Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerinde kurulu “Aksaray”a geçenlerde bir meslektaşımla birlikte gitmiştim.
-Ayol, Cumhurbaşkanı değildi herhalde muhatabın, oralarda ne işin vardı?
-Dediniz, doğru… Mahalle muhtarı değilim, partili hiç değilim, zaten kendisine yakın medyada da çalışmıyorum, Cumhurbaşkanı beni niye kabul etsin?
“Bağımsız gazeteci kimliği” ise Beştepe’de zaten tanınmıyor!
İnanmayacaksınız ama, güvenlik önlemlerinin had safhada olduğu binaya girişte, basın kartımızı sunduğumuz görevli, “başka kimliğiniz yok mu?” Diye ters ters bakıp, kartımızı iade etmesin mi? “Kartın üstünde Cumhurbaşkanlığı amblemi var!” deyişimizi duymazdan gelip, ancak ehliyetimizi görünce lütfedip bizi içeri aldı… Belindeki tabanca ve kamuflaj giysisiyle camın arkasındaki hanım görevli öyle ürkütücü duruyordu ki, “vallahi korktum” desem inanır mısınız?
-Ne için gittiniz peki?
Diye merak ettiyseniz, söyleyeyim, önceki yıllarda birlikte çalıştığımız bir meslektaşımıza ziyarete gittik.
Sayısız resmi arabanın yer aldığı, ucu bucağı görünmeyen otoparklardan geçtik, bilmem kaç odanın sağlı sollu sıralandığı koridorları arşınladık ve eski dostla, İlnur Çevik’le (Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanı) sohbete daldık… Sohbet dediysem, havadan sudan konuşmalar… Ha, bir de yıllardır hobi olarak sürdürdüğü bitki düzenlemelerini inceledik. Cam fanuslara mini köprüler, şelaleler yerleştirmiş, elektrik düzeneği eklemiş, yemyeşil bitkilerin arasından akan sularla adeta “cennet bahçeleri” yaratmış, doğrusu hayran kaldık.
Bir “acı kahvesini içmeye” gitmiştik ama, sağolsun yemeğe de bizi bırakmadı, tabldota hep birlikte kaşık salladık. Ay, merak ettiniz değil mi? “Ezo Gelin çorbası, somon ızgara, ve irmik helvası” vardı tabldotta…
Kendisi itiraz etmediği için sosyal medya hesaplarımda resimlerimizi paylaştım, epey yorum yapıldı. (*)
-“Tabldotta somon mu olur? Kim bilir kaça mal olmuştur!” diyen de oldu, şimdi “İlnur’u oradan gönderirler” diye şom ağzını açan da…
Yahu, Ata’mız tarafından bizlere, yani Türk halkına miras kalan 55 bin dekarlık çiftlik arazilerinin küçüle küçüle neredeyse 20 bin dekarlara gerileyip kuşa dönüşünü, hatta sadece resmi kurumlara değil, özel kişilere bile! “peşkeş çekilişini” hiç sorguladık mı bugüne kadar da, “tabldottaki somonu” konuşuyoruz? Üstelik üst mahkemelerden defalarca alınan “yürütmeyi durdurma” kararlarına rağmen… (**)
Şimdi de ben size sorayım:
-Pekala, bütün bu usulsüzlükler sizce neden yaşanıyor?
-Neden bunca zamandır sessiz kaldınız?
Acaba diyorum, “Atatürk’ün vasiyetnamesinin eklerinde yer alan Atatürk Orman Çiftliği arazilerinin tapu senetleri sonradan kaybolmuş, zaten bu arazilerin bağışlanması vasiyetnamede değil de Atatürk’ün imzasını taşıyan bir tezkerede yer alıyormuş” dedikodularına mı inandınız?
Bakın, lafı uzatmaya hiiiç gerek yok aslında, şu anda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bağlı olarak çalışan Devlet Denetleme Kurulu’nun resmi kayıtlarında yer alan, önceki yıllara ait şu rapordaki ifadeye bakın yeter, her şeyi “şıp diye” anlarsınız:
“Atatürk’ün, Çiftlik Müdürlüğü arşivlerinde korunmasını emrettiği tapu senetleri, 1996 yılında Kültür Bakanlığının bir yetkilisince rastlantı sonucu İstanbul’da sahaflarda bulunmuş ve Devlet arşivlerine kazandırılmıştır. Bu senetler çok eksiktir. Atatürk’ün kamu kurumlarına ya da kişilere devrettiği parsellere ilişkin senetlerin bütününe ulaşılamamaktadır. Mülkiyet değişiklikleri konusundaki bilgiler yetersiz olduğu için satılan topraklar tam olarak belirlenememektedir.” (***)
Üzüldünüz, hatta kahroldunuz değil mi?
Ben de…
Hatta bu yazıyı yazarken, doğma büyüme bir Ankaralı olarak “çocukluğum” gözümün önünden geçti. Güzel havalarda haftasonları, Sıhhıye istasyonundan komşularla birlikte trene binip Atatürk Orman Çiftliğine pikniğe giderdik. Piknik sepetleri herkesin kolunda, tepeye tırmanılır, yemyeşil ağaçların gölgelediği huzurlu bir alana kilimler serilip yerleşilirdi… Sonrasında sepetler açılır, piknik masalarına, ya da kilimlere yayılan örtülerin üstüne çeşit çeşit zeytinyağlılar, kuru köfteler, börekler yerleştirilirdi. Ateşi yakıp, ızgara hazırlığı yapmak ailedeki erkeklerin işiydi. Sonrasında semaverde demlenen çay, sıcacık sohbetlere kapı açardı.
Çocuklardan büyükçe olanlar, izin çıkarsa Karadeniz Havuzuna yüzmeye gider, biz küçük kızlar evcilik oynardık, oyuncak paylaşımında tartışıp birbirimize küstüğümüzde, anneler bizi şu sözle barıştırırdı:
-Mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi?
-Bilmem siz bu “atalardan kalan söz” için ne dersiniz? Peki, Atamızın halkına vasiyet olarak bıraktığı çiftlik arazilerinin bunca yıldır yağma edilişi sizce hak mıdır, adalet oralarda hiç mi işlemez?
(*) https://www.facebook.com/540002869/posts/10159631678852870/
(**) http://www.mimarlarodasiankara.org/_media/14/13277.pdf
(***) http://www.aocmucadelesi.org/_media/3/2583.pdf
Ata'nn gikirlerine sahep çıkamadık ki, mirasına sahip çıkalım. Bu konuda an azındün kabahatimiz var. Ancak zararın neresinden dönersek kârdır.
Kanayan bir yaraya parmak bastın sevgili meslektaşım, arkadaşım. Kalemine, yüreğine sağlık.