Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da başlayan o uzun ve benzersiz yolculuk, işgal altındaki bir milletin bağımsızlık ateşini yakışını simgeler. Bu tarih, Türk milletinin sadece topraklarını değil, ruhunu da özgürleştirdiği bir milattır. Kurtuluş Mücadelesi, halkın her alanda zincirlerini kırdığı ve Cumhuriyet’e doğru attığı ilk adımdır. Emperyal güçlerin dağıtıldığı ve umudunu kaybetmiş bir halkı yeniden ayağa kaldırma iradesinin dünyanın yüzüne bir tokat gibi çarpılmasıdır.
Bu bağımsızlık mücadelesi, nihayetinde Cumhuriyet’in ilanıyla taçlandı, ancak bunun uluslararası arenada da tescillenmesi gerekiyordu. Cumhuriyet’in temelleri, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla sağlamlaştırıldı. Lozan, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesini tüm dünyaya kabul ettiren bir zafer ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. İsmet İnönü’nün Lozan’daki diplomatik zaferi, Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası hukuk nezdinde tanınmasını sağladı. İnönü, sadece Türkiye’nin haklarını savunmakla kalmadı; yeni Cumhuriyet’in onurunu ve bağımsızlık iradesini tüm dünyaya ilan etti. Lozan, sadece bir antlaşma olarak değil, Cumhuriyet’in kuruluş belgesi niteliğinde kabul edilmelidir. (Lozan süreci ve İsmet İnönü’nün bu süreçteki rolü hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenlere Alev Coşkun’un Diplomat İnönü-Lozan kitabını tavsiye ederim.)
Ancak Cumhuriyet’e giden yol sadece zaferlerle dolu değildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yaşanan çalkantılar, bu yeni düzenin neden kaçınılmaz olduğunu gösteriyordu. Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin’in işgal güçleriyle işbirliği yapma çabaları ve halkın bağımsızlık mücadelesine karşı tutumu, milletin Cumhuriyet’i kurma kararlılığını daha da pekiştirdi. Vahdettin, zor bir dönemde tahta çıkmış, ancak kişisel çıkarlarını ve tahtını koruma uğruna halkın bağımsızlık arzusuna sırtını dönmüş bir lider olarak tarihe geçti. Vahdettin'in bu dönemdeki rolü üzerine yapılan tartışmalar hâlâ sürüyor. Ancak, belgeler Vahdettin’in ihanetini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde gözler önüne seriyor.(Bu konuyu daha derinlemesine incelemek isteyen okuyucular için Alev Coşkun’un Vahdettin Dosyası-Hainlik Belgeleri kitabı önemli bir başvuru kaynağıdır.)
Cumhuriyet, yalnızca bir rejim değil; bir milletin yeniden doğuşunun, karanlıktan aydınlığa çıkışının en büyük sembolüdür. Mustafa Kemal Atatürk’ün ileri görüşlülüğüyle halkın özgür iradesine dayanan, esaretten ve geri kalmışlıktan kurtulan bir ulusun inşa ettiği bir düzen.
Cumhuriyet’in temelleri atılırken, bir siyasi devrimle sınırlı kalmadı. Toplumu her yönüyle ileri taşımak, ona yalnızca özgürlüğü değil, bilimle, sanatla, tarımla donatılmış bir geleceği sunmak esas amaçtı. Eğitimde yapılan devrimler, sadece yeni okulların açılması değil, halkın zihninde köklü bir değişimin de başlangıcı oldu.
***
Peki bugün?
Cumhuriyet’in mirasını yaşatma konusunda ciddi bir sınavdan geçiyoruz. Tarih boyunca çeşitli şekillerde korunmuş, halkın iradesiyle güçlenmiş bu değerler, bugün, siyasi çıkar oyunları arasında yıpranıyor. Ülkenin birlik ve bütünlüğüne bağlı olması gereken temel ilkeler, ne yazık ki iktidarın veya ittifakların güncel stratejilerine göre eğilip bükülüyor. Milliyetçiliğin sert savunucusu olarak bilinen Bahçeli'nin, APO’nun Meclis’e gelip konuşması yönünde yaptığı çağrı, özellikle milliyetçi tabanında derin bir hayal kırıklığı ve güvensizlik yarattı. Düşünsenize, bu öneriyi muhalefetten biri ortaya atmış olsaydı, o kişi muhtemelen çoktan kendini Silivri’de bulurdu… Ancak bu ifadeler, Cumhur İttifakı'nın içinden, üstelik ülkede Kürt sorunu olduğunu bile kabul etmeyen, daha birkaç ay önce DEM Parti kapatılsın diyen bir genel başkandan geldiğinde, siyasi stratejilerin bir parçası olarak öyle ya da böyle tolere edilebiliyor.
Cumhurbaşkanı da Bahçeli'nin bu söylemine destek vererek aslında büyük ve ortak bir siyasi hamlenin varlığını gözler önüne seriyor. Bu arada önceden atılan birtakım adımların; Bahçeli’nin DEM Partili milletvekillerinin elini sıkması, yine Bahçeli’nin Özgür Özel’e, "Birbirimizi kırmıyoruz inşallah. Üzülme. Bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor,” demesi ve Özgür Özel’in Selahattin Demirtaş’ı ve Doğu ve Güney Doğu Anadolu vilayetlerini ziyaret etmeye başlaması ve fakat Ankara’daki saldırıdan sonra ziyareti yarım bırakarak dönmesi…
Bu sürecin temelleri aslında daha da gerilere uzanıyor. Özgür Özel yönetimi ile iktidarar arasındaki normalleşme/yumuşa hamleleri, Kuzey Irak yönetimiyle üst düzey temaslar, hatta Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi gibi adımlar, bu hazırlıkların bir parçası olarak okunabilir.
Aslında eğer Bahçeli gerçekten bu meseleye iyi hazırlanmış olsaydı, daha doğrusu bu adım, onun kendi bağımsız kararı olsaydı, çevresinde danışacağı akil insanlar ona bölgedeki güç dengelerini ve uluslararası aktörlerin rolünü hatırlatırdı. Silah ve finansman, örgütün gerçek patronunu belirler ve bu denklemin ardındaki güç Amerika’dır. ABD, kendi çıkarları gereği, bölgede kontrol sağlayabileceği bir çatışma ve dengesizlik durumunu sürdürmek istiyor. PKK, ABD’nin aparatıdır. Bu nedenle, gerçek anlamda bir barış sürecini istemesi mümkün değildir.
Ancak tabii Franklin D. Roosevelt’in dediği gibi; “Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır.”
