Gökçen: “Müdavim doktorları Atatürk’ü ya hiç ölmeyecekmiş gibi düşündüler ki bu mümkün değil. Ya hastalığını ciddiye almadılar, iddia etmek istemiyorum ama Atatürk’ü, Atatürk’ün hastalığını da Allah’a emanet ettiler”
GÖKÇEN: ATATÜRK’E BİR DEFA KAN TAHLİLİ VE İDRAR TAHLİLİ YAPILMAMIŞTIR
Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli tanıklarından, Atatürk’ün manevi kızı, Türkiye’nin ilk savaş pilotu Sabiha Gökçen’in, Atatürk’ü ölüme götüren hastalık sürecinde tuttuğu el notları kendisinden sonra çok sayıda doküman, tarihi belgeleri de emanet ettiği araştırmacı Eriş Ülger tarafından paylaşıldı. Atatürk’ün hastalığını sadece izlemekle kalmayıp bunu tarihe de bir not olarak düştüğü anlaşılan Sabiha Gökçen, Atatürk’ün müdavim doktorlarının hastalık karşısında takındıkları tutumla ilgili, “Ben kızı olarak 1927'den sonra çevresindeki doktorların Atatürk'ün ağrılarını, O zamanlar Taksim'deki Pamuk Eczanesinden alınan Gripin, Kodein, Piramidon gibi iptidai ağrı kesicilerle geçirmeye çalışmalarını Atatürk'ün veda etme durumuna geldikten son öğrendim."
Sabiha Gökçen ve Eriş Ülger
ÜLGER, BAŞKA BELGELERLE HASTALIK SÜRECİNE MERCEK TUTTU
Atatürk’ün hastalık ve ölümüne giden süreçle ilgili yepyeni bir çalışma içinde olan Eriş Ülger, Atatürk'ün çocukluğundan bu yana geçirdiği 7 defa sıtma (Malarya) hastalığında çokça kullandığı kinin hapının karaciğer ve safrakesesinde büyük hasar yapığına dikkat çekerek bu sürecin 22 Mayıs 1927’de başladığına dikkat çekiyor. Atatürk’ün müdavim doktorlarından hiçbirinin bu hastalıkla ilgili eğitim almış doktor olmadığını ifade eden Ülger, “Paris’ten davet edilen ve 28 Mart 1938 günü Atatürk’ü muayene eden Prof. Fiessinger de hastalığın adını Siroz koymakla beraber alkole bağlı siroz değil aksine safra kesesinin tıkanması nedeni ile karaciğerin fonksiyonunu yerine getirememiş olmasına bağlamıştır.”
Atatürk vefat ettikten birkaç saat sonra Dolmabahçe sarayında ki odasının hali.
ATA’NIN DOKTOR HEYETİ ŞÖYLE:
Atatürk’ün Müdavi Tabipleri şöyle: Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Dr. Nihat Reşat Belger. Müşavir Tabipler şöyle: Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Hayrullah Diker, Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter, Dr. M. Kâmil Berk, Dr. Abravaya Marmal.”
Hülya Özmen - Muhalif Özel
Kurtuluş Savaşı’nın büyük komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, TBMM’nin ilk başkanı, ilk cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 85 yıl önce uzun süre mücadele verdiği hastalığına yenilerek İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etti. Ancak, ölümünden sonra soru işaretleriyle ilacından, doktor heyetine kadar uzanan yelpazede dinmeyen tartışmalara Atatürk araştırmacısı Eriş Ülger, hem yepyeni çalışmasına ışık tutan önemli bilgi ve belgelerin yanısıra Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in kendine emanet ettiği çeşitli belgelerle kapıyı aralıyor. Bu haberde, hem Sabiha Gökçen’in tarihe ışık tutacak nitelikteki hastalık süreciyle ilgili tuttuğu özel notları ile bu notları paylaşarak bu tartışmalara yeni bir yorum getirecek olan araştırmacı Eriş Ülger’in bilgi ve belgelere dayandırdığı açıklamaları yer alıyor.
SABİHA GÖKÇEN’İN SÖZLÜ VE YAZILI NOTLARINDAN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI
Öncelikle şunu söylemek isterim ki, Atatürk’ün “Beni Türk Hekimlerine emanet edin” diye bir vecizesi yok. Nasıl böyle bir şey söyleyebilir zaten.
