Bugün, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü. İnsan haklarının evrensel bir hak olarak kağıt üzerinde kabul edilmesinin üzerinden on yıllar geçti. Ancak bugün Suriye’de yaşananlar, bu değerlerin ne kadar kırılgan ve kolayca unutulabilir olduğunu yeniden hatırlatıyor. Orta Doğu’nun acı dolu coğrafyasında insan hakları ihlallerinin bedeli son sürat ödenmeye devam ederken, adalet ve özgürlük mücadelelerinin önündeki en büyük engel yine insan haklarına verilmeyen değer olmaya devam ediyor.
Suriye’deki dengeler öyle bir altüst oldu ki ülke haritası yeniden, bambaşka bir şekilde çizildi. Şam düştü. Esad kaçtı. Baas rejiminin çöküşünü tüm dünya canlı yayında izledi. Dünya sahnesinde belki de en dramatik çöküşlerden birine dönüştü.
Güçlü bir devlet aygıtının önemini bir kez daha hatırlatan bu olaylar, ülkeler için ibretlik bir ders niteliğinde. Rejimin çöküşünü izlerken, Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün bir asırdan uzun bir süre önce öngördüğü "kuvvetli bir ordu ve sağlam bir devlet yapısı" vizyonunun değeri bir kez daha belirginleşti. İyi ki demekten başka bir şey gelmiyor insanın elinden…
Suriye’de Esad rejiminin yerini dolduran boşluk, çok daha karmaşık bir tabloyu beraberinde getiriyor. Muhalif grupların başını HTŞ (Heyet Tahrir eş-Şam) çekiyor. Bu grupların içinde tam 36 ayrı örgüt, ayrı fraksiyon var.
***
Orta Doğu… Aydınlıkla karanlığın bitmeyen savaşı. Bu coğrafyada eğitimin, bilimin ve özgürlüğün hep gölgede kalışı, halkların dönüşümünün önündeki en büyük engel oldu. Okuryazarlık oranının düşüklüğü, feodal düzenin ve dini yapıların ağır basması, toplumu esir alan bir karanlık yarattı. Suriye’nin bu çöküşe sürüklenişi, yalnızca coğrafyanın zorluğuyla değil, tarihsel ve siyasal tercihlerle de ilintili.
Atatürk, Anadolu’yu bu karanlıktan çıkarırken, Türk halkına daha kolay öğrenilebilir bir dil armağan etti. Latin alfabesiyle eğitime hız kazandırdı, halkı bilime ve çağdaşlığa yaklaştırdı. Suriye ise bu dönüşümü hiçbir zaman başaramadı. Arapça’nın zor bir dil oluşu bir yana, Baas rejiminin halkı aydınlatmak gibi bir önceliği olmadı. Baba Esad’ın otoriter yönetimi, halkın zihnini açacak değil, onu kontrol altında tutacak bir sistemi tercih etti. Feodal düzen ve inançların hayatı şekillendirdiği bu toplum, sosyolojik olarak değişime direndi.
Beşşar Esad, Suriye’de ve İngiltere’de tıp eğitimi almış, devlet adamı olarak yetiştirilmemişti. Ölene kadar, babasının yerine Suriye Devlet Başkanı olması beklenen abi Basil Esad’ın trafik kazasında ölümünün ardından Beşşar Esad 1994’te Suriye’ye dönmüş ve babasının ölümünden sonra, mecburen, reform beklentileriyle birlikte, liberalizmi önceleyeceğim diyerek başa geçmişti. Ama babasından devraldığı otoriter sistem, kendisini de hızla içine çekti. Arap Baharı dalgasıyla başlayan protestoları bastırmak için kullandığı şiddet, rejimin temel reflekslerinin değişmediğini bir kez daha gösterdi. Esad, belki samimi bir şekilde reformları istemişti ama rejimin derin kökleri ve yapıları buna izin vermedi. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler Suriye için yalnızca birer hayal olarak kaldı.
10 milyonu aşkın Suriyeli, ülkesini terk etti. 4 milyonu Türkiye’ye sığındı, geri kalanı dünyanın dört bir yanına dağıldı. Bugün Şam’da, Halep’te ve daha birçok şehirde halk, “Bu baskıcı ve yolsuz rejimden kurtulduk,” diyor. Ama bu kurtuluşun getirdiği tablo da karışık ve belirsiz.
Başka Bir Suriye Mümkün müydü?