İlk çözüm sürecini hatırlayalım. Abdullah Öcalan örgüte silah bırakma, bırakmayanlara ise Türkiye sınırlarının dışına çekilme çağrısı yapmıştı. Ancak örgüt onu dinlemedi. Kandil ve Kuzey Suriye’deki yapılar, Türkiye’nin güneydoğusunda Rojava benzeri özerk bir bölge kurma hayaliyle hareket ediyorlardı. Bu süreçte, hendek kazmalar, aşırı silahlanma ve Suriye’nin kuzeyinde alınan mesafe, örgütün bu yöndeki hedeflerini güçlendirmişti. Ayrıca zeten örgütün asıl yönlendiricisi başka güçlerdi. Dolayısıyla örgütün Öcalan’ı dinlemesi mümkün değildi, dinlemedi. Dinlemez. Kuzey Suriye’de Cemil Bayık’ın liderliğinde, ABD tarafından eğitilen ve silahlandırılan yaklaşık 100 bin kişilik bir paralı güç, örgütün emirlerini Washington’dan almasına olanak sağlıyor.
O dönemde çözüm sürecinin başarısızlığında, Türkiye içindeki siyasi hesaplar da büyük rol oynadı. Erdoğan, Kürt oylarını kazanmaya yönelik bir strateji geliştirmeye çalıştı ama işlemedi. Zaten seçimden sonra da süreç alt üst oldu ve çözüm süreci diye bir şey kalmadı.
Gerçekçi olalım: Öcalan’ın Meclis kürsüsünde yapacağı herhangi bir konuşma, PKK’nın dağılıp gitmesini sağlayamaz. PKK, Türkiye’nin iç meselesinden ziyade artık Amerika, İsrail, Avrupa, İran, Irak, Suriye ve bölgedeki diğer aktörlerin stratejik bir kozu haline gelmiş durumda. Bugün masada tek taraflı bir anlaşma değil, çok aktörlü ve karmaşık bir oyun oynanıyor. Yani bu denklemde asıl mesele, Türkiye’nin artık sadece PKK ile değil, bölgede söz sahibi olan güçlerle de başa çıkma zorunluluğudur.
40 yılı aşkın süredir güvenlikçi politikalarla çözülmeyen Kürt sorununun, birkaç siyasi manevrayla hallolmasını beklemek, halkın aklıyla alay etmekten başka bir şey değil.
Öte yandan silahın tek başına çözüm olmadığı da artık anlaşılmalıdır, çünkü örgütün beslendiği kaynak kurutulmadıkça yeni unsurlar sürekli olarak katılmaya devam ediyor. Geçen sene Genelkurmay’da yapılan bir toplantıda 2015’ten beri 70 binden fazla teröristin öldürüldüğü belirtilmişti. Ancak bu sayı her seferinde yenileniyor. Silahla ne yazık ki üstesinden gelinmiyor, kökler kurutulamıyor. Hatta son dönemde Ahmet Türk gibi bazı bölge temsilcileri de bu duruma dikkat çekerek, çözümün yalnızca hukuki çerçevede, sağduyulu ve yapıcı bir yaklaşımla mümkün olduğunu belirtiyor.
Türkiye, gerçekten bir hukuk devleti olabilse ve samimi bir biçimde Avrupa Birliği standartlarını hedefleyen kurum ve kurallarla ilerlese, terör örgütlerinin faaliyet alanı doğal olarak daralacak, örgütün beslenme kaynakları kuruyacaktır. Ancak hukuk sistemi askıda olan bir ülkede çok zor…
Bu sebeple, sorunun çözümünde yalnızca askeri değil, hukuki ve diplomatik yöntemlere de ağırlık vermek gerektiği açıkça ortadadır.
Tüm bunlara eş zamanlı olarak, “Etki Ajanlığı Yasası” diye bir yasa taslağı komisyondan geçiyor, Meclis’e geliyor, etki ajanlığını da içeren kanun teklifinin 13 maddesi muhalefetin tüm itirazlarına rağmen kabul ediliyor. Bu yasa, toplumsal muhalefeti sindirmek için ortaya atılmış, demokratik bir ülkede yaşamadığımızın bir kabulüdür aslında. Cumhuriyet’in bağımsızlık, özgürlük ve hukuk gibi temel değerleriyle uyumlu olmayan bu yasa, tam da milliyetçi bir liderin PKK lideri APO’ya yeşil ışık yakan söylemleriyle aynı anda gündeme getiriliyor. Peki bu büyük resimdeki tutarsızlığı nasıl açıklayabiliriz?
Erdoğan’ın Bahçeli’ye methiyeler dizerek bu çıkışını desteklemesi ve Özgür Özel’e, (“yanaşma” politikaları için) teşekkür ederek onun da ülkenin sorunlarına yaklaşımını övmesi, “ikinci açılım süreci” yönünde kesin bir adım olarak okunabilir. Ardından Erdoğan, Meral Akşener hakkında açtığı tüm davalardan feragat ettiğini duyurdu.(Bu hamle, Akşener'in Kılıçdaroğlu'nun seçilmesini engelleyerek görevini yerine getirdiği ve Erdoğan'ın buna bir ödülle karşılık verdiği şeklinde de yorumlanabilir.)
Erdoğan bir yandan Kürt sorununu çözen lider olarak tarihe geçmek, bir yandan da Kürtlerin desteğiyle iktidarını uzatmak istiyor olabilir. Bir taşla birkaç kuş vurma stratejisi…
Ancak iktidar bir yandan bölgesel sorunlardan, beka sorunundan, büyük coğrafi ve siyasi planlarından bahsediyor. Birtakım stratejik adımlar, yüksek perdeden yapılan açıklamalarla kamuoyuna duyuruluyor. Aynı zamanda Abdullah Öcalan'ı meclise getirme gibi tartışmalı planlar da gündeme getiriliyor. Ancak, etki ajanlığı yasasının kabul edilmesi ve bir gece vakti, Türkiye'nin en kalabalık ilçelerinden birinin, Esenyurt’un belediye başkanı, Kürt halkında karşılığı olan akademisyen bir ismin, Ahmet Özer'in evinden alınması, makamına kırılarak girilmesi gibi olaylar, iktidarın bu yeni açılım sürecine dair samimiyetinin sorgulanmasına yol açıyor.