22 Mayıs 1927’den hastalığının noktalandığı 10 Kasım 1938’e kadar, Atatürk’ün hastalığı ile ilgili tıp sahasında ciddi hiçbir tedavi yapılmamış, hiçbir önlem alınmamış, hiçbir özel bakım uygulanmamıştır.
YABANCI DOKTORLAR OLMASAYDI HASTALIĞI BİLİNMEDEN ARAMIZDAN AYRILIP GİDECEKTİ.
Özellikle 11 Müdavim Doktoru dışında Yalova Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger ve İsviçre’ den davet edilen Prof. Dr. Fiessinger ve Dr. Berghausen olmasalardı belki de Büyük Atatürk, hastalığı bilinmeden aramızdan ayrılıp gidecekti.
“Ne olduğunu, nasıl olduğunu dahi soracak kimse yoktu”
22 Mayıs 1927 gününü hiç unutamıyorum. Bizler okuldan gelmiştik. Akşam üzeri Köşkte birden bir telaş başladı. Beş on dakika sonra öğrendik ki Paşa Hazretleri hastalanmış. Bizleri bir hüzün ve heyecan kapladı. Ne olduğunu, nasıl olduğunu dahi soracak kimse yoktu. Herkes Köşkün kapısındaydı. Daha sonra Ankara Numune Hastanesinden doktorlar gelmiş, Refik Saydam gelmiş, Sanırım Doktor Asım Beyde gelmiş. Köşkün Bahçesinde rahatsızlanmış. Alt kattaki misafir bekleme odasında biraz dinlenmiş sonra hafifçe burnu kanamış ve midesi bulanmış. Bu arada İstanbul’dan çağrılan Prof. Dr. Neşet Ömer (İrdelp) çağrılmış fakat neden gelmediği sonradan açıklanmadı.
Bu rahatsızlık sanırım hastalığının başlangıcı olmuştu. Bazı gece yarısına kadar süren akşam yemeklerine beni de çağırır İsmet Paşa’nın hemen yanına oturturdu. Devlet işleri konuşulup karar alındıktan sonra İsmet Paşa izin alarak Pembe Köşk’e döner Atatürk de arkadaşları ile sohbete başlardı. Böylesi akşamlarda evvelden davet edilen saz heyeti huzura kabul edilir önce kısa bir hüzzam faslından sonra şarkılara başlanırdı. En çok sevdiği şarkıda “Hastayım, yalnızım seni yanımda, sanıp da bahtiyar ölmek isterim” şarkısıydı. Bu tür toplantılar senede ya iki veya üç defa olurdu. Bazen Paşa ara da saz heyetine Selânik dili iştirak ederdi. Fakat bu coşkulu geceler 1930’lara doğru giderek seyrekleşti, 1937’den sonra bu geceler hiç tekrarlanmadı.
Atatürk'ün naaşını Ankara'ya getiren Lokomotifin Şefi.
ATATÜRK’Ü DE, ATATÜRK’ÜN HASTALIĞINI DA ALLAH’A EMANET ETTİLER.
Burada çok ciddi bir noktayı anlatmak isterim. Atatürk benim kanaatime göre daha uzun ve sıhhatli olarak yaşayabilirdi. Bunu Falih Rıfkı Bey de sık sık söylerdi. Fakat yukarıda da kısaca belirttiğim gibi müdavim doktorları Atatürk’ü ya hiç ölmeyecekmiş gibi düşündüler ki bu mümkün değil. Ya hastalığını ciddiye almadılar, iddia etmek istemiyorum ama ya da Atatürk’ü de, Atatürk’ün hastalığını da Allah’a emanet ettiler.
1927’den aramızdan ayrıldığı güne kadar Paşa Hazretlerinin onca kaşıntılarına, sık sık burnun kanamasına rağmen en ufak tıbbi bir müdahalede bulunmadılar. Özellikle iki müdavim doktoru (?) Atatürk’ün burnunun kanamasını güneş çarpmasına, bir bütün bedeninin kanarcasına kaşınmanın nedenini de Çankaya Köşkündeki böcek ve sivrisineklere bağladılar.
