Erdem Beliğ Zaman

Erdem Beliğ Zaman


Güz mevsimi, söz mevsimi...

Güz mevsimi, söz mevsimi...

Her mevsim, doğayla insan arasındaki bir anlaşma neticesinde pay edilmiş gibiydi. Bir mevsimde doğa uyanır, insan uyur; yine bir mevsimde insan konuşur, doğa sukûta erer; diğer bir mevsimde doğa renkten renge bürünür, insan üzerine koyuları çekerdi…

Yazın dalgaların, kışın fırtınaların lisanı doğacaydı… İlkbaharda hayata dönen doğa kendini yalnız eriyen kar sularıyla çağlayan bir nehirde değil; harıl harıl çalışan bir insan seli içerisinde de akarken bulurdu…

Hazan ise bambaşka bir zamandı… Koca bir senenin uyku mahmuru doğa, serin yellerin sükûnu içinde gözlerini uykuya kapamaya hazırlanırken insan, “Sıra bende, sözüm var!” deyip fırlardı… Şairler o güzelim şiirleri ne ara kâğıda döktü sanıyorsunuz?

Yahya Kemal Beyatlı’nın Boğaz’ın yavrusu Kandilli’de, Teşrini yani Ekimi karşılaması ne kadar hoştu:

Artık ne gelen ne beklenen var…

Tenha yolun ortasında rüzgâr

Teşrin yapraklarıyla oynar…”

Ya da Ziya Osman Saba baharsız kalmanın acısını, kış korkusuyla nasıl da hissettirmişti:

“Çiçeğin rengi soldu, bitti şarkısı kuşun.

Yol tenha, dal mecalsiz, su durgun…

Tabut yapılan tahta, ev ev taşınan odun.

Bahar, ümit yerine, ey kış içimde korkun!”

Boğaz’ın pembe sularında halkalanan aşk akşamlarında şiirleri kulaktan kulağa fısıldanan Hüseyin Siret Özsever; güz mevsimini bahçeli köşkündeki hayal içinde karşılamıştı:

“Bir baykuşun ürktüm acı bir kahkahasıyla,

Hicran elinin fecre kavuşmaz gecesinde,

Hasretle öten bülbülün efgânı yorulmuş;

Yok eski bahar aşkı, seher şevki sesinde,

Bir gül alevinden tutuşan kalbi kül olmuş,

Mevsim sonu güller dökülür son nefesiyle…”

Şimdi doğayla insanın mevsimler üzerindeki anlaşması bozulmuş olacak ki ne tabiatın kucağında bir bebek gibi sallanan köşkler var, ne sade ay ışığının aydınlattığı karanlık geceler, ne kuşların ötüştüğü dallar, ne de o dallarla örülü ağaçlar…

İstanbul’un Yahya Kemal Bey’in, Ziya Osman Bey’in yahut Hüseyin Siret Bey’in o nahif dizelerindeki şehir olduğuna bugünün İstanbul’unu gören birine yemin etseniz inandıramazsınız! Çünkü bu şehirde duyduğumuz baykuş sesi değil trafikte sıkışmış arabaların korna sesi artık… Öten bülbüller yerine, ambulansların sirenleri… Kalbi tutuşturan bir gül alevi mi bilmem fakat bugünün meşhur tutuşturucuları ya bir cıgara izmariti ya da söndürülmeyen bir mangal ateşi… Suya düşen romantik aşk kelimeleri değil mezun gençlerimizin hayalleri… Yollara dökülenleri kuru ağaç yaprakları sanmayınız, onlar ucuz ekmek arayan vatandaşlar…

Fakat güz mevsimi gene de bir söz mevsimi. Değişen sadece sözün içeriği. Bu söz mevsiminde Muhalif ailesine katıldığım için mutluyum. Sadece güzün değil, diğer mevsimlerde de siz kıymetli okuyucuların sabrı kadar söyleyecek sözüm olacak. İlk sözüm de hâlâ çiçekten, böcekten ve hazandan bahseden şairlere gelsin:

“Vaktiyle geçermiş kuru yaprak ve Boğaz’la,

Tekrarı bırak eskiler anlattı hazanı...

Mevsim yine güz amma sorunlar dolu… Şair,

Boş ver dünü anlat bu solan kirli zamanı!”

Anlatınız ki, ne halde olduğumuzun hiç değilse okuyan idrakine varsın!

telif

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar