Muhalif. Özel - Erdem Beliğ Zaman
Sanki diğer müzik türleri sanat değilmiş gibi çoğu kişinin Türk Sanat Müziği ismiyle telaffuz ettiği Klasik Türk Mûsıkîsini bir benzetmeyle anlatmam istense bu “gamlı bahçe” olurdu. Çünkü birkaç eser dışında bu mûsıkînin ruhuna gam sinmiştir. Gam o denli işlemiştir ki Klasik Türk Mûsıkîsine; güfteler adeta talihten, dünyadan, hayattan şikâyetin; ilenmenin, ah etmenin manzum mektubu haline gelmiştir. Ezkaza sözler mutluluk belirtse dahi bu sözleri besteler ağlatmıştır. Hatta bir dönem insanları devamlı gama sevkettiğinden ötürü bu mûsıkî yasaklanmıştır da!
Bahçe gamla dolu da olsa, ne bülbüller uğramıştır bu bahçeye bir bilseniz? Hafız Sami ve Hafız Şaşı Osman Efendilerin bu bahçeden çıkan şakımaları hâlâ gökkubbeye takılı kalmıştır! Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Mualla Gökçay, Sabite Tur Gülerman, Perihan Altındağ Sözeri Hanımların ah edişleri kalpleri inletmiştir! Münir Nurettin Selçuk, Kalamış’tan bir tatlı huzur almış mıdır bilmem ama sesinin ulaştığı her yere bir değil bin tatlı huzur vermiştir! Bu gamlı bahçeyi halk nezdinde sevilir kılan tüm bu bülbülleri olmuştur. Fakat bu bülbüller de birer, ikişer gamlı bahçeyi derdiyle baş başa bırakıp gitmişlerdir. Bahçenin bir kısmı parsellenmiş; gökdelen, plaza falan dikilmiştir… Bir kısmından Rap’e, Pop’a, Rock’a yol gitmiştir… Velhasıl gam bitmemişse de bahçe devri bitmiştir…
İşte gamlı bahçenin son bülbüllerinden olan Alâeddin Yavaşça’nın da uçuşuyla, bahçedeki ağaçların dallarının boşaldığını söyleyebilirim. Alâeddin Yavaşça’nın sanat kişiliğini, sanatkârlığını anlatacak ne bilgiye sahibim, ne de yere… Sadece Alâeddin Bey’in ben ve benim neslimdeki gençleri nasıl etkilediğinden bahsetmek istiyorum. Alâeddin Yavaşça; kendi kültürüne yabancı olmayan, ağırbaşlı yetişen, hisli, Arabesk’i sevmeyen, muhafazakârlığın kalıplarına sıkışıp kalmayan neslimin gençlerinin (80 sonrası nesil) fenomeni olmuştur…
Öyle ya, doğduğumuz yıllar ebeveynlerimizin doğduğu yıllara göre çok daha baskıcı, çok daha farklı günlerdir. Üç kutuplu dünya, Sovyetlerin dağılışı ve emperyalizmin işgale varan saldırılarıyla tek boyutlu hale indirgenmiştir. Renkler gri, beyaz ve siyahtır… O hareketli parçalar ağır melankolinin sisinde kaybolmuştur… Devrin icabı ne gerekiyorsa o yapılmamalı diyenleri de bir umutsuzluk sarmış; çoğu nostaljinin o ağırbaşlı, vakur cezbine kapılıp gitmiştir.
Alâeddin Hoca’yı bu nostaljiye yol alan ruhî seyahatlerimden birinde tanıdım. Klasik ekolden yetişen, ancak; “Tuti-i mucize gûyemle”rin yanında “Boğaziçi şen gönüller yatağı”ları da okuyan bir aydınlık adamdı O… Ayrıca çok iyi bir tahsili vardı; doktordu. Hem okuldan yetişmişti, hem de okul gibi şahsiyetlerin sohbetinde bulunmuştu… Üstelik taşradan gelmişti. Tam bir Cumhuriyet nesli çocuğuydu… Gericiliğe yönelten muhafazakârlardan değildi. Hafız Sadettin Kaynak’ın da talebesiydi, ilk defa frakla konser veren Münir Nurettin Selçuk’un da… Lisedeki kısıtlı okumalarıyla hayalinde Doğu-Batı sentezi kuran gençler için O’ndan iyi bir idol olabilir miydi? Bizler dayatmaların evlatlarıydık; istemediğimiz okullarda okuyor; isteklerimizi sadece ileride bir gün hobi olarak mesleğin yanında yapma şiarıyla yetiştiriliyorduk. Alâeddin Hoca da hekimdi, hem de iyi bir hekim. Bestekârdı da, muazzam bir bestekâr! Sırf bu özelliğinden dolayı bile bizce cümle takdire şayandı…
Üniversiteye hazırlık yıllarımda tanıdığım Klasik Türk Mûsıkîsini seven gençlerin hemen hepsi mûsıkî sevgilerini Alâeddin Hoca’dan almışlardı… Tam Batılı, iyi bir okulu kazanan, bunun yanında da muhafazakârlığa düşmeden kendi kültürüne bağlı kalmaya çalışan sanatçı adayı gençlerdik. Önümüzde Alâeddin Yavaşça dışında fazla da bir örnek yoktu… O’nunla tanışmak için birbirimizle yarışır vaziyetteydik. Tanıştım da… Bana çocukluk kahramanıyla tanışan çocuk sevincini verdi. Sonra isminin de verildiği, oturduğu Vişnezade’deki sokaktan sırf Hoca’yı görmek için az geçmedim. Gördüm de… Hatta ayaküstü muhabbet bile ettik… Haliç Üniversitesi’nde ders verirken ziyaretinde bulundum, “Türk Mûsıkîsinde Kompozisyon ve Beste Biçimleri” kitabını imzalattım.
Gün geldi çok yakınındakilerden sayın Sinan Sipahi sayesinde davet edildiğim; Alâeddin Hoca’nın danışmanlığında her ayın son Pazar günü Pera Müzesinde yapılan Türk Müziği Konserlerinin sadık bir takipçisi oldum. Mûsıkî bilgimin neredeyse tamamını bu konserlere borçlu olduğumu söylesem bir yanlışlık etmiş olmam. Bu konserleri mükemmel Türkçesiyle sunan sayın Osman Nuri Özpekel’e de değinmeden geçmek istemem… Saz takımı, program; her şeyiyle harikaydı! Covid-19 virüsünün benden aldığı en güzel hatıralardan biri de bu konserler olmuştur. Keşke yeniden başlayabilse!...
Alâeddin Hoca neredeyse iki sene, danışmanı bulunduğu bu konserlere rahatsızlığı sebebiyle katılamıyordu. Zaman akıyor; yakaladığına yaşlılığın pençelerini takıyordu. Bir süre sonra Alâeddin Hoca tamamen doktor gözetiminde yaşamaya başladı.
Kaliteli bir ömür sürdü. Ülkemizde hakkı verilen nadir sanatçılardan biri olduğunu düşünüyorum. Yaşarken görülebilecek güzelliklerin, saygının, sevginin türlüsünü gördü. Ebedi rahata kavuşmuştur umuyorum. Başta eşi Ayten Hanım ve manevi evladı diyebileceğimiz Sinan Sipahi olmak üzere tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum.
Heyhat! Ne ağıt yak ne de ağla
Bülbüller öten gam dolu bahçe
Târih dedi tam, kalpteki hızla:
“Bu hız ki uçup gitti Yavaşça…” (1443)