“Atatürk'ün müdavim doktorları tarafından kan ve idrar tahlili yapılmamış olması bence en hafif tabiriyle ihanettir”.
Burada vurgulamak isterim mi; bu hoş görülür bir bilgi eksikliği de değildir. Zaten Siroz hastalığı konusunda en ufak bir eğitimleri ve bilgileri olmayan müdavim doktorların tamamı, bu hastalığın seyri sırasında ne yapılır, nasıl yapılır tedavi şekli ve zamanı ne şekildedir, hangi gıdalar alınır hangileri alınmaz gibi sıradan sorulara dahi cevap verebilecek yetenekte kimseler olup olmadıkları dahi irdelenmesi gereken bir sorudur. Ben kızı olarak 1927'den sonra çevresindeki doktorların Atatürk'ün ağrılarını, O zamanlar Taksim'deki Pamuk Eczanesinden alınan Gripin, Kodein, piramidon gibi iptidai ağrı kesicilerle geçirmeye çalışmalarını Atatürk'ün veda etme durumuna geldikten son öğrendim. Gece yarısı gelen şiddetli ağrıları biraz olsun azaltmak için emek verenler müdavim doktorları değil, sıradan hemşirelerin çabalarıdır. Gerek Salih Bey (Bozok), gerekse Kılıç Ali Bey duruma şahit olduktan sonra Atatürk'ü geceli gündüzlü hiç yalnız bırakmadılar. Burada Müdavim Doktorları) deyimi de doğru değildir. Çünkü bu doktorlardan hiç birisi ne devamlı yanında bulundular nede seyahatlerinde yanındaydılar.
Atatürk'ün müdavim doktorları tarafından kan ve idrar tahlili yapılmamış olması bence en hafif tabiriyle ihanettir. Atatürk doğru söylenen öneriler çok önem veren ve konu kendisi ile ilgiliyse çokça da uygulayan bir kimseydi. Ben Ölümüne kadar Yanındaydım. Hiçbir müdavim doktorundan "Paşa Hazretleri şunu yeme, bunu içme" diye en küçük bir şekilde uyarıda bulunduklarını duymadığım gibi böylesi bir öneriye gerek de duymadıklarını gördüğüm anılarda yaşadım. Özellikle seyahatlerine Müdavim doktorlarından hiç birisi katılmamıştır. Dr. Refik Saydam ve Dr. Asım Bey eşlik ederdi.
“BEŞ GÜNDÜR ARKASI ARKASINA SÜT İÇİRİYORLARMIŞ. BAMYA YEMEĞİ YEDİRİYORLARMIŞ”
Dahada kötüsü 6 Kasım 1938 günü Afet ablam, ben ve Makbule Hanımefendiyle huzuruna girdiğimiz zaman kahve içiyordu. Beş gündür arkası arkasına süt içiriyorlarmış. Bamya yemeği yediriyorlarmış. Ben bunları sonradan öğrendim. Kendi doktoruma bu hastalıkta bu gıdaların verilmesi doğru mu diye sorduğum da “zehir veriyorlarmış” demişti. Bu hastalıkta en fazla serumla gıda verilmesi gerekir diye de ilave etmişti. 16 Temmuz 1938’de üçünce defa gelişinde Atatürk’ü Savarona Yatında muayene ettikten Sabiha Gökçen bir fırsatını bulup Prof. Dr. Fiessinger ile kısaca konuşur ve ‘Hocam ne yapabiliriz. Atatürk’ün huzurunda buyurduğunuz gibi durum çok mu vahim? Atatürk’ü her an kaybedebilir miyiz. Etrafında onca doktor var dediği” Fiessinger şöyle konuşur:
BUNLAR BÖYLE BİR HASTALIKTA ASLA VE ASLA VERİLMEYECEK GIDALAR
“O konuya hiç girmek istemiyorum. Size tarihe kalacak bir gerçeği söyleyeyim. Ekselans Atatürk’ün bu müdavim Doktorlara rağmen bugüne kadar yaşaması başlı başına mucizedir. Ekselans alkole bağlı olmayan siroz hastalığının bugünkü tıbbın olanaklarıyla ve erken teşhisle tedavisi çok mümkündü. Ama duydum ki tedavi esnasında Kaplıcalara girmesi ve sıcak havuzda kalması önerilmiş. Bu durumda Ekselansın hastalığının tedavi sırasında tutulan günlüğünde, kendisine verilen gıdalara baktığımda, bunlar böyle bir hastalıkta asla ve asla verilmeyecek gıdalar. Müdavim Hekim arkadaşlara da söyledim Ekselansların hastalığını teşhis etmek için doktor olmaya gerek yok.