Suriye zengin bir ülkeydi. Petrolü, doğalgazı, tarihsel mirası ve kültürüyle büyük bir potansiyele sahipti. Ancak liyakatı esas alan, insan haklarını önceliklendiren bir devlet yapısı kurulmadı. Demokrasiye cesur adımlarla geçiş yapılmadı. Atatürk ve İnönü’nün Türkiye’de Cumhuriyeti kurtarmak ve demokrasiyi yeşertmek için verdiği mücadeleden ders alınabilseydi, belki başka bir Suriye mümkün olurdu. O zaman belki Esad demokrasinin izinden giderek, rejimine kendi elleriyle son vermiş olacaktı ancak halkı için çok daha şerefli, onurlu bir yol çizmiş olacaktı. Oysa ki şimdi, onun rejimine başkaları son verdi ve Saddam ya da Kaddafi’nin sonuna mahkûm bir lider olarak tarihe geçme ihtimali ağır basıyor.
Esad’ın rejimi, derin istihbarat ağları ve mezhepsel bir düzen üzerine inşa edilmişti. Nusayriler, Suriye nüfusunun yalnızca %12’sini oluştursa da, Baas rejimiyle ülkeyi, derin bir istihbarat ağına dayanarak, onlar yönetti. Bu mezhep temelli yönetim, hem halkı böldü hem de baskıyı artırdı. İnsan hakları, demokrasi ve hukuk devleti yerine keyfiyet ve yolsuzluk öne çıktı. Şimdi garajlarından çıkan lüks araçların görüntüleri, halkı nasıl sömürdüklerini bir kez daha gözler önüne seriyor…
Baskıcı tek adam rejimleri, hesap verilebilirliğin ve devlet aklının yokluğu nedeniyle er ya da geç çöküşe mahkûmdur. Suriye bunun en trajik örneklerinden biri oldu. Eğer Esad rejimi, insan haklarını ve demokrasiyi öncelemiş, halkını aydınlatmayı kararlı ve istikrarlı bir şekilde hedeflemiş olsaydı, bugün Orta Doğu’nun güçlü ve kalkınmış bir ülkesi olabilirdi.
Ama tarihin “eğer”leri yoktur. Şimdi geriye bir yıkım, bir trajedi ve ders alınması gereken bir tarih kaldı.
İntikam, İhtimaller ve Kaos
Bugün HTŞ, yani Suriye Milli Ordusu ılımlı mesajlar veriyor, kapsayıcı ve sağduyulu açıklamalarda bulunuyor. İçeride, tüm Suriyelileri kucaklayacak bir yapı kurma hedefiyle, mezhepsel ya da etnik ayrımları gözetmeyen olumlu mesajlar verirken, dışarıda da dünya devletler topluluğunun bir parçası olma niyetlerini açıkça ortaya koyuyorlar. Bu bağlamda, yalnızca iç barış için değil, küresel düzenle entegrasyona dair de ılımlı bir duruş sergiliyorlar. Dünyaya entegre olmak ve uluslararası toplumun desteğini kazanmak istiyorlar. Ancak bu açıklamaların ne kadar samimi ve sürdürülebilir olduğu zamanla daha net bir şekilde ortaya çıkacak.
Zira Suriye’de geçici hükümetin başbakanı da HTŞ’ye yakın bir isim olduğu belirtilen Muhammed El Beşir oldu. Geçici hükümetin bakanlarının tamamının siyasal İslam ve şeriat hukukuna bağlı isimler olduğu ifade ediliyor. Bu durum, Suriye’de şeriat hükümlerine dayalı bir devlet yapısının inşa edildiğine işaret ediyor. Dolayısıyla muhaliflerin ılımlı, kapsayıcı açıklamaları ve dünyayla entegre olma mesajları doğrulanmamış, boşa çıkmış oluyor bu şekilde. Bu durum da kimseyi şaşırtmamalı elbette…
Güç ama muhalifler insan haklarına, liyakata dayalı bir devlet inşa etme yolunu seçerse, tarihe farklı bir iz bırakabilirler. Mezhepçi, ihvancı bir anlayışla değil; toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir yapı kurmayı başarabilirlerse, belki de dünyanın bakış açısı değişecek. Böylece ABD ve BM, HTŞ’yi terör örgütü listesinden çıkarmak zorunda kalacak. Türkiye de bu konuda BM’nin alacağa karara paralel bir şekilde adım atmalı.
Ancak bu noktaya ulaşmak kolay değil. Suriye’de şu anda yönetimi ele geçiren muhalifler arasında 36 farklı grup var. Bu grupların ortak bir yapı oluşturması, demokrasiye dayalı bir sistem kurması büyük bir meydan okuma.
