Kimi zaman “dünyanın en şanslısı olduğumu” düşünüyorum.
-Nasıl yani?
Demeyin, evet, “gelip geçmiş en güzel kadınlardan kabul edilen Audrey Hepburn”den de, “dünyanın bir numaralı lideri” sıfatını her şeye rağmen 4 yıl taşımış olan Trump’tan da, hatta üst üste iki kez lotarya kazanan bilmem kimden bile şanslıyım. Zaten hep böyle değil midir? Aşığa, kendi aşkı dünyanın en büyük aşkıdır, hastaya “herkes bunu yaşıyor” denmez, onunki dünyada tektir, hele “dünyanın en kıymetli çocuğu” ise sadece ve sadece kendi annesinindir...
-Aman uzattın lafı gene
Duydum, duydum.
Peki, şimdi anlatacağım sahneye buyrun o zaman...
Tokyo’dan Honshu Adasına geçiyoruz, Nagoya’ya geldik... Bütün gün gezdik, Ortaçağdan kalma Kaleyi, müzeyi filan, ama gözümüz saatte, akşamı iple çekiyoruz çünkü Kisu Nehrindeki balık avlama şölenini izleyeceğiz.
-Bakalım şölen dedikleri neymiş?
Akşamüstü, nehir kıyısına yürüyerek varıyoruz, ahşap iskeleye bağlı uzun kayıklardan birine buyur ediliyoruz, yolcu tamamlanınca nehre açılıyoruz...
-Gece vakti kürek çekilen kayıkla sefa ha? Eski şarkılardaki gibi mi?
-Yok canım, o notalar, sesler yok oldu gitti, artık çalınmıyor hiçbir yerde.
Kayıkçılar küreklere asıla dursun, hava kararıyor... Sular simsiyah, ortalığa sessizlik hakim. Kayıkçı küreği bırakıp, tepemizde sallanan kırmızı fenerlerdeki kandilleri tutuşturuyor.
-A, ne güzel oldu şimdi, bak, bizden uzaktaki kayıkların fenerlerini de yaktılar, ateş böceği gibi göz kırpıyor hepsi.
Epey uzaklarda, gecenin karanlığında, sislerin arasından güçlükle seçilen ışıklı yapıya gözümüz takılıyor, yaklaştıkça görüntü netleşiyor. Oooooo, nefes kesici bir manzara, masal kitabının liğme liğme cildini terkedip de karşımıza fırlamış gibi duran o muhteşem yapı artık tam karşımızda, büyülenmiş gibiyiz.
-Gündüz gezmiştik, Shogunlar (*) döneminden kalma kale değil mi o?
-Evet evet, ta 1600‘lerde yapılmış ünlü Nagoya Kalesi...
Herkes susuyor, gecenin içinden sıyrılan görüntü nefes kesiyor.
Kayıkçı, içecekleri getirdi, kocaman şişelerde Kirin Birası ve küçük tabaklarda bir kaç parça sashimi ve sushi. Şu sepetlerde sunulan pirinç patlaklarını da seviyorum, peki aralardaki o yeşil yuvarlaklar ne? Ağzıma bir iki tane atıyorum, of yandım, acının acısı wasabiden yapılmış meğer onlar. (**)
Biralar yudumlanırken herkes susuyor, kürekçi bile... Balıkçılar birazdan gelecek.
-O çığlıklar ne?
Evet evet, uzakta, suların üstünde ateş yumakları var, çığlıklar duyuluyor, gittikçe yaklaşıyorlar...
Gerçek bir şölen bu, iğ gibi ince, upuzun balıkçı kayıklarının burnuna meşale gibi yanan dev toplar tutturulmuş. Alevlerin arasından güçlükle seçiyoruz, kayıklara iple bağlı karabatakları... Balıkçılar ateş topu ile yanımızdan geçerken farkediyoruz, karabatağı iple yukarı çeken balıkçı, ağzından balığı hemen alıp yanındaki sepete atıyor, Nagoya’lı rehber anlatıyor:
-Kayıklara iple bağlı karabatakların boynundakileri gördün mü? Tahta halkaları? Kayığa bağlı karabataklar suda ilerlerken, kayığın burnundaki ateşin ışıklarına yükselen balıklar suyun yüzeyine çıkınca, karabatak gagasıyla hemen tutuyor ama boynundaki halka yüzünden yutamıyor... Tabii balık balıkçıya hemen yem oluveriyor... Meşhur Ayu balığıdır onlar, çok lezzetlidir, belki akşam yemeğinde size ikram ederler.
Şölen bir saat sürdü, huşu içinde izledik, otelimize döndük. Akşam yemeğindeyiz şimdi.
-Oooo, demek karabatağın boğazından çıkarılan Ayu balıkları bunlar... Gerçekten çok nefismiş...
Yemeğin ardından nehir kıyısındaki otelimizin teras katındaki mini kaplıcaya çıkmamı ısrarla önerdi Nagoyalı rehberimiz. Eh haydi bakalım, onu da denemedik demeyeyim...
Üst kattaki kaplıcanın girişinde bembeyaz havlularla karşılıyor beni kimonolu teşrifatçı. Havlularımı alıp içeri giriyorum.... Ortadaki sıcak havuzun buharı, terası çepeçevre dolanan camekanı da hafifçe buğulandırmış.
Buğulu camların ardında yine nefes kesen bir manzara, muhteşem şato...
Sıcak havuzda bir kaç Japon hanım var, beni zarif bir baş işaretiyle selamlıyorlar:
-Konichiwa
Havlularımı kenara koyup ben de yavaşça suya giriyorum... Sıcacık su beni şefkatli bir battaniye gibi kavrıyor... Başımı havuzun kenarına yaslayıp buğuların ardındaki şatonun titrek görüntüsüne dalıyorum. Bilmediğim enstrümantal melodiler kulağımı okşuyor, Shintoizm’in (***) arınmakla ilgili öğretileri geçiyor aklımdan...
Ağustos 1987-Japonya
(*) https://www.ancient.eu/Shogun/
(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Japon_mutfağı
(***) https://www.japan-guide.com/e/e2056.html
https://bennursunerel.blogspot.com/
Yorum Yazın