İmge kavramı üzerine
İmge kavramı; yıllar yılı pek çok kez tanımlana gelmiş olsa da, hala bütün gizemi ile söyleme zenginlik, derinlik kazandıran, zihnin sınırlarını genişleten ve pek çok tanımlama ile sürekli yeniden ve içi içe açılan sihirli bir penceredir
Öyle ki, üzerine söylenecek binlerce söz olması, onun uçsuz bucaksız ve insan zihninin koşulları elverdiğince sonsuz olması özelliğinden geliyor.
Yaratıcı tavrın ve/veya yaratım sürecinin belki de ilk ve öncül koşulu olan imge ve imgelem, sadece sanat ya da felsefenin konusu değil, gündelik yaşamın içerisinde de kendini var eden ve insanların zihinsel ve düşünsel süreçlerini organize eden bir kavram.
Türk Dil Kurumu imgeyi şöyle tanımlıyor.
Bir nesneyi doğrudan doğruya yeniden tanıtmaya yarayacak bir biçimde göz önüne seren şey, duyu organlarıyla algılanmış olan bir şeyin somut ya da düşüncel kopyası.
İmgeyi bu bağlamda ele aldığımızda, gördüğümüz, dokunduğumuz, duyumsadığımız herhangi bir nesnenin somut ya da düşünsel tarifi biçiminde değerlendirebiliriz. Bu tanım algıladığımız nesnenin nesnel gerçekliği ile zihinde beliren biçiminin bir arada oluşturduğu yeni tarifi ifade eder. İmgenin bu biçimde tarifinden “Görme ve Anlama Düzleminde Toplumsal İfade Eleştirisi” adlı yazımda da bahsetmiştim. Fakat bu tanım, nesneye düşünsel bir yenilik ya da boyut kazandırsa da imgeye nesnel bir tanımlama getirmektedir.
Öyleyse, imge için, gerçek ve somut bir nesnenin tarif yolu ile zihnimizde yeniden tanımlanması demek yeterli midir? İmge gerçekliğin bir yansıması ya da kopyası mıdır?
Eğer böyle olsaydı, sanatsal yaratı ya da felsefenin üretilmesi sürecinde imge bizim için, sıradan bir araç olarak kalırdı. Oysa bu genel tanımlamanın dışında, imgenin yeniden var eden tarafını da ele almak gerekir.
Nimet Keser’in “Sanat Sözlüğü” kitabında ise, imge ile ilgili şöyle bir tanım yer alıyor. “İmge gerçekliğin tıpatıp kopyası değil, gerçekliğin zihni süreçlerle yeniden kurulmuş biçimidir. Bu nedenle yeni bir şeyi temsil eder”
İşte bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, imge nesnel gerçekliğin yeniden biçimlenmesi ve nesnel gerçekliğin insan zihnindeki yansımasını ifade ediyor. Bu yanımsa ile gerçeklik başka bir boyutta kendi özel alanını ve zihinsel gerçekliğini oluşturuyor. Böylece somut algılanan nesnel bir gerçeklik, bir başka düşsel gerçekliğe evirilerek hem dile hem de insanın düşünce evrenine yeni bir pencere açıyor.
Kabaca birkaç tanımla daha devam edecek olursak;
Platon imgeyi gerçekliğin bir yansıması olarak görüyor. Ona göre imge, yanılsamadır ve gerçekliğe uygun olarak yorumlanması gerekir.
Epiküros, Empeddokles, Gorgias, Demokritos ve Prodikos gibi Antik çağ filozofları ise, imgenin maddesel olduğunu ileri sürüyor ve düşsel bir tanımlamaya yer vermiyorlar. Yani imgenin, nesneden kaynaklanan bir yansıma olduğundan söz ediyorlar. Bu anlamıyla imge; algılanan nesnenin biçimini ve özgünlüğünü bozmadan zihnimizde oluşan görüntüsünü ifade ediyor. Bu nesnel tanımlama az önce de söylediğim gibi, sanatta ve felsefede, hatta günümüzde gerçek yaşamda bile, kullanılan imge kavramını karşılamıyor. TDK’nın tanımı ile de örtüşen bu tanımlama Antik Çağ’dan bu yana sözlük karşılığı olarak yerini korusa da, sanatta, felsefede, psikolojide ve daha pek çok alanda imge kavramı üzerine düşünceler git gide başka boyutlar ve açılımlar kazanmaya devam ediyor. Gelişen ve genişleyen yanı ile de anlatımın, aktarımın estetiği, derinliği açısından en temel unsur olma özelliğini sürdürüyor.
Öyle ki, sonraki dönemlerde imge tanımı biraz daha genişlemeye başlıyor ve Descartes, imgeyi algılanan nesnenin, zihnimizde bıraktığı izler olarak tanımlıyor.
17. yüzyıl’a gelindiğinde ise, imge kavramının zihinsel ilişkisi daha da belirginleşmeye başlıyor. Gottfried Leibniz anlık duyulardan ve imgenin anlık duyularımız sonucu edindiklerimizin zihnimizde bıraktığı izler ve bunların yeni zihinsel çağrışımlar ile başka formlarda biçimlenmesinden söz ediyor. David Hume’un, fikrin duyulur izlenimin bir kopyası olduğundan söz etmesi ise imge kavramının tanımını genişletiyor. Duyulur izlenimler sonucu elde edilen bilgi, bir başka düşünce ya da sözsel ve/veya davranışsal izlenime sebep oluyorsa, imge nesnel gerçekliğin zihinde yeniden biçimlenerek bir başka forma dönüşmesini doğruluyor.