Irak, Libya ve Afganistan’da yaşananlar, bu tür kaotik geçiş süreçlerinin ne kadar karmaşık olabileceğini göstermişti.
O dönemde ABD fiziki olarak Irak’ı işgal etmekle kalmamış, oradaki devlet aklını ve kurumlarını da yok etmişti. Bugün onun için Irak hala kendisini toparlayamadı ve üç parçaya bölündü. Suriye’de de benzer bir durum söz konusu…
Saddam’ın devrilişi sonrası Irak’ta heykellerin yerlerde sürüklenişi… Bugün Suriye’de Esad’ın heykellerine yapılanlar… Tarih, bir laboratuvar gibi benzer sahneleri tekrar tekrar test edip sergiliyor sanki.
Bugün Suriye’yi bekleyen gelecek, parçalanmış bir haritaya işaret ediyor.
Kuzeyde, Fırat’ın doğusunda ABD destekli PYD-PKK kontrolünde bir Kürt oluşumu bulunuyor. Bu bölge, önemli petrol yataklarını, su kaynaklarının neredeyse tamamını ve doğal kaynakların yüzde 70’ini barındırıyor ve tüm verimli topraklar burada. Şimdi muhalifler, bu kritik bölge konusunda ne yapacaklar? Esad, petrol ve doğalgazını PYD’nin kontrolündeki bölgeden parayla satın alıyordu. Şimdi muhalifler bu kaynakları nasıl temin edecek? PYD’ye ödeme yaparak mı alacaklar, yoksa bu durum bir çatışmaya mı dönüşecek? Suriye’nin şimdiden büyük bir istikrarsızlık içine girdiği ortada… Esad’ı devirenler, yani ABD ve İsrail’in yarattığı iktidar boşluğunda şekillenen bu yeni yapı nasıl bir tavır alacak? Bu denklem içerisinde, gelecekteki Suriye’nin yapılanmasıyla ilgili cevaplanması gereken en zorlu soruyu barındırıyor.
ABD’nin buradaki desteğinden vazgeçmesi için sahadaki gerçekliği ona göstermek şart. Eğer ABD bunu görürse PYD’den desteğini geri çekebilir. Türkiye’nin güvenliği ve bölgenin kaynaklarının Suriyelilere geri verilmesi açısından bunun gerçekleşmesi çok önemli. Aksi halde bu bölgedeki PYD-PKK varlığı sürüp gidecektir.
Türkiye ise kendi kontrol ettiği bölgelerde denge sağlamaya çalışıyor.
Lazkiye tarafında Rusya’nın hakimiyetinde bir bölge var, ancak İsrail’in de bu bölgedeki zengin doğalgaz ve petrol yataklarına göz diktiği biliniyor.
Arıca İsrailli yetkililer, İsrail güçlerinin Golan Tepeleri’ndeki tampon bölgeyi ele geçirerek 1973’ten sonra ilk kez Suriye topraklarına girdiğini de bildiriyor. (İsrail ve Amerika, Hizbullah'ı ve Suriye'nin askeri üslerini bombalayarak muhalifler için alanı adeta temizledi. Şimdi ise İsrail, Golan Tepeleri’ni işgal ederek bu iş birliğinin karşılığında muhaliflere diyet borçlarını ödetiyor gibi görünüyor. Bundan sonra İsrail’in oradan çıkarılması mümkün mü? İsrail’e orada müdahale edebilirler mi… Çok zor. O değerli toprakların İsrail’e adeta hediye edildiği muhtemelen zaman içinde görülecektir. Bundan sonra muhaliflerin önüne hangi faturaların konulacağı ise tahmin edilmesi güç olmayan bir gerçek…
Neticede Suriye’deki rejim değişikliği, yalnızca 12 günlük bir mesele değil. Son birkaç yıldır İsrail’in Suriye’deki askeri üsleri bombalaması ve İran’a yönelik hamlelerle bu saha, muhalifler için sistematik bir şekilde temizlendi ve açıldı. Bu süreçte iş birliği yapan güçler, sahadaki dengeyi kendi lehlerine değiştirdi.
Silahı ve parayı kim veriyorsa muhalif gruplar da onların hizmetinde hareket etti. Şu anda Suriye, Amerika ve İsrail’in daha güçlü bir şekilde nüfuz ettiği bir saha haline gelmiş durumda.)