Özer'in, Remzi Kartal ile 2015’te yaptığı telefon görüşmesine binaen, (ki 2014 yılında, açılım sürecinde, aynı Remzi Kartal ile Hüseyin Yayman birlikte yemek yiyor…) Kandil ile ilişkileri olduğu öne sürülerek tutuklanması ve yerine hemen, bir gece önce Beyoğlu kaymakamı olmasına rağmen ertesi gün İstanbul vali yardımcısı yapılan Can Aksoy’un kayyım olarak atanması, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayan bir tutum olarak eleştiriliyor. İlk çözüm süreci döneminde Dolmabahçe’de, Oslo’da yapılan görüşmeler ve yine bugün başlatılmaya çalışan yeni açılım süreci düşünüldüğünde, Ahmet Özer’in o dönemde yaptığı görüşmeler öne sürülerek, 9 sene sonra bugün tutuklanması, nereden bakarsanız tutarsızlık, nereden bakarsanız samimiyetsizlik olarak algılanıyor. Muhalif duruşları bastırma niyetini pekiştiren bir başka örnek ortaya çıkıyor. Bu ikili tavır, hükümetin gerçekten toplumsal barış mı yoksa siyasi hesaplar mı güttüğüne dair kamuoyunda ciddi şüpheler yaratıyor.
Esenyurt ilçesinin yeniden yapılanma sürecinde olması da düşünülmesi gereken bir başka gerçek. Bu ilçe, İstanbul'un en geniş alanlarından birini kaplıyor ve önceki AKP'li yönetimin yolsuzluklarıyla gündeme gelmişti. CHP belediye yönetimini devraldığında, buranın devasa borçları kamuoyuna ilan edilmiş ve Türkiye'deki en borçlu belediye olarak kayıtlara geçmiştir.
Esenyurt'un kentsel potansiyeli, geniş ve bakir alanlarıyla dikkat çekiyor ve yoğun göç alıyor, bu da bölgenin rant değerini artırıyor. AKP'nin bu bölgenin CHP'nin elinde kalmasına daha fazla dayanamamasının altında yatan asıl meselelerden biri bu kıymetli rantın kesilmiş olması olabilir mi?
Sonuç olarak Ahmet Özer'in görevden alınması, hem Kandil'e hem de Esenyurt'un ekonomik potansiyeline ve rantına dair bir mesaj olarak değerlendirilebilir.
Öte yandan CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı’nın tutuklanması ve kayyımın atanması bir başlangıç, İmamoğlu’nun dediği gibi bir “fragman”. Hatta “normalleşmeye atanan bir kayyım” olarak bile değerlendirilebilir… CHP bu saatten itibaren yeni, sert ve demokratik bir mücadele sürecine hazırlıklı olmalı. Çünkü iktidar belli ki önümüzdeki seçimleri almak için elindeki bütün kozları oynayacak…
Bu arada Esenyurt’un en büyük meydanı olan Cumhuriyet Meydanı'nda gerçekleştirilen CHP mitinginde, ilçe ölçeğinde azımsanmayacak bir kitle toplandı; bu bir başarıydı. CHP'nin bu tür etkinlikleri ve bu duruşu sürdürmesi, sözünün güç kazanması ve adresine, hedefine ulaşabilmesi için hayati önem taşıyor. Hukuk tanımayan bir yönetim karşısında CHP'nin sesini daha da yükseltmesi, alanları terk etmemesi ve erken seçim talebini sürekli gündemde tutması gerekiyor.
Bu arada Erdoğan’ın, Esenyurt sokaklarında terörün kol gezdiği şeklinde yaptığı açıklamaları ise bölgedeki güvenlik güçlerinin etkinliğini sorgulatmaz mı insana? Oralarda terör kol gezerken oradaki kolluk kuvvetleri, emniyet müdürlüğü, jandarma ne iş yapıyordu peki, göz mü yumuyor?
Bu tür tutarsız açıklamalar ve çelişkili adımlar, iktidarın, 22 yıldır süregelen (ve bir kısmının bizzat kaynağı olduğu) problemlerin çözümünde ciddi bir adım atıp atamayacağına dair kuşkuları artırmakta ve siyasi manevralarının toplumsal barış ve istikrar adına ne kadar etkili olabileceğini sorgulatmaktadır.
***
Bugün Bahçeli’nin yaptığı bu çıkışın temelinde ne yatıyor? Erdoğan’a alan açmak, meclistekilere daha şirin gözükmek, belki kendince sükuneti sağlamak… Görünen o ki, Cumhur İttifakı ve Erdoğan, toplumsal desteğin erimesine karşı çözüm üretmek yerine siyasi cephaneliklerini birer birer ortaya koyuyor. Bahçeli’ye Öcalan konusunda bir açılım yaptırmak, Kürt seçmeni tekrar kazanmayı amaçlayan bir stratejinin parçası olabilir.
Üstelik bu, özellikle seküler Kürt seçmende yeri olan Demirtaş içeride tutularak yapılmaya çalışılıyor. Yani aslında özellikle, AKP’ye meyilli olan muhafazakar Kürt seçmen tabanını pekiştirmek hedefleniyor olabilir.
Diğer bir hedef de, siyaseti mühendislik yoluyla şekillendirmek, Meclis’te 400 milletvekili sayısına ulaşarak Erdoğan’a ömür boyu başkanlık yolunu açmaktır. 50+1’i bir daha yakalamayacağı belli olan Erdoğan için 50+1 kuralını ortadan kaldırmak… Bu yolda anayasayı değiştirmek ve Cumhurbaşkanlığı için iki dönem sınırını kaldırmak, otoriter bir yapıyı daha da pekiştirmek ve seçmenin iradesini görmezden gelerek yasaları kendi lehine düzenlemek…
İktidarın, yitirdiği oyları yeniden kazanma ve Erdoğan’a alan açma arzusunun ötesinde, halkın unutmasını istediği başka dertler var: Ekonominin çöküşü, gelir adaletsizliği, enflasyon, kadın cinayetleri, sağlık ve uyuşturucu çeteleri, toplumdaki ahlaki çözülme...
Bu tür dönemlerde hükümetler, kendi otoritelerini pekiştirmek adına güvenlik politikalarını ön plana çıkarır; “topraklarımıza göz diken iç ve dış düşmanlar” başlığı altında halkta korkuyu perçinleyerek, içerideki gerçek toplumsal sorunların görmezden gelinmesini sağlarlar.
Bu noktada dışarıyla ilgili sebepler de elbette öne çıkıyor. İsrail’in yayılmacı politikasını destekleyen Amerika. Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki oluşum… İsrail’in Lübnan’a, İran’a girmesi… Kuzey Suriye’de zaten artık devletleşme sürecine girilmiş, bir tek ilan edilmesi kalmış. Orada bir Kürt devletinin ilanı iktidarı içeride ciddi anlamda sıkıştıracak. Tüm bunlara karşı içeride, Abdullah Öcalan’a çağrıyı, Bahçeli’ye, sözde en milliyetçi parti başkanına yaptırarak Apo aracılığıyla bu srüreci ötelemek, örgütü dağdan indirmek ve PKK aparatını Amerika’nın elinden almak gibi ham bir hayalin peşindeler.
