Suriye’de 27 Kasım ve sonrasındaki 12 gün içinde olup bitenler için “12 gün” değil de “12 yıl+12 gün” demek gerekir. 2011’in ilkbaharından itibaren Suriye’deki istikrarsızlaşma belirtileri açıkça görüldü. 2012’den itibaren ise iç savaş emareleri ortaya çıktı. ABD’nin eğitip donattığı YPG-PYD-PKK kontrolündeki ülkenin üçte birini oluşturan coğrafya merkezi hükümetin kontrolünden çıktı. Halep ve çevre il ve ilçelerden milyonlarca Suriye vatandaşı sığınmacı olarak Türkiye’ye yöneldi. Bu noktada Ankara da tarihinde ilk kez daha önce başvurmadığı bir enstrümana, vekalet unsuru olan eğitip donattığı ÖSO (MSO) aracılığıyla Suriye’deki iç savaşta taraf oldu. Lafzen Suriye’nin toprak birliğine ve siyasi birliğine vurgu yapan Ankara, böylelikle uzun güney sınırında ABD kontrolünde kendisi için başlıca tehdit olan PYD-YPG-PKK aparatlarıyla komşu oldu! Gerek bölünmüş Suriye, gerek milyonlarca sığınmacı, gerekse dibimizdeki iç savaş ortamı Türkiye için istikrarsızlık, aynı zamanda ciddi bir güvenlik açığı demekti. ABD kontrolündeki kantonların birleşmesini ve Doğu Akdeniz’e uzanmasını engellemek için üç büyük askeri harekat yapıldı, onca şehit verildi. Ancak bu harekatlar güvenlik açığını kapatmaya yetmedi, yetemezdi de.
ANKARA’NIN ÇIKARI BÖLGEDE VE KOMŞULARINDAKİ İSTİKRARDA
Oysa Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’nin misyonu ve rolü Atatürk’ün çizdiği “Yurtta Barış Dünyada Barış” politikasına bağlı olarak bölgesindeki gelişmelerde, dengelerde şu veya bu şekilde taraf olarak veya o dengelerde karşı ağırlık koyarak değil; istikrar oluşturmak ve istikrarı korumak olmuştur. Türkiye’nin dış politikasındaki bu yönelimin nedeni bölgesindeki diğer devletlerden, örneğin İsrail ve İran’dan farklı olarak istikrarsızlık içinde politika sürdürebilen bir devlet olmaması; komşularındaki istikrarsızlığın kendi istikrarını da tehlikeye düşürmesidir. Bundan dolayıdır ki AK Parti’nin 2011’den sonra yöneldiği politikaların aksine, Türkiye, öncesinde hiçbir zaman etrafındaki iç çekişmelerde taraf olmamış; komşularının içerdeki zafiyetlerini onlara karşı kullanmaya yeltenmemiş; başka devletlerde rejim değişikliği yapmaya kalkışmamış; dış politikasında maceracı yaklaşımlardan hep kaçınmıştır. Uzak olmayan bir geçmişte, İkinci Körfez savaşı sonrasında Türkiye’nin Irak’ta ve yine AK Parti’nin iktidarda olduğu dönemde “Irak’a Komşu Ülkeler Mekanizması” kurarak Irak’ın toprak bütünlüğünün ve siyasi egemenliğinin korunmasına yönelik katkılarla bugün bölgede sergilediği politika tamamen çelişmektedir. Atatürk ne vasiyet etmişti; “Araplar arasındaki ve Arap devletlerinin kendi içindeki anlaşmazlıklarda taraf olmayın”. Türkiye’nin kurucusu bu günleri görerek dış politikanın ana hatlarını kurmuş belli ki.
Evet, Suriye’de olanlar oldu. Esad rejimi geri gelmemecesine tarihteki yerini aldı. Artık geriye dönüş yok. Fakat Ankara’nın, daha doğrusu AK Parti iktidarının olup bitenlerden ders çıkarıp; Türkiye’nin yüksek ulusal çıkarlarının bölgede istikrar kurucusu ve sürdürücüsü olmayı gerektirdiğini idrak ederek dış politikayı bu doğrultuya yöneltmesi gerekiyor. Yukarıda İstikrarsızlıktan yararlanan devletlere örnek olarak İsrail’i vermiştim; bakın şimdi İsrail işgal ettiği Golan’la ilgili anlaşmayı tanımadığını açıkladı. Ardından da Şam’a 25 km yaklaşarak bir “güvenlik kuşağı” oluşturma kararı aldığını ilan etti. Bununla da kalmadı, gerek Şam, gerek Lazkiye gerek Kamışlı’daki askeri tesis, donama ve hava unsurlarını bombaladı. İşte istikrarsızlıktan bir beslenme durumu ve örneği… Ahlaksız bir askeri harekat ve dış politika örneği. Esad rejimi çökmüş, yeniden yapılanma fırsatı vermeden yeni yönetime, boşluktan, istikrarsızlıktan yararlanarak çıkar sağlamak budur!
