Her karşılaştığımızda mahcup bir gülümseme ile bakışlarıma karşılık veriyordu. Eğer biri size gülümserse istemsizce siz de gülümsersiniz. İki kişi arasındaki en yakın mesafedir gülümsemek. Öğle vakti, güneşli ve rüzgârlı bir günde yine onunla karşılaştık, aynı hızda yürüyor, aynı yöne doğru yan yana gidiyorduk. Yine bana baktı, sanki bir şey anlatmak istiyordu da bir hareket veya bir söz bekliyordu. Omzuna dokundum, kısacık okşadım.
“Hayat nasıl gidiyor güzel kız?” dedim.
“Bir dokundum, bin ah işittim” cinsinden bir iletişim değildi aramızdaki. Çünkü o çocuk saflığı ve masum tebessümüyle anlattı olanları. İlk sorumu “iyi,” diye kısaca yanıtladı.
“Kardeşini okuldan almaya mı gidiyorsun?” diye sordum.
“Evet,” dedi. Üzerinde okul üniforması vardı. Görünüşünden yola çıkarak kardeşini okula götürüp getirmek için yaşının küçük olduğunu düşündüm.
“Annen artık neden gelmiyor?”
“Annem kalp hastası, bacaklarında sorun var. Ablam ve ben kardeşlerime bakıyoruz.” Diğer sorularıma bir yola, arada bir bana bakarak karşılık verdi. Dört kardeşlerdi, kendisi beşinci sınıfa gidiyordu. Derslerinden, öğretmenlerinden, ablasından bahsetti. Ablasının daha önceden onunla aynı okulda olduğunu şimdi ise liseye gittiğini söyledi. Okuldaki kız arkadaşları, ablasını küfrediyor diye şikâyet ederlermiş, babası devamlı ablasının vukuatlarından ötürü okul idaresi tarafından çağırılırmış.
“Ablamın suçlu olmadığı, olayı diğer kız gurubunun çıkardığı anlaşıldı. Ama o kızlar ablama sataşmaya devam ettiler. Bu olaylardan sonra ablam gerçekten küfretmeye ve kim önüne gelirse onunla kavga etmeye başladı. Ablam liseye başlayınca okula otobüsle gidip gelmesi gerekti. Ablam otobüse bindiği için babam yol parasından dolayı işe yürüyerek gidiyor. Babam tekstilde ortacı,” dedi. Bahsettiği mesafe araçla gidilmesi gereken bir mesafeydi.
“Ablamın lisedeyken de sorunları bitmedi. Babam artık bunaldı. Ablamdan hâlâ şikâyetler geliyor. Burada da mı sorun çıkarıyorsun diyor ablama,” diye de sözlerini tamamladı. Kısaca anlattığı olaylar içerisinde birçok tespit vardı. Ablası okulda arkadaşları tarafından psikolojik tacize maruz kalmıştı. Babası geçim sıkıntısından dolayı çok uzun bir mesafeyi -tüm gün ayakta (ortacı/ayakçı) çalışmasına rağmen- sabah ve akşam yürümek zorunda kalıyordu.
Biz büyükler, çocukları hiçbir şeyin farkında değil sanırız. Her şeyin farkındalar. Onlar, sözcükleri anlamanın derdinde değiller, yüzümüzden bütün gerçekleri okuyabiliyorlar ve bütün eylemlerimizi takip ediyorlar. Çocuklukla ilgili kitabımdaki bölüm şöyleydi:
Büyümenin Izdırabı
“Koca kız oldun dışarıda oyun oynamayacaksın artık,” diye de ekledi.
“Acı çekip birde bunun üstüne tek özgürlüğümü yaşadığım yer olan sokaklardan men edilmiştim. Biri çıkmış sen büyüdün diyordu. Biri bunu söyledi diye insan büyür müydü hiç? Her şeyi bildiklerini sanan yetişkinler, yaşım büyümüş, boyum uzamış diye bana büyüdün diyorlar ama içimdeki ben bana büyümüş gibi gelmiyordu. Eğer büyümüş gibi yapmazsam kızgın bakışlara, hor görülmelere, azarlara katlanmam gerekecekti. Tüm bunlara karşı gelebilmek için ya büyüklük maskesi takmalıydım ya da duvarlar örüp kendimi hapsetmeliydim. Başkalarının tutsağı olmaktansa kendim bana ne kadar katlanır onu öğrenmek için kendi tutsağım oldum. Kendimi ördüğüm duvarlarıma hapsettim. Önce ormanlar, çayırlar elimden alındı, şimdi ise sokaklar elimden alınıyordu. Gerçekte ne ile uğraştıklarını bilmeden, büyüklük gücünü kullanarak her şeyi elimden alabilirler ve isterlerse fazla fazla da verebilirler. Beni olduğum yerden alıp başka bir yere de koyabilirler. Büyükler -bir gün karşılarına dikilecek sonuca katlanma güçleri varsa-istedikleri her şeyi yapabilirler çocuk tutsaklarına.