***
Bir ülkenin en kritik savunma sanayi tesislerinden birine, TUSAŞ’a, güpegündüz, “ayakkabı numarasına kadar bilinen(!)” teröristlerce yapılan bu menfur saldırı, güvenlik ve liyakat konusundaki zafiyetleri çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Türkiye’nin kalbinde, Ankara’nın merkezinde gerçekleşen bu saldırı, savunma sanayimizin güvenliği açısından endişe verici bir uyarı. Orada, yalnızca görevlerini yapan masum insanlar sevdiklerinden, hayatlarından koparıldı. Hatta bu kişiler arasında kanser tedavisi görüp hayata tutunmayı başaran aydınlık insanlar da vardı… Ne acı.
Teröristler bir taksiye biniyor, taksici öldürülüyor, cesedi bagaja koyup saatlerce yol alıyorlar, ta ki TUSAŞ’a ulaşana kadar. Ülkenin en kritik tesislerinden birine, güpegündüz, bu denli rahat bir şekilde ulaşabiliyor olmaları, güvenlik sistemimizin derin bir sorgulama ihtiyacında olduğunun en net göstergesi.
Bir ülkenin savunma sanayi, herhangi bir üretim tesisine benzemez; hele ki kritik bir güvenlik zaafiyetiyle yüz yüze bırakılması, affedilemez bir ihmaldir. Hain saldırının ardından öğreniyoruz ki Türkiye’nin en değerli savunma sanayi tesislerinden biri olan TUSAŞ, bir özel güvenlik şirketine emanet edilmiş durumda! Peki, savaş teknolojileri üreten, ülkenin güvenlik geleceğini şekillendirecek böylesine kritik bir kurumun güvenliği, özelleştirilebilir mi? Amerikan savunma sanayii tesislerinin, Almanya’nın, Rusya’nın, hatta İran’ın bile savunma sanayii tesislerinin korunmasında gösterilen özen ve ciddiyet ortadayken, bizdeki bu zaafiyetin açıklaması nedir?
Amerika’da Pentagon’a ulaşmak, bir dizi güvenlik bariyerini aşmayı gerektirir. Orada tesisin dış duvarına bile yaklaşmak mümkün değilken, TUSAŞ gibi bir tesisin, adeta bir çikolata fabrikası gibi korunması, ne yazık ki ülkenin savunma sanayisine yönelik tedbirsizliğini gözler önüne seriyor. Amerika’da en iyi eğitimli kolluk kuvvetleri, hassasiyetle seçilmiş güvenlik güçleri tarafından korunan bu tür tesisleri bizde bu denli “sahipsiz” bırakmak ne kadar acı. Oysa ki bu tesisler, ülkenin bağımsız savunma gücünün teminatı; özel güvenlik taşeronluğuna devredilemeyecek kadar kıymetli ve kritiktir.
Bu saldırı, adeta Amerika’nın, “Senin en kritik tesisini vururum” mesajı gibidir; PKK burada sadece bir aparat, emperyal güçlerin elinde bir araçtır.
Ayrıca saldırının Erdoğan’ın BRICS zirvesi için KAZAN’da bulunduğu bir zamanda, TUSAŞ’a, Ankara’nın KahramanKAZAN ilçesinde gerçekleşmiş olması da dikkat çekici. Bu, adeta Amerika’nın "BRICS’te olmana karşıyım" mesajını verdiği anlamına geliyor. Sembollerin son derece etkili olduğu Orta Doğu ve Doğu coğrafyasında, politikalarını semboller üzerinden geliştiriyor. Saldırının zamanlaması ve yeri, uluslararası güç dengelerindeki gerginliklerin ve Türkiye’nin bağımsız dış politika hamlelerinin nasıl baskı altına alınmaya çalışıldığının göstergesi gibi görünüyor.
Ülkenin kendi topraklarında ürettiği savaş teknolojilerini, bu teknolojilerden ürken ve karşı cephede olan güçlerin kolaylıkla hedef alabiliyor oluşu da olayın çarpıcı diğer önemli mesajıdır.
Bu saldırı, PKK'nın açıkça "Öcalan'ın çağrılarını dinlemiyoruz, dinlemeyeceğiz,” mesajı vermesi olarak yorumlanabilir. Saldırının amacı, örgütün Öcalan’ın barış çağrılarından bağımsız hareket ettiğini ve devletin en korunaklı savunma sanayi kuruluşlarından birine yalnızca iki kişiyle saldırı düzenleyebilecek kadar güçlü olduklarını göstermekti. Bu saldırı, PKK’nın kendi “gündemini” sürdürmeye devam edeceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Artık iktidar cephesinin, PKK'nın bu aşamada bir çözüm sürecine girme ya da barış ortamı yaratma niyetinde olmadığını görmesi gerekiyor. Şimdi Bahçeli'nin çıkışları ile kamuoyunun tepkisi ölçülmeye çalışılıyor. Ancak kamuoyunda bu tür hamlelerin seçim kazanma amacı güttüğüne dair genel ve haklı bir şüphe var. Bu nedenle, güvenin yeniden inşası zor gözüküyor.
Sonuçta, bu tür tesislerin korunması, devletin en temel görevlerinden biriydi. Eğer bir devlet, en stratejik kurumunu bile koruyamayacak durumda bırakılıyorsa, burada bir yönetim zaafiyeti değil, aynı zamanda bir liyakat krizi de söz konusudur.
Peki saldırı duyulur duyulmaz ilk iş olarak sosyal medya ağlarının yavaşlatılması na ne demeli? Hataların ve eksikliklerin toplumun gözünden kaçırılma çabası… Toplumun tepkisinden ve eleştirilerinden korkan iktidar, hataların üstünü kapatma yöntemine başvuruyor. Oysa bu tür bir felakette, alınacak en sağlam tavır; şeffaflık, sorumluluk ve toplumun güvenini tazeleyecek adımlardır.
Bahçeli’nin açılım söylemlerinin hemen ardından böyle bir saldırının gerçekleşmesi dikkat çekici. Hain saldırı için TUSAŞ’ın seçilmesi, toplumsal güveni daha da sarsmak ve halkın devletine olan inancını dibe çekmek için yapılmış bir operasyon olarak okunabilir.
Silah ve para kimdeyse örgüt onun aparatırıdr ve ancak sahibine hizmet eder. Ülkenin gözbebeği savunma sanayi tesislerinin kaderi, PKK’nın ipini tutan emperyal güçlerin açık tehditleri karşısında makus tarafa doğru eğilirken, ülkenin yönetim kadrosu olayları sadece lanetleyerek geçiştiriyor. Oysa devleti yönetenlerin görevi lanet okumak değil; önlem almak, halkına güven verecek güçlü bir duruş sergilemektir.