SURİYE’DE NE OLDU?
Peki Suriye’de Şam’ın da düştüğü ve Esad’ın soluğu Moskova’da aldığı 12 günde ne oldu? Belli ki Ukrayna’da NATO ile karşı karşıya gelen Rusya ve ABD’nin desteğiyle İsrail’in vekalet unsurlarını çökerttiği İran, iç dinamiği iyice zayıflayan ve dayanaksız kalan Esad rejimini taşıyamaz hale geldi. Astana süreci sönümlendi buna paralel olarak. Ankara’nın da bütün bu gelişmelerden haberdar olmaması mümkün değildi. Nitekim 1 Ekim’de içeride atılan adımlar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kimi açıklamaları Suriye’deki gelişmelerin daha üst düzey bir istikrarsızlığa evrileceğini ve İsrail’in bundan yararlanmak isteyebileceğini işaret ediyordu. Son aylardaki ve son iki haftadaki gelişmeleri üst üste koyduğumuzda görüyoruz ki, bir yandan da İdlib’de alternatif bir iktidar odağı hazırlanmış. Esad, Rusya tarafından kansız bir şekilde iktidarı teslim etmeye ve Moskova’ya sığınmaya ikna edilmiş. Esad’ın kontrolündeki iyice zayıf düşen ordu ve milisler terhis edilmiş. Yine belli ki Rusya ve ABD ile yeni iktidar odağı HTŞ bir şekilde anlaşmış. Ki, HTŞ şimdilik Rusya’nın üslerine ve ABD kontrolündeki kantonlara dokunmuyor. YPG-PYD-PKK ile şimdilik HTŞ değil, Türkiye kontrolündeki SMO çatışıyor. Tabii İdlib’de kontrolü elinde tutan Türkiye’nin HTŞ’ye ilişkin gelişmelerden haberdar olmaması da mümkün değil. Öyle ki, muhaliflerin, yani HTŞ’nin Şam’a girmesine kadar direnç görmediği gibi, Şam’da da direnç görmedi. Dahası, rejimin başbakanı ile müstakbel yeni başbakan HTŞ liderinin önünde devir teslim görüşmeleri yaptılar.
NEDEN BU NOKTAYA GELİNDİ?
Peki Suriye neden bu noktaya geldi? Bunu anlamak için 19. Yüzyıl sonlarından itibaren Suriye topraklarına, Sykes-Picot Anlaşmasına, Fransız mandası dönemine ve 1936’da manda yönetiminin sona ermesine ve nihayet 61 yıl önce kurulan BAAS iktidarına ve bir iç darbe ile yönetime gelen Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad dönemine bakmak gerekir. Tarihin derinliklerine fazla girmeden Hafız Esad ve Beşar Esad dönemine bakınca şunları görmek mümkün: Suriye’de nüfusun yüzde 15-20 arasındaki bölümünü oluşturan Arap Alevileri, Hafız Esad’la birlikte giderek devletin çelik çekirdeğini; ordunun, polisin, istihbaratın, yargının vb. kilit noktalarını ele geçirdi. Türkmenler, Dürziler, Hıristiyanlar dışındaki geniş çoğunluğu oluşturan Sünni Araplara da ticareti, tarımı ve din alanını bıraktı. Böylelikle kontrolü sağladı. Rejime karşı gelenler El-Muhaberat tarafından kontrol altına alındı. Otoriter bir yönetim kuruldu. Anayasa’ya göre BAAS dışında parti kurulması yasaklandı ve çoğulcu demokrasinin önü kapatıldı. Hatta bu dönemde Şam-Ankara ilişkileri, Şam’ın politikası nedeniyle gergindi. Hafız Esad, Hatay’ı geri istiyor, 70’lerde Türkiye’de kurdurduğu radikal sol görünümlü bir örgüt vasıtasıyla metropollerde ve Arap Alevilerinin yaşadığı Adana, Mersin, Hatay’da tedhiş eylemlerine girişiyordu. Hatay doğumlu lise mezunlarına Şam’da Tıp Hukuk tahsili imkanı veriyordu onları ileride devşirip Hatay’ı geri alma planları için. Neden Tıp ve Hukuk; çünkü halkla en çok teması onlar kuracaktı ve ileride yeni bir plebisit koşulları oluştuğunda buna ortam hazırlayacaklardı. 