerçekliği yansıtmaktan ziyade bir idealizasyon gibi duruyor.)
Peki Amerikan silahlarıyla donatılmış durumda olan PYD ve YPG, hangi silahları bırakacak? Amerikan menşeli silahları mı?
Zira bu çağrıdan sonra Salih Müslim ile yapılan bir röportajda da Müslim, kendilerinin savunma sisteminin Türkiye’ye karşı olmadığını, muhattaplarının başka olduğunu söyleyerek aslında bu çağrısnın kendilerini pek de kapsamadığına yönelik mesajlar veriyor…
Açıklamalar ve yorumlar ne yönde olursa olsun, Abdullah Öcalan’ın çağrısının ve devletle masaya oturulmasının Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi etkileyeceği aşikar. Eğer bu süreç olumlu sonuçlanırsa, bölgedeki dengeler değişecek, taşlar yerinden oynayacak ve yeni duruma göre bölge yeniden şekillendirilecektir.
Ancak YPG ve PYD, bu süreçten bağımsız olarak Suriye'nin kuzeyinde bir Kürt varlığını pekiştirmeye çalışıyor. Orada, ABD desteğinde silahlı bir PYD-YPG gücü bulunuyor. Başer Esad döneminde de Suriye, petrolünü bu bölgeden parayla satın alıyordu, bugün de sistem aynı şekilde çalışmaya devam ediyor. PKK’nın baba Esad’dan beri en büyük destekçisi ve hamisi Suriye idi. Bugün de bu durum aynı şekilde devam ediyor. El- Şara yönetimiyle kuzey Suriye’deki yapılanmanın uzlaşı içerisinde olduğu biliniyor. Bölgede adeta bir Kürt devletinin kuruluyor olması ve ABD'nin bu yapılanmalara olan desteği, bölgesel dinamikleri iyice karıştırıyor.
ABD'nin, Öcalan'ın çağrısını olumlu karşılaması ve "Masaya oturup konuşun" şeklindeki tavsiyesi, Türkiye'nin hem iç hem de dış politikada zorlu bir diplomasi sürecine girişeceğinin sinyallerini veriyor. ABD'nin, Gazze ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi daha büyük çapta öncelikleri var, bunlara odaklanmak istiyor.
Türkiye’deki PKK meselesi İrlanda, İspanya veya Güney Afrika’nın deneyimleriyle benzerlik gösteriyor olabilir. Ancak Türkiye'nin karmaşık coğrafi, politik ve sosyolojik yapısı aynı zamanda bu kıyaslamayı oldukça zorlaştırıyor. Türkiye'nin çok katmanlı sosyal dokusu ve stratejik coğrafi konumu, bizdeki uzlaşı sürecini kısıtlayan, sınırlayan faktörler arasında. Bu koşullar, Türkiye'deki barış sürecinin, İspanya'daki ETA veya İrlanda'daki IRA'nın deneyimlerinden farklı bir yol izlemesine neden olabilir.
Mandela'nın 26 yıl hapis yattıktan sonra Güney Afrika'nın devlet başkanı olarak seçilmesi veya İngiltere ile IRA'nın onlarca yıllık müzakereler sonucu barışa ulaşması, uluslararası alanda nadir rastlanan örneklerdir.
Öcalan için bu tür bir gelecek hayal etmek, Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal gerçeklikle pek örtüşmüyor. Öcalan'ın ne düşündüğü ve hangi pazarlıkları yürüttüğü, büyük ölçüde Türkiye'nin iç politikasının hassas dengeleri ve bölgesel jeopolitik dinamikler tarafından şekillendiriliyor.
Bu süreç, Öcalan ve PKK'nın uzun vadeli hedefleriyle de yakından ilintili. Barış sürecinin başarıya ulaşabilmesi için, Türkiye'nin hem iç hem de dış politikada izleyeceği stratejiler, Türkiye'nin toplumsal yapısının bu tür bir değişime hazır olup olmadığı gibi çeşitli faktörler büyük önem taşıyor.
Özetle, Öcalan'ın rolü ve müzakere sürecinin geleceği, sadece tarihsel ve ideolojik bağlamlarla değil, aynı zamanda Türkiye'nin güncel politik ve sosyolojik realiteleri ile de sıkı sıkıya bağlantılı.