Diğer yandan ülkede halk artık olayları daha net görebiliyor. Bahçeli güvenlik konularını öne çıkarıyorsa ve bombalar patlıyorsa, halk bunun yaklaşan bir seçimin habercisi olduğunu anlıyor. Cumhur ittifakı köşeye sıkışmaya başladığında, oy oranlarıyla ilgili kaygılar görülmeye başladığında bir yerlerde bombalar patlayabiliyor. Özellikle seçim ufukta belirdiğinde PKK ile temasa yönelik söylemlerin arttığı görülüyor.
Bu bağlamda, CHP'nin bu siyasetin arka planını göremeyerek iktidarın kurguladığı stratejilere uygun adımlar atması da halk tarafından eleştiriliyor. Örneğin, CHP'nin Beşiktaş’ta düzenlediği “Teröre ve Şiddete karşı Yaşam Hakkı" mitingine katılım beklenenin çok altında kaldı. Bunun sebeplerinden belki de en önemlisi, CHP’nin, iktidarın sorunlu güvenlik politikalarına dolaylı bir katkı sunduğu izlenimininin oluşmasıdır. Bu miting, iktidarın bu siyasi hamlesine hizmet eder nitelikte okunduğu için beklentiyi karşılamadı. CHP’nin kalelerinden Beşiktaş’ta bile alanın tam anlamıyla dolmaması, İmamoğlu’nun, düşük katılım karşısında topluluğa hitap etmemesi, verilen tepkinin özeti gibiydi. Zaten miting çağrısı İmamoğlu tarafından yapılmamış, hatta aslında İmamoğlu bu toplantının yapılmasına da karşıydı. Miting, İmamoğlu’na rağmen planlanmıştı. Özgür Özel ve etrafındaki ekip, kendine kılavuz edindiği iktidarın rüzgarına kapılmış biçimde politika belirliyor. İktidarın elini sıkıyor ve bu resim, CHP seçmenini yaralıyor…
Halbuki iktidarın muhalefet ile ilgili tek hedefi ancak, CHP’yi kendi içinde birbirine düşürmek, muhalefeti parçalamak, fay hatlarını derinleştirmek ve yanına çekebileceği muhalefeti de yanına almak olabilir.
Ancak CHP'nin kendi stratejilerini iktidarın siyasi mühendislik hamlelerinden bağımsız şekilde şekillendirmesi gerektiği görüşü, kamuoyunda giderek daha fazla destek buluyor.
Bu ortamda Türkiye'de kararsızlar cephesinin büyümesi göze çarpıyor. Kamuoyu yoklamalarında, CHP'ye daha önce destek vermiş seçmenler arasında kararsızlık artarken, Özgür Özel'in bu kararsızlar cephesini bilinçli ya da bilinçsiz olarak büyüttüğü görülüyor.
Mansur Yavaş'ın ise kamuoyu yoklamalarında İmamoğlu'nun önüne geçmesi ve "sakin güç" olarak nitelendirilmesi, liderlik konusunda yeni bir alternatif olarak öne çıkmasını sağlıyor. Yavaş'ın, ilk çözüm sürecinin yanlış yönetilmesini eleştirerek, ikinci açılım sürecinin, iki kişi arasında sınırlı kalmadan, daha şeffaf ve kapsayıcı bir şekilde, Parlamento ve kamuoyu nezdinde ele alınması gerektiğini vurgulaması, daha sağlam bir politik duruş sergilediğini gösteriyor.
Bu durum, CHP'nin stratejilerini yeniden gözden geçirmesi ve iktidarın gölgesinde kalmadan bağımsız bir yol haritası çizmesi gerektiğine işaret ediyor. Partinin, farklı yaklaşımlar arasındaki dengeyi sağlamak ve genişleyen kararsız seçmen kitlesini yeniden kazanmak için daha net ve tutarlı politikalar geliştirmesi önem taşıyor.
***
Saldırının ardındaki emperyalist oyun, Türkiye'nin bölgesel rolünü ve bağımsızlığını baltalamaya yönelik derin stratejilere dayanıyor. Türkiye, Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya geniş bir etki alanına sahip; Arnavutluk, Makedonya, Azerbaycan ve hatta Kuzey Kafkasya gibi bölgelerle güçlü kültürel ve tarihi bağları bulunuyor. Emperyalizmin derdi, Türkiye’nin bu geniş coğrafyada etkin bir güç haline gelmesini engellemek; Türkiye’nin kendisiyle meşgul olmasını sağlamak ve bu köklü Cumhuriyet’i zayıflatmak.
Amerika’nın bölgedeki bir diğer hedefi de İsrail’in güvenliğini sağlamak. Bu çerçevede Arapları kendi aralarında, Türkleri Araplarla ve Kürtlerle sürekli bir gerilim içinde tutarak, bölgenin kendi iç meseleleriyle uğraşmasını istiyorlar. Türkiye, Arap dünyası ve Kürtlerle arasındaki anlaşmazlıklarla boğuşurken, İsrail de sınırlarını genişletme yolunda rahatça ilerleyebiliyor. Gazze’den sonra Lübnan ve Suriye gibi bölgelere yönelen İsrail, sınırlarını Türkiye’ye kadar genişletme peşinde; yarın öbür gün Türkiye, bu genişlemenin yeni komşusu olacak. Peki, Amerika? Elbette bu yayılmayı teşvik ediyor. Türkiye'nin güney sınırında bir tampon bölge oluşturarak İsrail’e destek sağlamak önemli bir hedef…
Emperyalizmin bu bölgesel stratejisinin ana hedefi, Türkiye’yi kendi gücünden, tarihsel hinterlandından ve kurucu ilkelerinden koparmak, onu yalnızlaştırarak yönetilebilir hale getirmektir. Ülkenin dikkatini içerideki sorunlara yoğunlaştırarak ve onu Cumhuriyet’in kurucu değerlerinden uzaklaştırarak, oyun daha da derinleştiriliyor.
***
PKK meselesinin arka planında küresel güçlerin bölgedeki çıkar çatışmaları ve Türkiye’nin iç siyaseti yer alıyor. 1980’lerden bu yana yaşanan pek çok olayın bölgedeki sorunlarla ilgisi vardır. 24 Ocak Kararları, akabinde gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesi siyasi ve sosyal açıdan Cumhuriyet’in demokratik temellerine ciddi bir darbe vurmuştur. Bu süreçte aydın kesim de, genç beyinler de ve ilerici hareketler de sindirilmiş ya da doğrudan tasfiye edilmiştir.
