“Siyasi ortam, pandemi, burnumuzun dibinde aralıksız süren savaş, anormal pahalılık hangimizde huzur bıraktı?” Diye sorsam acaba kaç kişi, “yok yahu, ben gayet iyiyim, keyfim yerinde” diye ses verir?
Bilmem? Böyle şanslılar varsa, acaba bir elin parmaklarını geçer mi?
Geçenlerde müzik aletleri satışı yapan bir dostla sohbetteydik dedi ki:
-Yahu inanır mısın bu yıl Ankara’da tek bir piyano dahi satılmadı!
Ne acı…
Bir zamanlar ilkokulda başlardı müzik eğitimi, çocukları okul çantalarının yanında omuzlarına astıkları mandolinleriyle görürdünüz okul yolunda. Ben de onlardan biriydim. Okuma yazmayla birlikte notaları söker, çok sesli müziğe kulak kabartırdık. Türkiye gerçekten de Cumhuriyet döneminin atılımlarıyla pek çok alanda çağdaşlarını yakalama yolunda hızla ilerlerken ne oldu da bu ışıklı yol bıçakla kesildi?
Oysa 20 yıl öncesine değin, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunun en öndeki protokol sıraları devlet adamları tarafından hiç boş bırakılır mıydı? Opera’nın “şeref locası” darbeci lider Kenan Evren zamanında bile sık sık kapılarını açmamış mıydı?
“Müzik ruhun gıdasıdır” diye boşa mı söylenmişti? Atatürk “Müziksiz kalan bir milletin hayat damarları kesilmiş demektir” sözleriyle hepimize seslenmemiş miydi?
O halde nedir şu anda içinde yaşadığımız bu sosyal ve kültürel kuraklık? Tamam, camilerin sayısı okulları kat kat geçti, o hazin hazin duyulan ezan sesi artık çok eskilerde kaldı, hoparlörlerine kulak zarını yırtacak desibellerde izin verdiniz de, nedir şimdi bu müzik yasağı? Neymiş efendim, müzik yayınları saat 01.00’den sonra halkımızı rahatsız ediyormuş! O zaman herkesi aynı torbanın içine koyup genel yasak getireceğinize, “şikayete bağlı” kılsaydınız ya yasağınızı. Ama dert bu değil, Cumhuriyet kazanımlarına ve “güzel olan her şey”e karşı durmak!
Yılda bir kaç “harika çocuk” (*) daha Avrupa’da klasik müzik eğitimine devam etse fena mı olurdu? İdil Biretler, Suna Kanlar, Gülsin Onayların sayısı biraz artsa kim bilir neler kazanacak, nasıl zenginleşecektik öyle değil mi?
-Boş ver yahu, millet günlük ekmeğinin peşinde koşarken sen neden bahsediyorsun? Hayal dünyasında mı yaşıyorsun? Dediyseniz size yanıtım yok.
Sadece geçen gün izlediğim Can Çakmur (**) piyano resitalinde yaşadığım mutluluğu paylaşayım… Sahnede “kırılgan, zarif bir biblo” gibi duran bu genç adam, klavyeye dokunur dokunmaz nasıl oluyor da kükreyen bir aslana dönüşüp, kocaman bir dev haline gelebiliyordu? Pek çok yarışmada dünyanın en prestijli ödüllerine değer bulunuşu demek Çakmur için sadece bir şans, bir rastlantı değildi…
Üstelik genç piyanistimiz sadece kulaklarımızı şenlendirmekle kalmadı, sevdiği ressamların tablolarını da perdeye yansıtıp, ressamın fırçasıyla tuvale aktardığı yorumlara kendi görüşünü de katarak bizi düşlere salmadı mı? Bambaşka bir aleme gittik, ne savaş, ne pahalılık, ne siyasi çıkmazlar kaldı aklımızda…
Düşünüyorum da Atatürk ismini silmek için ne kadar uğraşıp didinseler de bu asla mümkün olmayacak, heykellerini kaldırmak, adını taşıyan havaalanını kırıp dökmek, vasiyetini yok etmek yetmeyecek, notaları silseler de yenileri yazılacak, o yetenekli parmaklar, klavyelerde, tellerde hep gezinecek, güzelim sesleri, nefesleri hep duyacağız.
Ata’nın şu sözünü asla unutmayın: “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz fakat sanatkar olamazsınız.” Ayrıca, “Sanatçı el öpmez, onun eli öpülür…”
(*) 1948 Yılında Milli Eğtim Bakanı Hasan Ali Yücel öncülüğünde, müzik alanında özel yetenekli çocuklar olan İdil Biret ve Suna Kan’ın yurt dışına devlet bursu ile gönderilip yetiştirilmesi için çıkarılan 5245 sayılı özel yasa. Daha sonra (1956 yılında) güzel sanatların her alanında özel yetenekli çocukların belirlenip devlet bursu ile yurtdışında eğitim almasına 6660 sayılı yasa ile imkan tanınmıştır. N.E.
(**) can çakmur allegretto capriccio
Canım su gibi akan duru, temiz yazıların hep bizimle olsun dilerim❤️