Paris’te parlamento seçimlerine denk gelmek, benim gibi gezginler için doğrusu ilginç bir rastlantıydı. Oy kullanmaya gidecek bir arkadaşıma eşlik ettim, “yurtdışındaki kızının vekaleti” de üstünde olan arkadaşım, elektronik cihazda çifte oy kullandı, solcu partiler bloğu NUPES’e (Sosyal ve ekolojik yeni halk birliği) oy verdi. Sonuçlardan mutluydu, “Macron topal ördek durumuna düştü, artık bütün projeleri rafa kalktı, emeklilik yaşını filan artırmayı düşünüyordu, bunları asla yapamaz” dedi.
Oysa seçim öncesi konuştuğum, iş dünyasından bir başka bir isim ise, “Eğer Macron parlamentoda çoğunluğu alamazsa ekonomi ve iş dünyası için durum hiç iyi olmaz, Fransa’ya gelen dış yatırımlar ya tamamen durur ya da şu andaki gibi, ucuz işgücü ve cazip teşvikler nedeniyle Fas’a kayar” diyordu.
Seçim sonrası çok konuşulan noktalardan biri de “aşırı sağı bitireceğim” diye iktidara gelen Macron’un aradan geçen zamanda bitirmek şöyle dursun, aşırı sağın agresif temsilcisi Marine Le Pen’in sandalye sayısını neredeyse 10 kat artırması oldu. Böylece seçilmiş bir Cumhurbaşkanı Fransa’da 30 yıldır ilk kez parlamento çoğunluğunu yitirirken, aşırı sağ da ilk kez sandalye sayısında bu kadar güçlü duruma geldi.(*)
Biz gezginler ise seçimlerden kendimize göre kimi dersler çıkarmakla birlikte, daha çok Paris’in her köşesini yeniden keşfetme hevesindeydik. Ama en hoşuma giden, sol ittifaktan aday gösterilen temizlik işçisi Rachel Keke’nin, Macron’un eski Spor Bakanını alt edip, parlamentoya seçilişi oldu. Bırakalım, bizde “Alevi Cumhurbaşkanı adayı olur mu olmaz mı?” Tarzındaki tartışma sürsün gitsin…
-Musee D’Orsay’deki (**) yeni sergileri gezdin mi? “Cehennem Kapısı”nı taşımışlar mı? Nasıl olmuş yeni yerinde? Pere Lachaise’e gittin mi? Başka neler yaptın?
Diye soruyorsanız. Evet, Musee D’Orsay’ın tüm katlarını, salonlarını saatlerce arşınladım. “Cehennem Kapısı”nı bir üst kata almışlar, ama sanki eski yeri bence daha iyiydi…
Müze D’Orsay’deki Van Gogh kolleksiyonu öteden beri çok zengin, Louvre’da Mona Lisa’ya yapılan pastalı saldırıdan sonra mı bilmem, Van Gogh resimlerini cam arkasında koruma altına almışlar, yaşamında “tek bir tablosu bile satılmayan” bahtsız ressamın kendi odasını resmettiği tabloyu yine dakikalarca seyrettim durdum.
Müzedeki geçici sergileri gezerken Gaudi’den ilginç parçalara rastladım, hayran kaldım. Fakat doğrusu beni bu kez en çok etkileyen isim, “ressam, heykeltraş ve de halıcı!” evet, halıcı Aristide Maillol (***) oldu. Onun çıplak kadın heykelleri, eskizleri, tabloları ve hatta ve hatta kendi eliyle işlediği duvar halıları olağanüstü ilgimi çekti.