EKSELANS ŞU ANDA ÖLÜM YATAĞINDA DEĞİL, BİLARDO MASASININ BAŞINDA OYUN OYNUYOR OLURDU
Batın zaten taş gibi, karaciğer ise tuğla. Kendisine çok itimat ettiğim Dr. Belger sıcak banyo yapmasını müdavim doktorları önermiş. Bu nedenle kaplıcaya gittiğinde Dr. Belger katiyen yasaklamış ve katı bir perhize girmesini önermiş. En hafif deyimi ile bu bir …………………..tir. Şayet hastalığın ölümcül hale gelmeden teşhisi yapılıp, tedavisi yapılsaydı, Ekselans şu anda ölüm yatağında değil, bilardo masasının başında oyun oynuyor olurdu.
ERİŞ ÜLGER: ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI 1938’DE DEĞİL 22/23 MAYIS 1927 DE BAŞLADI
Atatürk yedi defa çocukluğundan bu yana toplam 7 defa sıtma geçirdi. Bu süreçte çokça kullandığı Kinin hapı karaciğer ve safrakesesinde yaptığı hasar Sirozun zeminini hazırlamıştır.
O zamanın şartlarında tek tedavi ilacı kinin idi. Bol miktarda alındığı takdirde Batın kısmındaki tüm organları olumsuz yönde etkileyen bir ilaç. Atatürk’ün Siroz (Alkole bağlı olmayan) hastalığı 22 Mayıs 1927’de başlamıştır. Atatürk’ün müdavim doktorlarından hiçbiri bu hastalıkla ilgili eğitim almış doktorlar değildi.
28 Mart 1938'de Avrupa'dan, Atatürk'ü muayene için davet edilen Prof. Dr. Fiessinger'in Paşa'yı muayene ettikten sonra söyledikleri sözleri şöyledir: “Meslektaşlarım Atatürk’ün hastalığını teşhis etmek için hekim olmaya gerek yok. Karaciğerinin üzerine hafifçe elinizi koysaydınız orada tuğla büyüklüğünde bir karaciğerin var olduğunu görürdünüz. Bundan sonra Paşa Hazretleri’nin tedavisi olanaksız. Ancak ömrünü uzatma zamanını geçirmişsiniz, ağrılarını dindirmeye çalışın”.
Öncelikle şunu söyleyelim ki Mustafa Kemal Atatürk’ün hastalığı 1938’de değil 22/23 Mayıs 1927 de başlamıştır. O gece gelen şiddetli göğüs ve batın ağrısı nedeniyle sabaha kadar uyuyamamış. Atatürk’ün müdavim doktorlarından Prof. Dr. Neşet Ömer Ankara’ya çağırılsa da gelememiş, Ankara Devlet Hastanesinde ki doktorlar tarafından muayene edilmiş ve Kroner Kalp Spazmı geçirdiği konusunda teşhis konmuştur.
Atatürk’ün sirozla ilgi hastalığının başlangıç tarihi 22/23 Mayıs 1927’dir. 22. Mayıs 1927 gününün sabahı Çankaya Köşkü’nün Bahçesinde otururken. Birden kalp çarpıntısı ile mide bulantısı başlamıştır. Benzi bembeyaz olan Paşa hemen Sahih Bozok ve Kılıç Ali’nin kollarına girerek birinci katta istirahat odasında bir müddet dinenmiş ve fakat geçen zaman içinde göğüs ve batın ağrısı fazlalaşınca İstanbul’da bulunan Prof. Dr. Neşet Ömer çağrılmış. O arada Ankara Devlet hastanesi doktorları gelmiş sakinleştirici ilaçlarla biraz kendine gelen Paşa Hazretleri ikinci kattaki atak odasına getirilmiş ve tedavisine burada devam edilmiştir.