Karpuz dilimini yerken camdan yine çöpçüleri izliyordum. Sokakta top oynayan birkaç erkek çocuk vardı. Kızlar da karşı apartmanın merdivenine oturmuş, ne oynayacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Onların seslerini duyuyordum, bağrışıp gülüyorlardı. Çocuklardan biri topu öyle bir fırlattı ki top gözümde büyüdü ve büyüdü. Karpuzu tam ısıracakken hedefi buldu ve karpuz yüzüme yapıştı. Denk getirilmek istense bu kadar nokta atışı yapılamazdı sanırım. Aşağıdaki çocuklar bana gülüşürken çoktan içeri kaçmıştım. Onların yanında olmaya can atarken pencereden içeri kaçtım. Olanlara aldırmadım, sadece ani bir şaşkınlık vardı üzerimde. Sonra şaşkınlık giderek yerini hüsrana bıraktı. Şimdi büyüklüğün içerisindeyim. Büyüklüğe alışmak için içerideyim. Çocukluğuma ihanet gibi. Onu geride bırakmak için içerideyim. Beni oraya kapatıp sıkıştırdılar, artık buraya alışmalısın dediler. Bu dar sokaklar ve bu mahalle de benim gibi sıkışmıştı dünyanın bir yerine. Güneş yine göremediğim bir noktadan doğmuş, gökyüzünde, her zamanki o göremediğim yerde günü aydınlatmaya devam ediyordu. Yürüyebildiğim hâlde yürüyememek ve koşamamakla cezalandırılıyordum. Neyin cezasıydı bu, büyümenin mi? Bugün de diğer günler gibi öylesine geçip gitmişti.
Ahlak, büyük olmak, cinsiyet, vicdan üzerine verilen talimatlar, öğretiler, nasıl biri olmam gerektiğiyle, içinde bulunacağım kalabalığa nasıl uyum sağlayacağımla ilgili talimatlar, birilerinin dayattığı günahlar, sevaplar, ahlak anlayışı, kültürel öğretiler… Kimse ile ilgilenmezken bana sağdan soldan gelen bu talimatlara katlanamamaya başlamıştım. Öyle anlar oluyordu ki ya bana doğduğum andan itibaren verilen talimatlara göre yaşamalıyım veya tüm bildiklerimi, tüm düşüncelerimi öldürmeliyim diye düşünüyordum. Çoğu için talimatlara uymak o kadar içe işliyordu ki… Bir süre sonra bunların bir talimat olduğu bile unutuluyordu. Başkalarının neden bunu anlayamadığını bilemiyordum. Öyle sıkı, içe işlemiş, öğrenilmiş, derin bir unutma içindelerdi ki… Tüm bunlar, kendilerine ait özel olan her şeye, değerlerine söz geçirebiliyordu. Benim içimdeki ses ise bir türlü susmak bilmiyor, olanları anlamaya çalışıyordu. Anladıklarımın hiçbirine mantıklı bir anlam veremiyor, kendimce bir gerçeklik yaratamıyordum. Bedenim aklıma, aklım ruhuma yetişmeye çalışıyor fakat bazen biri ileri bazen biri geri bir türlü bir yerde buluşamıyorlardı. Mantık denen illet ise hepsine kafa tutuyor, sert çıkışıyor ama kimse onu umursamıyordu. Ben ise ruh, akıl, beden kim kimi takip eder, anlar, yorar, yanıltır, kovalar, savaşır ve yakalar hangisi hangisine esirdir bulamıyordum. Bu işin başladığı noktayı veya anlamanın kolayını bir bulabilseydim. O zaman insanları da kendimi de anlamaya başlayacaktım. Onlar birbiriyle zorlu bir savaş içine giredursun, günler aylara teslim oluyor, zaman hiç umursamadan geçip gidiyordu.
Büyümek karmaşa demekti. Zihnimde yoğun karmaşık istekler beliriyordu. Bu karmaşık isteklerin ne olduğunu çözebilen büyümüş mü oluyordu? Ben büyüdükçe daha önce çocuk aklımla önemsemediğim gerçekler şimdi önem kazanıyor, şiddetli bir şekilde bana doğru saldırıyordu. Çoktandır gizlediğimi sandığım bir yerlere gömdüğüm hislerim, oldukları yerden depreşiyordu. Onlar yavaşça içimde belirip beni tehdit ederken artık kendimden ve aklımdan zorum vardı. Tüm bunlar sadece aynadaki kısa anlık bir yansıma gibiydi. Aynaya baktığımda -görüntümün yansıması ve onu algılama süreme bakılacak olursa- aslında andaki kendime değil, geçmişteki kendime bakıyordum. Kendi aksim bile yanıltıcı ve gelip geçici bir yansımadan farksızdı. Yansıma ve yanılsama… Hangisi hangisinden sonra gelir karar veremedim. Aynadaki yansıma gibi gerçek olmayan görüntüler beni yanıltıyordu. Veya yanılıp yansımaların gerçek olma ihtimaline kanıyordum. Karar veremesem de yanılsamamdan ve yansımamdan kendimi gizliden gizliye izlediğimi keşfettim. Böyle anlar çok sık olmuyordu. Olduğunda ise bu karmaşa bana mutlak bir zevk veriyordu. Kendini bu kadar merakla izlemek, aklın sınırlarını zorlamak iyi gelmiyordu bana, aklım kaçıyordu benden. Aklım, sınırında delilikle oynaşıyordu. O bile artık yâr değildi bana,” diye düşündü Seher.
Yorum Yazın