Geçtiğimiz günlerde Tiran’daydım, Balkan ülkelerinde medya sektörünün tartışıldığı bir konferansa katıldım, Avrupa’nın her yerinden meslektaşlarımla buluştum, iki gün süren oturumlarda konuşmacılar, “Covid döneminde büyük kayba uğrayan basın-medya sektörü nasıl ayağa kaldırılabilir? Hangi kaynaklar nasıl yönlendirilse iyi sonuç alınabilir? Basında kaliteden vaz mı geçildi? Geleneksel medya yerine sosyal medyaya dönüş nasıl tersine döndürülebilir?” Sorularına yanıt aradı durdu. Tabii çeşitli çözüm önerileri de gündeme geldi.
Ben de konuşmacıların kimi fantezi sayılabilecek konularda arayışını izlerken “Ya sizin de sansür yasanız olsa, tepenizde Demokles’in kılıcı gibi sallansa?” Sorusunu aklımdan geçirip kıs kıs gülüyordum…
Kahve molasında AB’nin sivil toplum-medya danışmanı Andris Kesteris ile ayaküstü konuştuk, konuşması sırasında yer verdiği “kadın erkek eşitliği vurgusu”nu hatırlatıp sordum:
-İstanbul Sözleşmesinin bir gecede kaldırılması size ne ifade ediyor? Diye…
Kesteris,”Bu sözleşme bizim için hala büyük değer taşıyor, Türkiye’nin de dönüş yapacağını umuyoruz” dedi…
—-Kavga yerine uzlaşı—
Bana ilginç gelen kimi konuşmalardan bir kaç izlenimimi sizinle paylaşayım.
Şimdi Avrupa’da rüzgar, “kavga yerine uzlaşı”dan yana esiyormuş. Bu nedenle Avrupa Basını ve medyası artık “sürekli eleştirmek yerine çözüm önerilerini ortaya koymak” yolundaki haberlere ağırlık veriyormuş. Örneğin Norveç’in önemli bir televizyon kanalında, 7 sezondur devam eden tartışma programında öylesine kutuplaştırıcı tartışmalar yaşanır olmuş ki, yöneticiler, “artık bu yöntemi bırakalım, katılımcılar biraz da birbirlerinin olumlu yaklaşımlarını da dile getirsin” kararı almışlar. Bu arada programın moderatörü de işi bırakıp gitmiş, şimdi onu bu yeni sisteme ikna edip geri getirmeye çabalıyorlarmış. Ben konuşmacıya, “sizde anlaşılan reyting baskısı yok ki bunu yapabiliyorsunuz” diyecek oldum ama söz ettiği Norveç’in televizyonu meğer bizim TRT gibi, devlete aitmiş, kaynak sorunu yokmuş, ben bunu göz ardı etmişim, bana yanıtıyla bunu anlamış oldum.
—Anayasa basını koruyor—
Bir İskandinav meslektaş, göğsünü gere gere, “Ben genel yayın müdürüyüm, benim haklarım Anayasa güvencesi altındadır. Kimse bana şunu yap, bunu yapma diyemez” demesin mi?
“Bizim Anayasamızda da basın özgürlüğü güvence altında ama uyan kim? İşte yeni sansür yasası, TCK’da tanımlanmamış suç icat edip onu da bu yasaya monte etmediler mi? Başımızdakiler kime kızsa, kimi işaret etse ertesi gün eski tweetlerine bile bakılıp, bir suç uydurulup gözaltına alınmıyor mu?” Demek vardı ama boşverin, belki de bu söylenenlere inanamazdı bizim tuzu kuru! meslektaşlar. Hem bir de, “sen oralara bizi mi şikayete gittin?” Derdi mi çıksaydı başıma?
Danimarkalı bir gazeteci, masal anlatır gibi konuştu:
-Bizim ülkemiz demokrasiye yürekten bağlıdır. Küçük bir ülke olabiliriz ama Avrupa’nın demokrasiye en bağlı ülkesiyiz. Hatta demokrasiyi sonsuza kadar kalıcı kılmanın çareleri üzerinde dururken 5 yıl önce bir enstitü kurduk. Tabii ki özgür ve sadece doğruları anlatan, eleştiri yapmaktan kaçınmayan ama aynı zamanda olumlu öneriler de ortaya koyan bir basının demokrasinin temeli olduğuna inanıyoruz. İşte enstitümüzde basın sektöründe -yapıcı-olumlu- tavırların geliştirilmesi için yapılması gerekenleri araştırıyoruz.