PKK’nın güçlenmesinde ve bölgedeki etkisinin artmasında, özellikle 1990’larda Çekiç Güç’ün Kuzey Irak’ta konumlanması ve Kürt nüfusa yönelik politikaların etkisi göz ardı edilemez. Turgut Özal döneminde, bu güç dengeleri yeniden şekillenirken, PKK gibi gruplar da dış desteklerle daha etkin hale gelmiştir. SHP-DYP koalisyonu döneminde DEP’li 6 milletvekilinin tutuklanması… Daha sonraki süreçte, Ecevit’in başbakanlığı döneminde Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi…
Türkiye, tüm bu süreçte demokrasiyi tam anlamıyla içselleştirip siyasi yapısında liyakatli bir düzen sağlayabilseydi, bugn PKK ve bezeri unsurların tam anlamıyla bir dış aparat olarak kullanılmasını engelleyebilirdi. Gerçekten de Türkiye’de uzun süredir çözülmemiş bir Kürt sorunu vardı. PKK’nın bu ölçüde güçlenmesinin altında yatan temel nedenlerden biri, Kürt meselesinin özellikle sağ milliyetçi iktidarlar tarafından görmezden gelinmesiydi. 40-50 yıldır devam eden bu sorun için bir çözüme ulaşmak mümkün olmadı. Akan kan devam etti.
Bugün gelinen noktada, çözüm sürecinin temelinde Misak-ı Milli sınırları ve Anayasa’nın ilk dört maddesi üzerine kurulacak bir uzlaşma yatıyor. Bu maddeler üzerinde mutabakata varıldıktan sonra demokrasi, hukuk ve eşit yurttaşlık ilkeleri çerçevesinde tüm yönleriyle bir çözüm konuşulabilir. Ülkenin kendi içindeki bu barışı sağlamak, Ortadoğu'da yeniden çizilmek istenen sınırlar ve kanla yazılan yeni haritalar arasında hayati önem taşıyor. Güçlü bir Türkiye, her şeyden önce kendi yurttaşlarıyla barış içinde olmalı; bu, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tesis edilmesini gerektiriyor.
Ancak, anayasa ve hukuk tanımayan, muhalif sesleri susturarak iktidarda kalmaya çalışan bir yönetimle bu çözümün sağlanması mümkün görünmüyor.
CUMHURİYET’İN GELDİĞİ NOKTADA ÖZ ELEŞTİRİ
Cumhuriyet’in geldiği durumu anlamak için, Atatürk’ün Türkiye’yi inşa ederken attığı köklü adımları ve bu yapıların nasıl zayıflatıldığını tarihsel bir perspektiften değerlendirmek gerekir.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı Cumhuriyet devrimi, Osmanlı’nın son yıllarındaki dağılma ve çöküş döneminde büyük bir sorumluluk üstlenmiş idealist genç subayların eseridir.
Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda giderek daha fazla toprak kaybedip, Batı’nın baskısı ve iç isyanlarla zayıflarken, yükselen milliyetçilik akımlarının etkisiyle ve bunları yönetemediği için yıpranırken, modernleşme adımlarını tam olarak atamamış, askeri yeniliklerin yanı sıra devlet kurumlarını ve kurumsal yapısını güçlendirememiş, çağın gelişimine ayak uyduramamıştır. Osmanlı, demokrasi, hukuk, adalet ve insan hakları konularında geri kalmış, 20. yüzyıl başına kadar toprak mülkiyetine dayalı bir sistem sürdürmeye çalışmıştır. Toplumsal ve idari yapılarını yenilemekte yavaş kalmıştır.
Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi yenilikçi hareketler doğdu. (Başlangıçta devletin anayasal düzene kavuşmasını ve Meclis-i Mebûsan'ın yeniden açılmasını hedefleyen gizli bir dernek olarak kuruldu. Anayasanın kabul edilmesi ve İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte örgüt, İttihat ve Terakki Fırkası adı altında iktidarı denetleyen bir siyasi partiye dönüştü. 1913 yılında gerçekleştirilen Bâb-ı Âli Baskını'ndan sonra yönetimde hakim konuma gelmişlerdir. Üyeleri "İttihatçılar" olarak bilinen bu cemiyet, 1918 yılında kendini feshetmiş ve üyelerinin önemli bir kısmı Millî Mücadele'de yer almıştır.) Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler, Osmanlı'nın güçsüzleşen yönetiminden duydukları memnuniyetsizlikle hareket ederek bu genç subay hareketinin liderleri arasında yer aldılar. Bu subaylar, özellikle Meşrutiyet’in ilanını sağlamak için önemli çabalar sarf ettiler ve 1908’de II. Abdülhamid’in baskıcı yönetimine karşı Meşrutiyeti ilan ederek Meclis-i Mebusan’ın yetkilerini tekrar kazandırdılar. Mahmud Şevket Paşa'nın komutasındaki Hareket Ordusu, 31 Mart Vakası olarak bilinen ayaklanmayı bastırarak Abdülhamid’i devirdi ve anayasal düzeni yeniden kurdu. Aydın subaylar, Osmanlı İmparatorluğu’nu, düştüğü bataktan çıkarmak için çare arıyordu…
Enver Paşa, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinden biri olarak Osmanlı'nın son yıllarında etkili bir figürdü. 1913 Babıali Baskını ile İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesinde büyük rol oynadı. Daha sonra savaş bakanı olarak Osmanlı’yı Almanya ile müttefik yaparak I. Dünya Savaşı'na soktu. Ancak, bu dönemde yaşanan başarısızlıklar, savaşın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandırdı. Cumhuriyet dönemi liderleri olan Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir gibi isimler, Enver ve diğer İttihatçıların politikalarını eleştirerek, yeni Cumhuriyet’in yönünü belirlediler.
Enver Paşa’nın Sarıkamış yenilgisi gibi başarısızlıklar, Osmanlı'nın çöküşünü hızlandırmıştır. Enver Paşa, Osmanlı’yı kurtarmak ve doğuda yeni bir Türk-İslam devleti kurmak amacıyla Turancılık hayali peşinde koşmuş, Kafkasya ve Orta Asya’da Türk birliği için ordular kurma çabasına girişmiştir. Ancak bu ham hayal, başarısızlıkla sonuçlanmış ve Enver Paşa Orta Asya’nın steplerinde hayatını kaybetmiştir.
Cemal Paşa ve Talat Paşa da benzer kaderlere sahip olmuştur. Cemal Paşa, Ermeni komitacılar tarafından Tiflis'te, Talat Paşa ise Almanya'da suikaste uğrayarak öldürülmüştür. Bu üç lider, sadece kendi sonlarını hazırlamakla kalmamış, aynı zamanda koskoca bir imparatorluğun çöküşüne de selam durmuşlardır. Bu liderlerin hayatları ve sonları, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde yaşanan iç karışıklıkların ve dış baskıların bir yansıması olarak tarih sahnesinde dramatik bir şekilde son bulmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk ise stratejik bir deha olarak Anadolu topraklarına odaklanmış, Kurtuluş Savaşı’nın ana hedefini Misak-ı Milli sınırları çerçevesinde belirlemiştir. Atatürk, Anadolu’nun sığınılacak son vatan olduğunu görmüş ve Türk ulusunun öz gücüne dayanarak bağımsızlık mücadelesi yürütmüştür. 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı kurtuluş hareketi, ulusal bağımsızlığı temel alarak Anadolu ve Trakya’nın bir arada tutulmasını hedeflemiş ve bunu başarmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, İttihat ve Terakki’nin ulusal bağımsızlık ve modernleşme arzusunu miras alıp, ancak onun hatalarından ders çıkararak Türkiye Cumhuriyeti’ni inşa ettiler.
