Derin olmayanın, büyük sularda işi ne? Hayat sığlıkta değil olabildiğince, yapabildiğince derin olmakta ama derin olmakta ağır bedeller ödetiyor, insan, olana. Hani söz temsili, açık denizlerde vurgun yiyebilirsiniz, boğulabilirsiniz ya kara da? Durum aslında bundan hiçte farklı sayılmaz.
Çünkü sığ olmayanlar, büyük sularda kulaç atarken, sığ olanlar ise bir şeyleri hep sıkıştırarak yaşarlar.
Sıkıştırarak yaşayanların ödeyecekleri bedeller, hemen hemen hiç yoktur denilebilir, çünkü risk almazlar ve en büyük özellikleri, konfor alanlarından vazgeçmezler.
Ya derinler…
Derin olanlar; ölümüne karada, havada, suda, gerekirse uzayda yerini alabilenlerdir. Onlar, saflarını tutarken boş gelmezler. Zulalarında; onca yolda bırakılmışlık, onca adaletsizlik, onca yıpratılmışlık, eteğinden çekilmişlik, insan olana yapılmaması gerekenlere dair ne varsa, çoğunu yaşamışlardır.
Derinler; eteklerindeki, ceplerindeki, tüm taşları suya salarlar.
Ağırlıkları bırakırlar. Yorgunluk, gereksiz yılgınlık, lüzumsuz insan kalabalığı. Aslında her şeyi bırakmak ama özünde hiçbir şeyi bırakmamaktır. Bir nevi, “Hiçlik Mâkamı.”
Onca tortu çözeltisi içinden, sadece kendine lazım olanı alır, derinler.
Derinler; ince, zarif, hassas, düşünceli, yalın, vizyon sahibi, gelecek vaat eden, kıskanılası birer hayat tasarımcısı, her zaman öncüdürler. Ve yol haritaları, tek bir kıstas üzerine belirlenmiştir, sevgi.
Usta Zeki Müren, boşuna sarf etmemiştir: “Taklitler aslını yaşatır”, diyerek.
Nihayetinde özünü bulamamış, ya da kaybetmiş yani sığlık prangasından, kendi ihtirasları sebebi ile her fırsatta kurtulamamış olanlar, taklit etmeye ömür boyu mahkûmdurlar. İşte bu kadar önemlidir, derinlik, özlük, özgüven ve sevgi paylaşımı.
Yoksa ne okursan oku.
Ne kadar sertifika, diploma alırsan al.
Yunus Emre’nin dediği gibi: Ya nice okumaktır. Bunca yolculuğa rağmen, kendin olamadıktan sonra?
KIZILÇULLU KÖY ENSTİTÜSÜ ÖĞRETMENİN ÖĞRETMEN KIZI
Derinler, derinden ilerler, sonra karşıdan, geçip kendini izler, tüm yaşamı boyunca uzaktan hep kendisine baktığı gibi. Doğru yolda olduğunu anlar ve başını gururla kaldırır.
Çünkü erken öğrenmiştir, öğrenebilme dışında “gerçekleştirme” olayını, bizzat uygulamıştır.
“Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolunda çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen, buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engellerde yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak, bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse söyleyenlere güleceksin.” Mustafa Kemal ATATÜRK
Herkes bilir ki eğitimin temeli aile, yapılanması; şekillenmesi eğitim ve öğretim ortaklığı, yani okuldur. Okul ise her alanda olduğu gibi nitelikli öğretmenlerle oluşur. Nitelikli öğretmen farkı, sadece yetiştirdiği bireylerin mezuniyeti ile son bulmaz, çünkü zaten sonsuzdur. Ta ki o görevi bırakana kadar. Nadir de olsa ekmek kazanmak gayesi dışında olanları ayrı tutarak, yaşamda bu işi gönüllü yapmaya, yani mesleki olarak seçmiş olsalar da aslında “Öğrenme ve Öğretme” nin, bir yaşam biçimi, felsefesi olduğunu bilirler.
İşte ne şanslıyım ki, adını duyduğum ancak birebir uzun uzun sohbet imkânı bulamadığım, bir mavi boncuk daha kazandım.
Hem de biricik annemiz, Zübeyde Annemizin 100.yılında, İzmir, Karşıyaka’da anmak için sabaha karşı yola çıkarken göz göze geldik, yan yana oturduk. Hem de İzmir’li, öğretmenim ile. Sonrası Çydd üyeleri olarak arka arkaya koltuklarda, dört güzel insan, otobüste bir araya geldik.
