Muhalif Özel / Nursun Erel
Metin Uca ile Kanal D televizyonunda “bitişik masalarda” çalıştığımız için “komşu” diye hitap ederdik birbirimize… O zaman da “muzırlığı” yüzünden başı dertten kurtulmamıştı. Melih Gökçek’e “İ-Melih” diye hitap ettiği için hakkında açılan sayısız davayı mı söylesem? Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in “mal varlığının kuşkulu” oluşu iddiasıyla TBMM Soruşturma Komisyonu kurulduğunda yaptığı haberleri mi saysam?
“Komşuluğumuz sırasında beni ikide birde gülme krizlerine sürükleyen Uca, işte sık sık böyle “zülf-ü yare dokununca” pek çok işinden ayrılmak durumunda kaldı ama bizim komşu hiç boş durur mu? AKP kurulurken, tuttu “Tüh” diye bir kitap yazdı, tamam yazdı yazmasına da, sözüm meclisten dışarı, kitabını “klozet şeklinde” bastırıp vitrine koymak acaba nerden aklına geldi? İşte böyle bir cürette bulununca sonunda komşumun başına gelenler de geldi, adeta “kara listeye alındı” bütün işlerine set çekildi.
İşte yarın Ankara’da Şato Yazar’da sahneye çıkışını iple çekerken bir baktım bizim komşu tam da Ankara’ya gelmek üzere uçağa binecekken gözaltına alınmış. Telefon ettim:
-Komşu n’oldu sana yaa?
-Sorma komşum geçen yaz Edremit’te sahnelediğim bir oyun yüzünden…
-Eeee? Bunca zaman sonra mı? Ne dedin orada yine sen? Kime dokundun bakiiim?
-Valla aslında bir muhbir vatandaş sağolsun, orada kullandığım sözlerden rahatsız olup beni şikayet etmiş. Ben orada sözüm meclisten dışarı, Saray Sofralarını anlatıyordum tam…
-(Aaaaah! Benim sivri dilli komşum, işte baltayı tam orada taşa vurmuşsun, Saray Sofrası denir mi hiç yaa? Bari sofradakileri de saydın mı? Ejder meyvesini, manda yoğurdunu filan? Bunu içimden geçirdim ama Metin’e söylemedim…) Evet?
-Hani Diyanet İşleri Başkanlığının kabuklu-kabuksuz deniz ürünleriyle ilgili fetvaları filan var ya, hani karides, havyar filan mekruhmuş, yenmezmiş, günah olurmuş diyor ya… İşte Edremit’te ben Stefanos Yerasimos’un yazdıklarından yola çıkarak, bir tarihte Fatih Sultan Mehmet için (21 Ağustos 1473 günü) Saraya 20 kilo karides alındığını söylemiştim. Sonra da Diyanet İşleri Başkanına seslenmiştim: -Sana mı inanayım? Ecdadıma mı?- diye… İşte o muhbir vatandaş bu sözü benim söylediğim iddiasıyla beni şikayet etmiş.
-E ne olacak şimdi peki?
-SEGBİS (görüntülü duruşma) ile ifade verme sıramı bekliyorum. Ankara’ya öğleden sonra varmayı hedeflemiştim ama uçağımı erteledim, bu iş biterse akşam saatlerinde geleceğim.
-Haydi bakalım geçmiş olsun, bekliyoruz seni…
İşte bu konuşmayla telefonları kapattık.
Metin Uca inşallah “hava muhalefeti” yüzünden veya başka nedenlerle önüne engel çıkmazsa yarın Ankara’da olacak ve Maltepe’deki (Gazi Mustafa Kemal Bulvarı 65/A) Şato Yazar’da sahne alarak, “Bunu mu demek istedim?” Oyununu sahneleyecek. İsterseniz siz de gelin, hep birlikte izleyelim.
Bakalım bizim komşu ne diyecek yine?
Kendi bile “Bunu mu demek istedim?” Diye soruyorsa, bakalım biz diyeceklerinden ne anlayacağız?
NOT: Aman diyim, Stefanos Yerasimov’un “Saray Sofraları” kitabını alalım, hatta orada sözkonusu edilen kimi tarifleri mutfağımızda da uygulayalım ama şşşşşşt asla konu etmeyelim, yoksa başka saraydan söz ettiğimiz sanılır, yanlış anlaşılır başımıza iş gelebilir. Benden söylemesi…
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Stefanos Yerasimos'un 15. ve 16. yüzyıl saray mutfağına ışık tutan bu son kitabı, mutfak kültürümüzün temelleri ve toplumsal tabakalarla ilişkisi konusunda çok ilginç bilgiler veriyor. Osmanlı padişahları 15. ve 16. yüzyıllarda hangi yemekleri yiyorlardı? Gerek saray gerekse halk mutfağında yemekler nasıl pişiriliyordu? Domatesin, patatesin, biberin ve fasulyenin Anadolu'ya henüz gelmediği günlerde yemeklerin ana malzemesi neydi? gibi sorulara verilen yanıtlar Osmanlı mutfağı hakkındaki bildiklerimizi birkaç yüzyıl geriye götürüyor. Tek örneği Bayezid Devlet Kütüphanesi'nde bulunan bir Osmanlıca yazmadan hareketle hazırlanan kitap, saray mutfağının kapılarını açmakla kalmıyor, ayrıntılı ve kolay uygulanabilir tariflerle bu güne kadar hiç bilmediğimiz yemekleri tatma fırsatı da veriyor.