Siyasetteki kısırdöngünün karamsarlığından biraz uzaklaşmak isterseniz, gelin kitaplar arasında kaybolalım.
Gerçi o da kolay değil, örneğin her elime alışta başa dönmek gibi bir durum hasıl oldu Proust’un Sodom ve Gomorra’sını okurken. İkide birde sözlüklere başvurmak, “Google’ı açıp kapamaktan yalama etmek” de cabasıydı bu okuma maratonunun. Proust Ustanın toprağı bol olsun da, “yazarlar anlaşılmamak için mi yazarlar?” Diye bir soru dönüp durdu hep kafamda.
Daha önce kitap kulübümüzde “Swann’ların Tarafı”nı okumuştuk, ama heyecanımı yitirmeden tamamlayabilmiştim onu... Aslında Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” dizisinin parçasıydı ustanın yaşamının son 17 yılını verdiği bu kitaplar... 3 bin sayfa, 1 milyon 250 bin sözcükten oluşan 7 kitap... Demet Hanımın evindeki tatlı sohbetimiz saatlerce sürmüştü... Aklımda kaldığına göre, hiçbirimiz kendimizi kitaba o kadar da verememiştik.
Bakıyorum da ben de Proust’u okumaya bir o kadar emek vermişim, Sodom ve Gomorra’ya 2013’de başlamışım, sonra dön baba dön... Sonunda bugün tamamlayabildim.
-Peki aklında ne kaldı?
Derseniz eğer, ustanın ustalığını tartışmak gibi bir cürette bulunamam tabii ki, ne haddime, ama okuduklarım, “o zamanın ruhunu yakalamak” açısından çok ilginçti. Bir kere kitabın adından da anlaşılacağı üzere, o dönemde de eşcinsel ilişkiler adeta lanetlenmiş ki gizliliğe bu kadar özen gösteriliyor. Usta belki kendisi de “o meşrepten” olduğu için bu aşırı özeni, mutlak saklanma gereğini çok çok iyi anlatmış. Yalnız bununla da kalmamış, bu çeşit ilişkilerin verdiği-verebileceği hazzı da bir o kadar iyi yansıtmış. İlginç bir nokta, bu kitapta başkişiyi (kendisini) kadınlara düşkün biri olarak göstermiş olması...
Neyse işte, kitabın ilişkiler tarafı böyle.Yalnız düşünüyorum da, Proust kalibresindeki bir Türk yazar şimdi çıkıp benzer bir kitap yayınlasa başına acaba neler gelebilir? Zaten İstanbul Sözleşmesini yürürlükten kaldırmalarının nedeni de belki LGBT korkuları değil mi?
Peki, kitap dizisinin 1913’de yayımlanmaya başladığını dikkate alırsak, şu paragrafa ne dersiniz?
“Tam prenses benimle konuştuğu sırada, Guermantes Dükü ve Düşesi de içeri giriyorlardı. Ne var ki, hemen yanlarına gitmedim, çünkü yolda Türkiye Büyükelçisinin eşine yakalandım; az önce yanından ayrıldığım ev sahibesini işaret ederek koluma yapıştı ve ‘Ah! Prenses ne harikulade bir kadın’ diye haykırdı.’diğer bütün insanlardan üstün! Bana öyle geliyor ki, erkek olsaydım’ diye ekledi, hafif bir Doğulu bayağılığı ve tenselliğiyle,’hayatımı bu ilahi varlığa adardım’
Biraz araştırdım o döneme denk gelen Türk Büyükelçilerini, bazı isimler üzerinde durdum ama o zamanlar bile korkarım “kadının adı yok”muş ki, sefirelerin isimlerine rastlayamadım.
Proust daha sonraki paragraflarda ise Türk Sefirenin kendisini cahilliği ile sinirlendirdiğini de dile getiriyor.
Tabii otomobilin, telefonun o yıllarda çok yeni icatlar oluşu da Proust’un pek çok ilginç yorumuna yol açıyor ama, şu yazdıkları yok mu? Beni benden aldı doğrusu:
“Ansızın, atım şaha kalktı, garip bir ses duymuştu; onu zaptedip, yere düşmemek için epey uğraştım, sonra başımı sesin geldiği yere doğru kaldırıp, yaşlı gözlerle baktım: Elli metre kadar yüksekte, güneşin ortasında, iki büyük, parlak çelik kanadın taşıdığı, pek seçemediğim yüzünü insana benzettiğim bir yaratık gördüm. İlk kez bir yarıtanrıyla karşılaşan bir Yunanlı kadar heyecanlandım. Ben de onun gibi ağlıyordum, çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim düşüncesiyle ağlamaya hazırdım.”
Dublin’deki Trinity Üniversitesinin ünlü kütüphanesi 200 binden fazla kitap barındırıyor.
Proust bu romanındaki olaylar dizisini nedense siyasi bağlamdan uzak kaleme almış, belki yaşananlar genelde Paris dışında, kırsalda geçtiği için. Neyse ki o günlerde patlak veren Dreyfus (*) Olayına biraz olsun değinmiş. Tabii, sürekli Dükler, Düşesler, Prensler, Prenseslerin muhteşem köşklerinde, malikanelerinde verdikleri davetlerde, yemeklerde geçen romanda, seçkinlerin bu olaya da bir kaç sözcükle değinmeleri değinme sayılırsa.
Ah, bir de Proust’un etimolojiye abartılı düşkünlüğünün beni deyim yerindeyse mahvettiğini söylemem gerekir. Fransadaki pek güzel kırsal manzaralar tam anlatılırken, tam da biz bu manzaraları gözümüzde canlandırmaya çalışıp, hayallere dalacak iken, hoooop! kasaba ve köy isimlerinin kökenine iniliyor... Hangi kasabanın, köyün ismi meğer hangi kökene dayanırmış... Sayfalarca sayfalarca devam ediyor bu anlatımlar... İMDAAT diyecek olmuştum ki, kitabın muhteşem, mucizevi, cesur, daha doğrusu cengaver çevirmeni Roza Hakmen’in (**) Proust’la ilgili bir sözüne rastladım:
-İnsanın iki bacağı kırılıp da yatakta kalınca okunacak yazar...
“Ohhh be!” dedim kendi kendime, “demek yalnız değilmişim”
(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dreyfus_Olayı
Yorum Yazın