12 Eylül 1980’den sonra ise bu kez PKK’nın başındaki Öcalan’ı ve çekirdek kadrosunu Şam ve kontrolündeki Lübnan’ın Bekaa vadisinde ağırladı. PKK Suriye’de üslendi ve bir yandan da ikili oynayarak Suriye Kürtleri üzerinde de çalışma yaptı. Hafız Esad’dan sonra Beşar Esad döneminde pek fazla bir değişiklik olmadı ancak 1999’da Türkiye’nin bastrması sonucunda Öcalan Şam’dan ayrılmak zorunda kaldı. Türkiye’nin yumuşak gücüyle gösterdiği kararlılık sonucu Adana Mutabakatı imzalandı ve giderek bir bahar havası oluştu. Öyle ki, iki ülke arasında vize bile kalktı. Esad ve Erdoğan buluştu birkaç kez. Hatta İstanbul’daki buluşmalarında, o ünlü iftar yemeğinde oradaydım ve Esad’la da tanıştık. Fakat onun gözlerindeki endişeyi de gördüm! Nitekim, Erdoğan ve Davutoğlu Esad’a anayasayı değiştirip başka partiler kurulması, filen iktidarı Müslüman Kardeşler’e bırakmasını önerince ipler koptu! Artık ABD, Suriye’nin üçte birinden fazlasını fiilen “kara gücü” vasıtasıyla almış, Ankara da ÖSO’yu ve paralel bir hükümeti örgütlemişti. Suriye iyice zayıfladı 2011’den sonra ve birçok açıdan adım adım çöktü. Rusya ve İran’ın vekalet unsuru Hizbullah ayakta tutuyordu Esad rejimini. Yukarıda izah ettiğim gibi İran’ın pençeleri sökülüp Rusya da Ukrayna’da büyük derde düşünce; çaptan, bir başına kendisini savunma sikletinden düşen Esad rejimi direnmeden kontrolü HTŞ’ye teslim etti.
SON GELİŞMELERİN ARDINDAN ANKARA’NIN TAVRI NE OLMALI?
Ankara Suriye’deki son gelişmelere sevinmeli mi? 2011’den itibaren büyük hata yaptı AK Parti hükümetleri. Bunun ana çerçevesini yukarıda izah ettim. Bu aşamada Suriye’deki herşey flu. HTŞ bütün Suriye’yi kimseyi dışlayıp düşmanlaştırmadan kucaklayan ve devlet aklıyla hareket eden bir yapıya evrilecek mi? Bir anayasa yapılacak mı? Çok partili bir düzen kurulacak mı? Kuvvetler ayrılığı olacak mı? Yoksa şer’i hükümlerle mi yönetilecek ve yeni bir kaosa mı sürüklenecek Suriye? İsrail’in kazançlı çıktığı son gelişmeler, HTŞ’nin olası yanlışlarıyla İsrail’in ekmeğine daha da yağ sürebilir. Bundan da Türkiye çok gerilir. O yüzden Ankara’nın tavrı kesinlikle Suriye’nin kucaklayıcı siyasi ve toprak birliği lehinde olmalıdır. Güçlü, hukukla hareket eden, insan haklarına dayalı demokrat bir Suriye lehinde olmalıdır.
Türkiye’nin çıkarları Suriye’nin demokratikleşmesinde ve istikrarında. Ankara, hiç olmazsa bu aşamadan sonra Suriye’nin istikrarına katkıda bulunmalıdır.
Gelinen aşamadan sonra neler olabilir, HTŞ ne yapmalı? Tabii bu soruların yanıtı HTŞ’nin nasıl bir çizgide hareket edeceğine bağlı. Gelecek yazıda bunun üzerinde duracağım. Ayrıca sığınmacıların kaderi ve geleceği üzerinde...
Yorum Yazın