***
Bu arada sürecin başından beri Devlet Bahçeli bu meseleye kişisel bir yatırım yapmış görünüyor; "Ben bu işe gövdemi de, rüştümü de koydum," diyerek süreci bireyselleştiriyor. Erdoğan ise uzattığımız el havada bırakılırsa veya ısırılırsa demir yumruğumuzu havada tutuyoruz, şeklindeki sözleriyle barış sürecine dair ciddi bir tehdidi ortaya koyuyor. Öte yandan, Devlet Bahçeli'nin Selahattin Demirtaş'ı arayıp, sürece katkısından dolayı teşekkür etmesi (Selahattin Demirtaş, 2012'lerden itibaren, özellikle siyasi bir figür olarak o dönemki HDP'nin oylarını artırıp, parlamentoda en yüksek temsil kabiliyetine ulaşmasını sağlayan kilit bir siyasetçi olmuştur. Hatta Erdoğan'a açıkça "Seni iktidar yapmayacağım,” diyerek meydan okumuş, bu yüzden Erdoğan'ın özel kinine maruz kalmış ve sonuçta hapisle sonuçlanan süreçlere sürüklenmiştir. Ancak bu sürecin başarılı olması için, Bahçeli'nin Demirtaş ile iletişime geçmesi, büyük hamlelerin bir yansıması olarak görülebilir) bu ülkeye birlikte demokrasiyi getireceğiz, benzeri açıklamaları, milliyetçiliğin parlamentodaki en sert temsilcisi Bahçeli ile Kürt halkını parlementoda temsil eden en güçlü parti DEM arasındaki bu sürpriz işbirliği, her iki tarafın da ciddi bir risk aldığını gösteriyor.
Erdoğan daha temkinli bir yaklaşım sergiliyor, kenarda, mümkün mertebe sıfır noktasında durmayı tercih ediyor. Eğer sonuçlar olumlu olursa, başarıyı sahiplenmek için öne çıkacak; ancak süreçte aksamalar yaşanırsa, "Ben yoktum, bana rağmen bu süreç işledi," diyerek mesafeli duruşunu koruyacak. Bu, Erdoğan'ın süreci yönetme şeklindeki stratejik ve hesaplı davranışını yansıtıyor.
Sonuç olarak, önümüzdeki haftalar ve aylar boyunca gerek içerideki barış masasına, gerekse Trump’ın keskin açıklamalarına ve tabii Avrupa’nın toparlanma gayretine dair adeta bir haber yağmuruna tutulacağımız kesin.
Bu politik fırtınada şemsiyelerinizi yanınıza almayı unutmayın.
GİDENLERİN ACI TÜRKÜSÜ: EDİP AKBAYRAM
Yüreğinden kopup gelen ve insanın içine işleyen o sesin ve unutulmaz yorumların sahibi Edip Akbayram'ı kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz. Yol gösterici kişiliği ve gönül tellerimizi titreten sesiyle, bu ülkenin acılarının tercümanı olan, bu halkın bizzat türküsüne dönüşmüş güzel insan; ışıklar içinde uyu, nurlar içinde yat.
Mücadeleyle, direnişle, dimdik duruşu ve sarsılmaz Atatürkçü kimliğiyle sürdüğü devrimci koca bir ömür… İlkeleri, Cumhuriyeti, Atatürk devrimleri mevzu bahis olduğunda, sesiyle de, sözüyle de, cismiyle de tam orada bulunmakta bir an olsun tereddüt etmeden geçen bir ömür…
Edip Akbayram için düzenlenen törende kızı Türkü’nün söylediği gibi; ne söylesek onun bu coğrafyaya kattığı değerden daha anlamlı olmayacak, eksik kalacak. Ne söylesek onun yüreğini anlatmaya yetmeyecek…
Yine Livaneli’nin söyldiği gibi; yaşarken de, bu dünyadan göçerken onun üzerine en ufak bir leke düşmedi. Onun sanatı da, kişiliği de, mirası da zamanın ötesine geçecek ve ebediyen parlamaya devam edecektir.
Bundan sonra hep güzellikler, hep güzel günler gör Edip Akbayram, motorları sonsuza dek maviliklere sür…
“Bu giden kardeşimin türküsüydü
Arkadaşlar bakmayın gözlerime
Bu milyonların gerçek öyküsüydü”.
***
Çok kıymetli Prof. Dr. Talat Kırış Hoca’ya, yaşadığı sağlık sorununu geride bırakması vesilesiyle uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum. Beyin cerrahisi alanındaki başarılı çalışmaları ve demokrat, çağdaş, Atatürkçü kişiliğiyle ilham kaynağı olan Hoca'ya en içten dileklerimle sağlık ve huzurlu günler temenni ediyorum.
Sadık ÇELİK