Eski nikâh memuru ki; o renkli insanı da başka zaman anlatacağım, Nursel Kırdar ile önümde oturuyorlardı. Sonra dönüş yolunda, Küçükkuyu tarafına doğru ayrılmak durumunda kalınca, Hocamla baş başa kaldık. Tabi benim canım arkadaşım, İmren’ciğimi es geçmeyelim.
Kimdi peki, bu mavi boncuk.
Kendisi benim lisemde stajını yapmış, benim doğup büyüdüğüm semtin ikinci güzel okulunun lisesinde öğretmenliğe devam etmiş, Ermeni okulu dâhil olmak üzere çok güzel bir öğretmenlik süreci geçirmiş. İzmir’e girerken, onun naif ve güzel sesinden; “İşte, benim memleketim” diyor.
“Geldik!”
Geldik! Evet, benim içinde son derece kıymetlidir, İzmir’im. Kaç kez TV programlarına konuk oldum. İlk romanım, İzmir Kitap Fuarında gerçekleşti.
İzmir; dostlarım, Atam, Hasan Tahsin, Mustafa Necati.
Benim için birçok değer elbette. Say say bitmez.
Dedim ya derinliğiniz kadar siz, sizsiniz.
Bütün yolculuk programı boyunca yanımdaydı. Yanındaydım. Saat kulesinde, Hükümet Konağı önünde, restoran da, ihtiyaç molasında. O sıcaklığı, kendim gibi birini bulmanın huzuru dışında, beni kızı gibi görmüş bir büyüğüm. Öğretmenim, Yazarım, İnsanım.
Dönüş yolculuğumuza geçtiğimizde, bir otobüs dolusu insanı, kendisinin bir hafta sonra yeni bir Felsefe söyleşisi olan ve konu başlığı, “İnsanı Anlamak”, üzerine YUNUS EMRE ile “Gelin tanış olalım”a, davet etti. “Bizim Yunus” u anlatacağım, dedi.
Sıkı mı, sıkı, Atatürk, insanı. Sağlam. Ne istediğini, bilen. Yanlışa, eyvallahı olmayan, bu insanlar her zaman lazım.
Kendi kendime ne yapabilirim, diye düşünürken iki yıl kadar önce yapılan Çydd kahvaltısına kitaplarını bıraktığını söylemişti.
Daha önceden, böylesi günler için tedarik ettiğim, “Kalpaklı Atatürk” çerçevesini kendisine takdim edelim, diye yönetimime öneride bulundum. Ne de iyi etmişim. Tam yerini bulmuş olmasından o kadar huzurluyum ki. Kendisi, “ Bu çok kıymetli tabloyu, evimin başköşesine koyacağım” dedi.
Prof. Dr. Türkan Saylan gibi derinlerin, o mertebeye ulaşmışların, Kardelenleri, takdim ettiler. Işıl ışıldı, Kurşunlu Han.
Hiçbir ego savaşına girmeden, yapıcı, onarıcı, güzelleştirici insan olabilmek, işte en başta dediğim; içerden ya da dışarıdan, tıpkı Atatürk’ümüzün dediği gibi yıpratıcı, yorucu, yalnız bırakılır olsak da, eninde sonunda doğruyu gösterebilen, gerekirse hastalıklarla bedel ödetilen, derin tarafın ışığı, her zaman sonsuzdur.
Mehpare Ümit Kılıç, bu güzel ismi sona doğru sakladım, çünkü o kadar güzel yansımakta ki ismi de, tıpkı şahsiyeti gibi . Yani varlık boyutu, isminin ötesinde. O hayatı, çoktan aşmış. Hâlâ biricik torunu, Han, için az daha yaşayayım diye gereksiz söylemlerde bulunsa da; Mehpare Öğretmen, eşi zor bulunur, kıymetli bir değerimiz.
Edip Cansever’in dediği ve dilimde pelesenk olmuş, “Mavi, bende huydur, bir renk değildir” deyişi gibi “Huydur bende, sevdiğimi bırakmam, hem de kıymetli ise üstelikte, Köy Enstitüsünden bir miras ise…”
Ne değerlisiniz, Sevgili Hocam.
Ne değerli.
Otobüste konuştuğumuz anılarınızı paylaşacağız, konuştuğumuz gibi.
Şimdilik ellerinizden öpüyorum.
Akşam, Öğretmenimin, bana ifade etmiş olduğu, o güzel sözleri ile noktalıyorum:
“Kızım, ben de gözlerinden öperim. O içinin aydınlığı, gözlerinin pırıltısı, seni aydınlık olanlarla karşılaştıracak, eminim.”
Sağol, Varol Öğretmenim.
Sonsuz saygı ve sevgimle…
Yorum Yazın