Bilinçaltını da bir nesne olarak tanımlayan Sigmund Freud ise, imgeden, bilinç/bilinç dışı ayrımına karşılık gelen tasarımlar olarak bahsediyor. O anda oluşan nesnel gerçeklik algısı ile insan zihninin önceden biriktirdiği ve bilinçaltında depoladığı bütün süreçlerin etkilerinden oluşturduğu zihinsel algının kesiştiği yerde ortaya çıkan yeni bir sürecini işaret eden Freud’da imgenin, düşsel süzgeçten geçen gerçekliğin yeni formu olduğu düşüncesini doğruluyor.
Jean Claude Rolland’ın imge üzerine sözleri ise, bize imgenin sürekli açılır dünyasını daha net ifade ediyor. Şöyle diyor Rolland; “Sözle gelenle düşte ortaya çıkanı ilişkilendirerek iki sürecin de başvurduğu dil ve düşünce düzleminde ruhsal alanın yeniden düzenlenmesi”.
Görüldüğü üzere, maddesel ve nesnel olanın zihinde yansıması süreci olarak tanımlanan imge kavramı yıllar geçtikçe kendi öznel alanını oluşturmuş ve dış dünyada algılananın zihinsel süreçten geçerek dile ve düşünceye yenilikler katan ve başta da söylediğim gibi insan zihninin koşulları elverdiğince sonsuz olması özelliğini ortaya koymuştur.
Deleuze, bir kavram yaratımının gerçekleşebilmesi için öncelikli olarak bir zorunluluğun ortaya çıkması gerektiğinden bahseder. Burada sanatsal ya da felsefi üretimin, çevresel koşulların ve yaşamda karşılaşılan hemen her şeyin, insan zihninde yeniden şekillenerek kavramsal, kurgusal ya da nesnel anlatımlara evrilmesinden bahsedilebilir.
Deleuze şöyle devam ediyor. Bu zorunluluk hali, filozofu kavram yaratmaya yönlendirir.
Kavram üretme isteğini ve gücünü içinde bulunduran bir filozof, düşüncelerini ortaya koyarken, ilkin önceden üretilmiş kavramlara başvurur. Fakat edindiği fikirlerin, bu kavramlar ile tam manasıyla karşılanmadığını düşündüğünde, yeni bir kavram yaratma isteği ve çabası içerisine girer.
Freud’un tanımlaması ve Deleuze’nin bu yaklaşımı açıkça gösteriyor ki, algılanan gerçeklik üzerinden zihnimizde oluşan fikir ve düşünceleri ifade etme eylemi sırasında, ortaya koyduğumuz kavramlar, tanımlar ve önermeler ve bunları söyleyiş biçimimiz, bizi imgeye oradan da imgeleme götürür. Yaratım süreci içerisinde, algılanan gerçekliğin zihnimizde bıraktığı izlerden ortaya çıkardığımız her çeşit fikir ve düşüncenin temelinde imgenin gücü ve imgelem yatmaktadır.
Yaşadığımız nesnel dünya üzerine bilgi edinme süreci; gözlem, soyut düşünce, düşünceler arası ilişki kurma ve bu ilişkileri bir biçimde ortaya koyarak somutlaştırma üzerinedir.
Algıladığımız ve duyumsadığımız bütün veriler, zeka ve sezgimiz ile bilinçli bir seçimden geçerek, zihnimizde somut fikir, söz ya da görüntü oluşturur. Bütün bu uyarıcılar ve algılanan nesnel gerçeklik ortadan kalktığında ise, zihnimizde oluşan izler ve onlardan ortaya çıkardığımız her çeşit fikir, kavram ya da etki birer imgedir.
Zihinsel belleğin, imgenin depolandığı ve oluşturulduğu bir alan olduğunu da söyleyebiliriz.
Kimi zaman algılanan bir gerçeklik, başka zamanda başka mekanda ve belki de bambaşka bir konuda algılanan bir gerçekliği bekler ve bir araya geldiğinde zihnimizde somutlaştırabileceğimiz bir imgeye dönüşür.
Van Gogh’un şu sözünü hatırlayalım. “Kafamın içinde bir belirip bir kaybolan kesinleşmemiş birtakım resimler dolanıyor”.
Michael Michalko’ya göre, insan beyni gerçek bir deneyim ya da algı ile canlı bir hayali deneyim ya da algı arasındaki farkı tüm ayrıntıları ile ifade edemez. Zihin gerçek ve kurgusal deneyimlerden geribildirimlerle yaratıcı enerjisini artırır. Gerçek ile Düşsel Kurgu arasındaki fark azaldıkça yaratım süreci de artarak devam eder.
Bu yanıyla bir sanatçı ile bir çocuğun hayal dünyası ve imge dünyası arasında benzerlikler vardır. Sanatçılar aslında, zihinsel kurguyu ve imgeyi metafor ya da kavram olarak düzenli ve estetik biçimde ifade edebilen yetişkin çocuklardır.
Bir yanıyla da, sanatçı, aslında imgeler ve imgelem ile gerçekliği bozan ve yeniden kurandır.
İmgeleme ancak bu kadar güzel anlatabilirdi