Dünyada o dönemde yükselen milliyetçilik akımları, Osmanlı İmparatorluğu’nda büyük bir dönüşüme neden olmuş, özellikle Balkanlar ve Arap topraklarında imparatorluğu sarsan etkiler doğurmuştur. Fransız Devrimi’nin ulusal bağımsızlık ve özgürlük idealleri, Osmanlı’nın çok uluslu yapısında bağımsızlık hareketlerini körükleyerek Sırplar, Bulgarlar, Yunanlar, Macarlar ve Arnavutlar gibi grupların imparatorluktan kopma çabalarını güçlendirdi. Aynı şekilde, 19. yüzyılın sonlarında hızla yükselen Arap milliyetçiliği de Osmanlı’nın Arap nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde bağımsızlık arayışlarını tetikledi. Tüm bu isyanlar, Osmanlı’nın Balkanlar ve Arap topraklarında hâkimiyetini zayıflattı ve bu süreçler, genç Cumhuriyet’in kurucu kadroları için ders niteliğinde oldu.
Bu idealist subaylar, Osmanlı’nın çöküş sürecinde milliyetçilik dalgasının ve dış güçlerin desteklediği isyanların devlet üzerinde nasıl yıkıcı etkiler yarattığını bizzat yaşadılar. Tüm bu acı tecrübeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, bağımsız ve demokratik bir temelde inşa edilmesinin gerekliliğini ortaya koydu. Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, ulusal egemenlik, laiklik ve bağımsızlık ilkeleriyle Türkiye'yi modern bir devlet olarak inşa etmeye yöneldi; Cumhuriyet’in temelleri, Osmanlı’nın dağılma sürecinden alınan derslerle atıldı.
Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca askeri zaferle değil, eğitim, adalet ve ekonomik kalkınma hedefleriyle şekillendi. Bu devlet, Atatürk ve silah arkadaşlarının ulusal kurtuluş mücadelesinden doğmuş, onların vizyonuyla demokratik temellerle kurulmuştu. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesi, Atatürk'ün Batı’nın aydınlanma değerlerini içselleştirip “Batıcı” olmadan modern bir devlet oluşturma çabasının zirvesiydi.
Cumhuriyet’in reformları, tesadüfen yapılmamıştı; kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birliğinin sağlanması, harf ve kılık-kıyafet devrimleri gibi adımlar, toplumu dönüştürme amacıyla atılmış büyük adımlardı. Atatürk ve İnönü, Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandırırken kadına yer vererek toplumsal eşitliğin temellerini attılar. Karma ekonomi ve devletçilik politikaları ise ülkenin kendi kendine yetebilmesi içindi; zira o dönemde Türkiye, ipliğini dahi ithal eden bir devletti. “Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl,” sözü, ekonomik bağımsızlığın önemini yansıtan acı bir deyişti.
Cumhuriyet'in ayakta kalabilmesi ve toplumun kalkınması adına gerçekleştirilen devrim, Atatürk’ün vizyonunu yansıtarak eğitim, toplumsal eşitlik ve laiklik alanında köklü reformlar olarak öne çıkmıştır. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, kıyafet devrimi, halifeliğin kaldırılması, eğitim-öğretim birliğinin sağlanması, Latin alfabesine geçiş gibi adımlar, Türkiye’yi çağdaş bir toplum yapısına kavuşturma yolunda atılan cesur ve ilerici adımlardı. Bu reformlar, Cumhuriyet’in kurumsal temellerini oluşturarak bağımsızlık ve kalkınma vizyonunu destekledi.
Ancak sonraki dönemlerde bu altyapı giderek zayıflatıldı. Köy Enstitüleri’nin kapatılması, askeri ve sivil eğitim kurumlarının zayıflatılması, eğitimde liyakat sisteminin erozyona uğraması… Cumhuriyet’in ilk yıllarında hedeflenen bağımsızlık ve kalkınma vizyonu, zamanla, adım adım kurumsal çöküş ve siyasi çıkarların gölgesinde aşındı. Sonuç olarak, bugün karşı karşıya olduğumuz güvenlik ve istikrar sorunları, Cumhuriyet’in sağlam temellerini yıpratan bu tarihsel süreçlerin acı bir sonucudur.
Özellikle Köy Enstitüleri’nin kapatılması, Demokrat Parti le birlikte askeri ortaokulların ve liselerin kapanması ve zamanla nitelikli eğitim kurumlarının giderek zayıflatılması Cumhuriyet'in eğitim ve sosyal kalkınma hedeflerine büyük darbe vurdu. Köy Enstitüleri, kırsal nüfusu eğitimle buluşturmayı ve halkın üretkenliğini artırmayı hedefliyordu. Bu enstitülerde yetişen öğretmenler, köylere gidip hem eğitim hem de modern tarım yöntemleri konusunda bilinç kazandırıyordu. Ancak, 1954’te bu kurumlar, “komunist yuvası” olarak lanse edildi ve “ideolojik tehdit” olarak görülüp kapatıldı. Cumhuriyet’in halkçı eğitim hedefi bir kenara bırakıldı, eğitimde liyakat ve fırsat eşitliği ilkeleri giderek zayıfladı. Sonuçta, Cumhuriyet’in kalkınma modelinin temel taşları kırıldı, ülke nitelikli insan kaynağını kaybetmeye başladı…
Yakın tarihe doğru uzandığımızda, FETÖ, 1980'ler ve 1990'lardan itibaren askeri okullara, güvenlik birimlerine, tüm devlet kurumlarına aşamalı olarak sızmış, hücre örgütlenmesiyle ahtapot gibi dört bir yanı sarmıştı. Bu ihmal, 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimiyle açığa çıktı ve geniş çaplı bir tasfiye hareketine yol açtı. Ancak o tarihten bu yana birçok operasyon gerçekleştirilmiş olsa da, örgütün tam anlamıyla bitirilemediği görülüyor. Kimin nereden, ne zaman ortaya çıkacağı tahmin edilemiyor, çünkü arkasındaki gücün adı Amerika.