Fransa’nın en ünlü sanatçıları, müzisyenleri, ressamları, heykeltraşlarının gömülü olduğu Pere Lachaise mezarlığına da gittim ama çok üzüldüm. Neden mi? Sürgünde ölen sanatçı, Ahmet Kaya’nın mezarına da uğradım, keşke uğramaz olaydım. Kaya’nın mezar taşındaki rölyefine birileri saldırmış olsa gerek, burnunu kırmışlar. İsyan etmemek mümkün değil…
-Sesiyle devleşen sanatçıya Kürtçe şarkı söyledi diye “Vay Şerefsiz” (****) dediniz, ülkeden kovdunuz, sürgünlere yolladınız, yaban ellerde memleket hasretiyle öldü de hala hıncınız soğumadı mı? Mezarından ne istediniz? Mezar taşını da mı okumadınız?
-Tarifi imkansız acılar içindeyim, gurbette akşam oldu yine, rüzgar peşindeyim…
Yılmaz Güney’e de uğradım, neyse ki, yine sürgünlerde yitirdiğimiz Güney’i son günlerde ziyaret eden çok olmuş anlaşılan, mezarı çiçeklerle donatılmıştı.
Maria Callas’ın bir zamanlar küllerinin durduğu, küçük mermer “niş”i de gördüm, vasiyeti üzerine Callas’ın külleri sonradan oradan alınıp, Ege denizinin mavi sularına serpilmiş, iyi ki de öyle olmuş. Sağlığında “zarif gül buketleri” ile karşılanıp, uğurlanan Callas’a, o plastik çiçekler yakışmazdı doğrusu.
-Paris denince Champs-Elysee’de bir macaron-şampanya keyfi yapılmaz mı?
-E, tabii ki, Ladurree’nin restoran kuyruğunda 1 saat beklemeyi göze alıyorsanız, evet…
Geçmişi 1862 yılına değin uzanan ünlü pasta salonunun her gün fırınlarından tepsi tepsi çıkarıp meraklılarına sunduğu, badem unu ile yapılan, ağızda eriyen “macaronları” dünyaca ünlü… Gezginler kapısında uzun kuyruklar oluşturmaktan hiç usanmıyor… Nedense bizde de pek çok pastacı denese de bence macarondan aynı sonuç alınamıyor. Pasta ustaları zaten dünyada da bu konuyu tartışıp duruyorlar. Eh, bizim kendi “acı badem kurabiyemiz” bile yok olmaya yüz tutmadı mı? Nerede kaldı macaron taklidi yapmak?
-Aaa, söylemeden geçmeyeyim, Fransa’da, yeme içme sektöründeki en büyük sorun bugünlerde “hardal kıtlığı” imiş. Fransızlar ünlü hardalları “Amora”yı bulamamaktan çok yakınıyorlar, bu hardalın tohumu Ukrayna’dan ithal ediliyor, Fransa’da son şekli veriliyormuş, sürüp giden savaş nedeniyle hardal kıtlığı yaşanıyormuş şimdilerde.
Aslında kısacık bir seyahat bile insanı baştan sona yeniliyor, mutlu kılıyor.
Paris’te görülecek, gezilecek yerler asla bitmez. Duydum, “Seinne Nehrinde Bateou Mouche’a bile binemedik, daha Louvre’u gezecektik, Marcel Proust’un kayıp zamanının peşinde koşacaktın, bunları neden paylaşmadın?” diyorsunuz ama ne yapayım ki, “yerim dar!”
Bu güzelim kentte sanatla iç içe geçirilen günler insana “yaşama sevinci” veriyor, bu nedenle sizlerle izlenimlerimi kısa da olsa paylaşmak istedim.
Tabii ki asıl dileğim, “pula dönen” paramızın yeniden değer kazanması ve sizlerin de sık sık seyahatlere çıkabilmesi… Hepinize şimdiden iyi yolculuklar…
(*)https://www.aa.com.tr/tr/dunya/fransada-macronun-ittifaki-mecliste-salt-cogunlugu-saglayamadi/2617935
(**) musee d'orsay tickets
(***) https://www.gazeteduvar.com.tr/hurriyet-gazetesinde-vay-serefsiz-yazisi-haber-1542409
Nursun hanım, Paris günlüğünüzü okudum. Trabzon'dan selamlarımla.