—doğru haber arayışı—
Avrupa ülkelerinde basın sektöründeki haberin doğruluğunu kontrol eden çok sayıda “teyid” grupları oluşturulmuş, bu gruplara çeşitli fonlardan kaynak aktarılıyormuş. Kadın-erkek eşitliği, gençler ve çocukların kaliteli yayınlarla desteklenmesi, çevre sorunları üzerine yoğunlaşan bu yeni nesil kuruluşlara destek yağıyormuş. Bir gazeteci durumu şöyle özetledi:
-Biz gazetecilerden nefret etseler bile, çocuklarını seviyorlar. Onların geleceğine yapılacak yatırımı değerli buluyorlar, o amaca dönük yatırımlara kaynak aktarımından sakınmıyorlar.
Ukrayna-Rusya Savaşının “doğru haber” eksikliğini nasıl ortaya koyduğu da konuşuldu. Çeşitli algoritmalar üzerinde araştırmalar yapan medya bilişimcileri, Avrupa basınının özellikle Rus ve Çin merkezli “yalan haber-dezenformasyon” yağmuruna tutulduğunu, bunun çok tehlikeli bir gidişat olduğunu anlattılar. Rus ve Çin kaynaklı kimi yayın kuruluşları hatta Sputnik’i sert dille eleştiren konuşmacılar, Twitter’ı satın alan Elon Musk’ı da bir “nefret objesi” olarak gördüklerini söylemekten kaçınmadılar.
—karamsar olmayın—
Avrupalı dostların basın sektörüne ilişkin bu endişeli konuşmaları böyle sürüp gitti, ben de bir soru sırasında kendi yorumumu aktardım:
-Sektörle ilgili karamsarlığınızı izledim, anlattıklarınızı dinledim ama bu kadar da karamsar olmayın arkadaşlar, iyi ki bizim yerimizde değilsiniz, iyi ki bizim oralarda gazetecilik yapmaya çalışmıyorsunuz, keşke bunu deneseniz, o zaman aslında bu bize lüks gibi gelen dertlerinizle ne kadar mutlu olduğunuzun farkına varacaksınız…
İşte böyle…
—Çiğdem Toker hüznü—
A, unutmadan ekleyeyim, Balkan ülkelerinden gelen gazetecileri dinlerken de adeta “Yahu yoksa Türkiye mi anlatılıyor?” Sorusu kafamda dolaşıp durdu. Öyle ya bahsedilenler hep yolsuzluk, manipülasyon, dezenformasyon üzerineydi. Zaten araştırmacı gazetecilik ödüllerini alan Balkan gazetecilerinin neler yaptıklarına baktığınızda, mafya-devlet ilişkilerini deşifre eden, uyuşturucu, yolsuzluk, kaçakçılık gibi olayları ortaya koyan haberlere yoğunlaştıkları anlaşılıyordu.
Bizim ödüller ise içimdeki hüznü daha da artırdı.
Ankara’da Gazeteciler Cemiyetinde bu ayın 21’inde teslim edilecek araştırmacı gazetecilik ödüllerinin Çiğdem Toker, Can Özçelik, Pelin Ünker ve Serdar Vardar’a verileceği bilgisi ile, meslektaşlarımızın ödül kazanan haberleri, konferansta dağıtılan kitapçıkta detaylarıyla yer alıyordu. Ancak ödüllerden ve Türkiye’den söz eden konuşmacı bu konuya değinirken, “Türk meslektaşlarımızın içinde olukları zor durumun farkındayız” deyince salonda bir protesto ve destek alkışı koptu. Kitapçıkta hala Sözcü gazetesinde yazdığı bilgisi yer alan Toker’in “işine son verildiğini” tabii ki Avrupalı dostlar yeni duymuştu…
Yorum Yazın