Örgüt lideri Fethullah Gülen'in mezar taşında bile kendi doğum yılı olarak Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938'i yazdırması, FETÖ'nün sembollerle manipülasyon yapmaya devam ettiğinin bir örneği. Bu gibi sembolik hamleler, örgütün kitleleri manipüle etme konusundaki ısrarını gösteriyor. FETÖ, tarihe bırakılan bu semboller ve Amerika’nın güçlü desteğiyle, Türkiye için halen bir tehdit unsuru olarak karşımıza çıkıyor.
Bu sürecin ardından harp okullarının, askeri liselerin, askeri hastanelerin kapatılması, Türkiye’nin askeri disiplini ve liyakat esaslı kadrolaşmasını zayıflattı. Kuleli gibi köklü okulların kapanması, Cumhuriyet’in ordu geleneğini genç kuşaklara aktarma görevini sekteye uğrattı, asker hafızasının yitirilmesine yol açtı, ordunun nitelikli personel kaynağını sınırladı.
Bu kurumsal çöküş süreci, Türkiye’nin PKK gibi dış destekli yapılarla mücadelesini de zorlaştırdı. Yakın tarih boyunca atılan pek çok yanlış adım PKK’yı bölgesel bir tehditten stratejik bir araca dönüştürdü. Eğer Türkiye, demokrasiyi ve eğitim sistemini güçlü bir altyapıya kavuşturmuş olsaydı, bugün PKK gibi bir sorunun dış güçlerin elinde bir baskı aracı haline gelmesi bu kadar kolay olmayabilirdi. Sonuç olarak, Cumhuriyet’in temel değerleri ve kurumsal yapıları korunduğunda, Türkiye’nin bölgesel ve iç istikrarını sağlama gücü çok daha yüksek olurdu.
***
Atatürk, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek Cumhuriyet’in dış politikasını barış ilkesi üzerine kurmuş, savaşı “mecbur kalmadıkça bir cinayet” olarak nitelendirmiştir. “Komşularla sıfır sorun” söylemiyle yola çıkan mevcut hükümet ise neredeyse kavga etmediği tek bir komşu bırakmadı.
Bugün yaşanan ekonomik kriz, işsizlik, gelir adaletsizliği, sağlıkta yaşanan sorunlar ve sosyal çöküntüler, Cumhuriyet’in aydınlanma ilkelerine tamamen ters düşen politikaların sonucudur. 24 Ocak Kararları, 12 Eylül askeri darbesinin ardından izlenen politikalarda yaşanan savrulma, 2002’de iktidara gelen bugünkü yönetimin zeminini hazırladı.
Bugün iktidar, Cumhuriyet’in aydınlanma değerlerine karşı açık bir tutum sergileyerek bu değerlerle adeta bilek güreşi yapmaktadır…Cumhuriyet’in miras kurumlarının haraç mezat satılması ya da hak ettikleri kıymetin verilmemesi, Cumhuriyet değerlerinin maddi ve manevi olarak erozyona uğradığının somut bir göstergesidir. Tüm kazanımlarının peş peşe elden çıkarılması, Cumhuriyet'in değerlerine yönelik bir tehdit haline gelmiş durumda.
***
Cumhuriyet, sadece bir yönetim şekli değildir; aynı zamanda kula kulluk etmeye son veren bir sistemdir. Yurttaşları devletin asli sahibi yapan, tüm vatandaşları eşit haklarla donatan bir düzeni ifade eder. Cumhuriyet, halkın iradesini temsil eden bir rejimdir. Siyasi partilerin adaylarını seçmesi ve sandığı halkın önüne koymasıyla şekillenen bu sistemde, millet iradesi doğrudan yönetime katılır. Mustafa Kemal Atatürk, 1920'de TBMM’yi açarak halkın temsil gücünü, yani Cumhuriyet’i rejim olarak devreye sokmuştur. 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla ise bu yönetim biçiminin adını koymuş, devrimin ruhunu ve amacını somutlaştırmıştır.
Cumhuriyet, halkın eşitliğini savunmak ve her yurttaşın haklarını güvence altına almak anlamına gelir. Atatürk’ün deyimiyle Cumhuriyet, “fikren, ilmen, bedenen kuvvetli, ahlaklı ve seciyeli muhafızlar” ister. Bu değerler doğrultusunda onu korumak ve yaşatmak her kuşağın en temel görevidir. Cumhuriyet’i savunmak, halkın eşitliğini savunmak demektir.
Cumhuriyet, sadece bir yönetim şekli değildir; aydınlanmadır, yaşam biçimidir, kültürdür, liyakattir, birikimdir, hafızadır, onurdur, şereftir, gelecektir.
Cumhuriyet’in temelleri, bağımsızlık mücadelesinin zorlu koşullarında inşa edildi; halkın iradesiyle ve Atatürk’ün öngörüsüyle şekillendi. Ancak bugün geldiğimiz noktada, bu değerlere karşı ciddi ihlaller ve içi boşaltılmış bir miras görüyoruz. Atatürk, Nutuk’ta bir gün Cumhuriyet'in tehlikede olabileceğini, Türk milletini, “istiklal ve cumhuriyet hazinesinden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacağını” belirtmiş ve milletin, ”Bir gün, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş" olma ihtimaline karşı gelecek nesilleri uyarmıştı. Bugün içinde bulunduğumuz koşullar, Atatürk’ün öngörüsünün doğruluğunu bir kez daha kanıtlıyor.
Belki Cumhuriyet’i kuran kadrolar, bu mirasın bir gün yok sayılabileceğini hayal bile edemezdi. Ancak gelinen noktada, Cumhuriyet’i yeniden ayağa kaldırmak ve değerlerine sahip çıkmak başta gençlerin ve hepimizin görevidir. Bu mücadele, iktidara yumuşayarak, karşılıklı normalleşerek, müzakere edilerek değil, tıpkı Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi kararlılıkla mücadele edilerek yürütülmelidir.
Atatürk’ün miras bıraktığı Cumhuriyet'in ışıltısını selamlayalım. Halkın iradesiyle kurulmuş özgür, demokratik ve laik bir geleceği selamlayalım. Aklı ve bilimi rehber edinen bir eğitim anlayışını selamlayalım. Sarayın gölgesinden çıkıp, halkın iradesini baş tacı eden o büyük devrimi selamlayalım. Egemenliği kayıtsız şartsız millete veren o düzeni selamlayalım.
Halkın yerine sarayın iradesinin, liyakatın yerine sadakatin, bilimin yerine dogmatik ezberlerin konmasına izin vermeyelim.
“Cumhuriyet fikren, ilmen, bedenen kuvvetli, ahlaklı ve seciyeli muhafızlar ister.” Geçmiş Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun! Bedeli ne olursa olsun…
Sadık ÇELİK
Yorum Yazın