Çamur. Vıcık vıcık, balçık gibi bir çamur. Sarı kireç taşından yapılmış küçücük istasyon binasında trenden iner inmez bastığı, istasyondan geceyi geçireceği handan bozma otele kadar yürüdüğü sözüm ona caddenin üzerini kaplamış, tek göz, karanlık ve derme çatma evlerin ötesine berisine sıvaşmış koyu sarı renkli zorlu bir çamur.
Otelcinin saklamaya hiç de gerek görmediği alaycı ve iğneleyici bakışlara aldırmayacak kadar yorgun olduğundan, tahta merdivenleri gıcırdatarak çıkıp, odasına girdi. Tahmin ettiğinden de sefil olan odanın tek lüks eşyasının karşısına oturdu. Bir ayna. Kim bilir hangi bilinmez yollardan buraya, Kırşehir’in bu yoksul otelinin, yoksul odasına düşmüş bir ayna. Çerçevesi kararmış, yer yer çatlamış ama yine de insan ve eşya suretlerini yansıtabilen bir ayna.
Kapkara bir is salarak güçlükle yanmaya çalışan gaz lambasının ışığında bir süre yüzünü seyretti. İnce hatlar. Alna düşen bir tutam saç. Cımbızla düzeltilmiş ince kaşlar. Hüzünlü gözler. Yıl ve yol yorgunu kadınsı bir yüz.
Aynada kendini incelemeyi sürdürürken, yıllar öncesinin bir başka aynasına doğru kayıp gitti. 1930’ların Almanya’sında, Berlin’de bu kez çok şaşaalı bir otel odasında, duvarı neredeyse tümüyle kaplamış kristal bir aynanın karşısında oturmuş, yüzünü boyuyor. Başına sarı renkli, pırıltılı bir peruk takmış. Göz kapaklarını fosforlu mavi bir farla alabildiğine parlatmış. Takma kirpiklerin gölgesi, fondötenle kızıllaştırdığı şakaklarına doğru uzanıyor…
Yorgunluğu, başka anılara kapılmasına izin vermedi. İstanbul’dan buraya, Kırşehir’e kadar çok zor şartlar altında yolculuk yapmış olan ‘muharrir’ Nahid Sırrı Örik, elbiselerini bile çıkartmadan boylu boyunca yatağına serildi. Beş dakika sonra uykuya daldı …
Türk edebiyatının değeri bilinmemiş ya da değeri çok sonra anlaşılabilmiş ismi Nahid Sırrı Örik, 23 Mayıs 1895 tarihinde Beşiktaş’ta doğdu. Babası Hasan Sırrı Bey, Padişah İkinci Abdülhamid döneminde yüksek dereceli görevlerde bulunmuş bir yönetici ve aynı zamanda dönemin üniversitelerinde ders veren bir eğitimciydi. Nahid Sırrı’nın ifadesiyle ‘güzelliği dillerde gezen’ annesi ise ordu komutanlığına kadar yükselmiş bir subayın kızıydı. Nahid Sırrı dört yaşına geldiğinde, annesi ile babası boşandılar. Örik, yaşamını biçimlendiren birçok üzücü olaydan ilki olan bu boşanmadan çok etkilendi. ‘Hayatın Eşiğinden Hatıralar’ adlı eserinde, ‘anneleri ile babaları birbirinden ayrılmış ve yeni anne babalarla kalmış çocuklar, pek hızlı gülmemeye, sessiz oynamaya ve pek çok şeyi sezmeye mecburdurlar’ diye anlattı bu acısını.
Belki de çok küçük yaşlarda karşılaştığı bu sahipsizlik duygusu nedeniyle, başarısız bir öğrencilik hayatı oldu. Girdiği okulların hiçbirini tamamlayamadı. Özel dersler aldı. Fransızca öğrendi. Galatasaray Lisesi’ne devam ettiği sırada bir başka acı olayla daha karşılaştı. Kendisini gerçekten çok seven, bütün o sıkıntılı yıllarında ona kol kanat geren ablası henüz yirmi iki yaşındayken öldü. Lisedeki kadınsı davranışları nedeniyle arkadaşlarının alaylarına uğrayan, hatta bazen onların düpedüz fiziksel tacizleriyle karşılaşan Örik, ablasının bu beklenmedik ölümünden sonra kendini iyice bıraktı ve derbeder bir yaşama daldı.
