İstanbul
Açık
12°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
35,7710 %0.06
37,3700 %0.1
102.035,59 %-0.458
3.176,35 0,01
Ara
Muhalif. KÜLTÜR SANAT Lemi Özgen yazdı: “Seni Anlamak Öyle Zor ki”…

Lemi Özgen yazdı: “Seni Anlamak Öyle Zor ki”…

...“Dokunduğun her şeye kendini koydun, içini verdin”...

Okunma Süresi: 4 dk

“Kızını iki saat kadar sürecek bir etkinliğe bıraktı. Eve gittiğine değmeyecek kadar kısa, kızını bekleyemeyecek kadar da uzun bir zaman vardı önünde. Yağmur çiselemeye başladı. Arabanın camına düşen yağmur damlalarını izliyordu.  Minik bir damla... Yavaş yavaş akıyor, camda minik de olsa kendine göre bir yol çiziyor, yolda onu bekleyen diğer damlacıkları da yanına alıp, gitgide büyüyordu. Sileceklerin aniden çalışmaya başlamasıyla kadın irkildi. Radyoda çalan eskilerden bir şarkı... Üniversite yıllarında beraber dinlediklerinden. O küçük öğrenci evinde, çay ya da kahve içerlerken, eskiciden aldığı ama asla eski demediği yeşil berjerde yan yana, sarmaş dolaş otururken. Bazen de Kenan’ın getirdiği güzel bir kırmızı şarabı içerken. Yine bu şarkı, yine yeşil berjer, aşkın olduğu zamanlar. Aşk...

Dokunduğun her şeye kendini koydun, içini verdin”.

 Bu şarkıyı en son nerede dinlemiştin diye sordu kendine. Biraz düşündü. Anımsayamadı. Nasıl bir anımsayamamaysa bu; işte dün gibi her şey aklındaydı. ‘Unuttum oyunu’ oynama dedi kendine. Unuttum oyunu...

Sahil yoluna çıktı.  Yol akşamın bu saatlerinde hep yoğun olmasına rağmen şimdi boştu. Deniz gündüzki sakinliğinden sıyrılmış, ürkütücü bir karanlığa dönüşmüştü. Yağmura kızan dalgalar, kıyıya çarpıp bembeyaz köpürüyordu. Denizin derinlerde sakladığı öfkesi şimdi suyun üstündeydi. Bir süre yağmurla dalgaların kavgasını izledi, sonra arabasını her zaman gittiği kafeye sürdü, yağmur daha da hızlanmıştı. Hatırladı... En son bu şarkıyı burada, Oğuz’la dinlemişti, keyifli bir sohbetin eşliğinde.

Arabadan hemen inmedi, arka koltukta yağmurdan korunabileceği bir şeyler aradı. Bulamadı. Kafasını kaldırdığında, kapısının yanında elinde siyah şemsiyesiyle bekleyen garsonu gördü. Yüzü gülüyordu, her zaman olduğu gibi. Çantasına uzandı, kitabı oradaydı. Adını bile bilmediği, derslere çok az giren, hep aynı sırada oturan, hep dalgın dalgın bakan ve hep bir şeyleri bekliyor olmaktan yorgun düşmüş bir öğrencisinden kalmıştı bu kitap ona.

Kitabı sıranın üstünde bulmuştu. Bu kitap uzun bir süre kadının üniversitedeki odasında sahibinin gelip onu almasını bekledi. Bir kere bile merak edip sayfalarını açmadı. Doktora tezinin hazırlandığı masada bu kitap gereksizdi. Kitabın sahibi olan öğrenciyse ortalarda yoktu. Kadın yine böyle yağmurlu bir günde, içine gömüldüğü tezinden kafasını kaldırdığında onunla karşılaştı. Mahcup hissetti kendini, kitaba uzandı. Birkaç sayfa okudu, derken tez için ayırdığı öğleden sonrası kitapla geçti. Hem çok iyi tanıdığı hem de hiç tanımadığı birisi vardı sanki yanında. Hem kendisiydi, hem değildi. O gün bu gündür onu yanından hiç ayırmıyordu.

Garson çocuk hala gülümsüyordu. Arabadan indi. Çocuk ıslaktı. Yağmurla denizin kavgasına bir de rüzgar katılınca şemsiye koruyamamıştı onu. Teşekkürü de içine eklediği, pek de anlaşılamayan bir özür diledi. Islanarak içeri girdiler. Her zamanki yerine oturdu. Yuvarlak, ham kütükten yapılmış masa, caddeye bakan köşeyi tek başına dolduruyordu. Islak çocuk, başka garsonlar olsa da şemsiyeyi bırakıp kadının yanına geldi, siparişi aldı, “bir de beyaz leblebi değil mi” diye sordu. Gülümseyerek kafasını salladı…”

Yok. Bu cümleler benim değil. Bunlar, geçenlerde Kadıköy’de dolaşırken görüp aldığım “Seni Anlamak Öyle Zor ki” kitabının yazarı Perihan Alagöz’ün cümleleri. Eve dönmek için bindiğim otobüste kitabı okumaya başladım. Daha ilk sayfalarda şaşırdım. Sanki Oğuz Atay’ın yayımlanmamış bir kitabını okuyor gibiydim.

Derken dipnotlara ilişti gözüm. Doğruydu. Perihan Alagöz, Oğuz Atay’ın ünlü “Tutunamayanlar” romanını bir başka bakış açısıyla ve yeniden yorumluyordu. “Tutunamayanlar”ı okuyan bir “tutunamayanın tutunma çabasını” anlatıyordu.

Ailesini küçük yaşta kaybetmiş, avuntuyu kitaplarda arayan bir kadın… Babasının terk ettiği, bunun onulmaz acısını, eksikliğini hep içinde taşıyan bir adam…

Bu iki “tutunamayan”, hayata birlikte tutunmayı başarabilecekler mi?

Kim bilir?...

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *