Görünüşte doğru gibi görünen bir akıl yürütme ya da karar sizi sıradan ve ucuz bir yanlışa götürebilir mi? Bunu bir düşünün…
Muğlak kavramlardan bahsediyorum. Neye göre? Kime göre? sorusu ile karşılık bulan, göreceli olduğu için muğlak olan ve ön yargımızı, tahammülsüzlüğümüzü, sevgisizliğimizi hatta korkumuzu besleyen kavramlardan.. Sınırları olmayan nesnel yaklaşımların aslında muğlak ve belirsiz olduğu için başlangıçta doğru gibi görünse de bizi bir yanlışa götürebileceğinden...
Peki ya sevgi, emek, ihtiyaç, vicdan, ahlak…
İşte bütün bu kavramlar sevgisiz ve tahammülsüz bir toplum izlendiğinde git gide muğlaklaşan ve tam da bahsettiğim gibi ortak toplumsal paydandan uzaklaşan, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine ilişkin toplumsal gerçeklerin git gide yok olduğu kavramlardan.
Güzel olanı, iyiye dair olanı ve kötücül duyguların yıkıcılığını estetik biçimde ele alan sanat ile birlikte düşünce ve kavrama biçimlerimizi var eden felsefe git gide toplumda karşılık görmez hale geliyor ve bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın normalleştiği toplumlarda bu kaotik durum her yanı ile yaşamı sarmaya devam ediyor. Düzenleyici bütün unsurlar ise beyhude görülmeye başlıyor.
Özellikle sanatın git gide eğlence kültürünü besleyen bir araçtan ibaret görüldüğü bu dönemde, sanatçıların çabaları ve gösterdikleri sonsuz emek karşılığını değer ile değil, tam tersi değersizlik ile buluyor. Toplumdaki genel algı, sanat üreterek geçimini sağlama tercihinin hüsranla sonuçlanacağı ve önce bir iş bulunması gerektiği yönünde ise, bunun nedeni bütün bu emeğin bu denli yok sayılması değil mi? Yani tırnak içinde başarısızlık toplumsal yanılgı ile oluşturulmuş bir paradoks değil mi?
Bu sevgisiz, tahammülsüz ve ilgisiz toplumda, her koşulda ve her türlü erk ile arasını bozmayan ve ana akım yayın organlarında ya da televizyonlarda karşımıza çıkanlar dışında bütün sanatçılar birer Sisifos gibi denemeye devam ediyor. Özellikle pandemi döneminde daha da normalleşen daha sert bir ifade ile daha da görmezden gelinen böylesi bir ortamda ısrarla üretmeyi sürdürüyor.
Albert Camus’da “Sisifos Söyleni” adlı denemesinde Yunan mitolojisinde yer alan Sisifos’un cezasını tam da bu noktada yaşamla birleştiriyordu.
Sisifos büyükçe bir kayayı tepeye yuvarlamak zorunda olduğu sonsuz bir görevle cezalandırılmıştır ve kayayı tepeye her çıkarışında aşağıya yuvarlanmasını izler. Geri dönerek yeniden kayayı yukarı taşır.
Türkiye’de sanatçıyı ve onun emeğini başka nasıl tanımlarız ki…
Daha ilginç olanı, Camus denenmenin son cümlesinde, Sisifos’u görevini sabırla ve başarı ile yerine getirdiğine inanan mutlu biri olarak düşünmemiz gerektiğini söylüyor.
Sanata ve sanatçıya karşı toplumsal algının ve yaklaşımın bu hali, buna karşılık sanat emekçilerinin gösterdiği bu yılmaz mücadelenin pandemi nedeniyle bu denli göz ardı edildiğine ve önümüzdeki günlerde salonların, konser alanlarının ve kitapçıların dolup taşacağına inanmak istiyorum.
Çünkü John Cottingham, Camus denemesine ilişkin şunları söylüyor.
“Deneyelim ve mümkün olduğunca ahlaklı bir şekilde yaşayalım ve başarısızlığa uğradığımızda, tesadüfler çarptığında, tepeden aşağı yürüyüp yeniden başlayalım.”
Biz adı sanat olan o büyük kayayı tepeye taşımaya devam edeceğiz.
Ta ki sizler bütün yanılgılarınızdan kurtulup bizimle tepede buluşana kadar.
Bugünler de geçecek ve yine salonlarda, sergilerde, söyleşi günlerinde bir arada olacağız.
Yorum Yazın