O sıralarda Gümrükler Genel Müdürü olan babasıyla birlikte uzun gezilere çıktı. Tiflis, Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag’ı dolaştı. Bu kentlerin bazılarında bir süre yaşadı. Uzunca bir süre kaldığı Berlin’de, Son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Faruk ile dost oldu. Berlin’de bohem bir hayat süren iki arkadaşın başı, yaptıkları bir şaka yüzünden belaya girdi. Nahid Sırrı ile Şehzade Faruk, bir gece kadın kıyafetine girip, operaya gittiler. Kendilerini gerçekten kadın sanıp peşlerine takılan Prusyalı subaylardan kurtulabilmek için Türk elçiliğine sığındılar. Arkalarından subaylar da elçiliğe girmeye kalkışınca, diplomatik bir skandal yaşandı. Alman gazeteleri, Nahid Sırrı ile Şehzade Faruk’un cinsel tercihleri hakkında imalı haberler yayınlamaya başlayınca, iki genç hemen Türkiye’ye çağrıldılar.
Nahid Sırrı Örik, 1927’de kesin olarak Türkiye’ye döndü ve Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya koyuldu. Nahid Sırrı’nın roman ve hikayelerinde ağırlıklı olarak kullandığı Osmanlıca, dönemin diğer edebiyatçıları tarafından alaya alındı. Arkadaşları onun kullandığı dile ‘Konak Türkçesi’ gibi isimler taktılar. Bunun yanı sıra, Nahid Sırrı’nın marjinal yaşamı, kadınsı davranışları da acımasız alaylara konu oldu.
Nahid Sırrı Örik’in eserleri, buna benzer nedenler yüzünden çoğu kez görmemezlikten gelindi. Yayınevleri, Örik’in gönderdiği eserleri basmayı bilinçli bir şekilde savsakladılar. Uzun süre bekletildikten sonra ‘lütfen’ basılan eserlerinin telif ücretleri de çoğu kez ödenmedi ya da aylar sonra bölük pörçük ödendi.
Nahid Sırrı’nın en önemli romanlarından biri olan ‘Sultan Hamid Düşerken’ adlı eseri de yıllarca basımevlerinde süründü durdu. Onun Abdülhamid için kullandığı ‘Sultan’ sıfatı, Abdülhamid’i bir çeşit ‘meşrulaştırma’ çabası olarak görüldü ve kitabın basımı engellendi. Eser yıllarca sonra basılabildi ama ‘Sultan’ kelimesi atılıp, ‘Abdülhamid Düşerken’ diye adı değiştirildi.
Edebiyatçılığı kabul edilmeyen, cinsel tercihi nedeniyle alaya alınan, uluorta hakarete uğrayan Örik, hep diken üstünde yaşadığı bu çevreden uzaklaşmak ve değişik şeyler yazmak için Anadolu gezilerine çıktı. Gittiği Edirne’yi, Çorum’u, Yozgat’ı, Kırşehir’i kendine özgü üslubuyla anlattı.
Nahid Sırrı Örik yılgın ve bıkkındı ama yapabileceği başka bir işi olmadığı için yazmayı sürdürdü. Bazen kendi adıyla çoğu kez de takma adla hemen her konuda makaleler kaleme aldı. En çok kullandığı takma ad ise Ayşe Nesrin diye bir kadın adıydı.
Nahid Sırrı Örik, 18 Ocak 1960’da yapayalnız bir şekilde öldü. Geriye binlerce yazı kaldı. Bir de Abdülhamid Düşerken adlı romanında kullandığı o iç burkan cümle: ‘Dudaklarında pek acı bir tebessüm…’
Yorum Yazın