Güneyde bir Nusayri bölgesi kurulması fikri konuşulurken, Suriye’nin ortasında 36 farklı grubun paylaştığı bir Sünni yönetim senaryosu karşımıza çıkıyor.
Bu karmaşık tablo, yalnızca Suriye’nin iç dinamiklerini değil, aynı zamanda uluslararası güçlerin müdahalesini de açıkça gösteriyor. Muhalif grupların ve PYD’nin silahları ABD’den geliyor, ipleri ABD’nin elinde. İsrail, ABD ile birlikte sahayı bu oluşumlara bugüne kadar itinayla hazırladı.
Suriye’de yaşananların gerçek bir halk hareketi olmadığı, daha çok yabancı istihbarat yapıları tarafından yönlendirilen bir mücadele olduğu düşünülüyor. Bugün HTŞ, muhaliflerin içinde en güçlü grup, yüzde 12’lik Nusayri azınlık karşısında, yüzde 88 Sünni-Hanefi çoğunlukta karşılığı var bu muhalif grupların. Çoğunluk tarafından desteklendikleri için barınıyorve güçleniyorlar bu gruplar. Halk onları destekliyor. Dolayısıyla Suriye’de, tarihin belki de en kolay devrimi yaşandı bugünlerde. Suriye devleti, muhalif gruplara adeta altın tepside sunuldu.
Suriye’nin geleceği belirsiz. Ancak bu belirsizliğin içinde demokrasi ve insan haklarına dayalı bir yapı inşa etmek mümkün mü? Irak, Libya, Afganistan gibi geçmiş örneklerden ders çıkarılmalı ve bu kaostan yeni bir düzen doğurulmalı. Bütün renkleri, inançları ve mezhepleri temsil eden bir yönetim kurulmalı. Geçmiş hatalar tekrarlanmamalı. İdeal olan bu. Hayaller ve hayatlar…
Yine de bugün HTŞ ve diğer gruplar için tarih bir fırsat sunuyor. Eğer bu gruplar, güçlü olanın sadece silahla değil, adaletle, liyakatle ve insan haklarıyla güçlü olduğunu gösterebilirse, Suriye için yeni bir dönem başlayabilir. Aksi takdirde, parçalanmış bir Suriye haritası ve bitmeyen bir kaos, bu ülkenin kaderi olacak gibi görünüyor.
***
Suriye bugün muhalif gruplar devletleşme yolunda ilerliyor gibi görünüyor, ancak bu yol karanlık ve dikenli. Suriye, etnik ve mezhepsel fay hatlarının tuzaklarına düşmeden, bir “Suriyelilik” bilinci etrafında birleşebilir mi? Vatan, toprak, bayrak şiarıyla bağımsız bir devlet inşa edilebilir mi? Yoksa koalisyonlar, federasyonlar ya da parçalanmış yapılar mı şekillendirecek ülkenin geleceğini? Bu soruların cevabını zaman verecek.
Ancak şu bir gerçek ki, Suriye’yi ele geçiren muhalif grupların bir devlet yönetme hafızası ya da deneyimi yok. Peki nasıl bir rejim kurulacak? Afganistan tipi bir İslami yapı mı? Bu senaryoya Amerika’nın izin vermesi pek olası görünmüyor. Zira Suriye, Akdeniz’e kıyısı olan, petrol ve doğalgaz bakımından zengin bir ülke. ABD için stratejik önemi büyük. Belki de Mısır modeli gibi, ABD’nin çıkarlarına daha uygun bir devlet yapısı gündeme gelecek.
Muhalif gruplar, elde ettikleri zaferi bir demokratik dönüşüme çevirebilirlerse, bu sadece Suriye için değil, bölge için de tarihi bir dönüm noktası olabilir.
***
Esad’ın bu duruma düşüşü, büyük oranda destekçilerinin onu yalnız bırakmasıyla ilgili. Rusya, Ukrayna ile uğraşırken Suriye’deki desteğini kesti. Bazı senaryolara göre Rusya, Lazkiye üzerindeki kontrolünü korumak için ABD ile bir anlaşmaya vardı ve Esad’ı gözden çıkardı. İran ise daha dramatik bir pozisyonda. Hizbullah’ın önemli liderleri İsrail tarafından öldürüldü, İran’ın bölgedeki etkisi ciddi şekilde zayıfladı. Zaten Suriye’de yönetimi ele geçiren muhaliflerin sadece Şam’daki İran Büyükelçiliği’ni basması ve büyükelçiliği alt üst etmesi, İran’ın bu süreçteki düşüşünün manidar bir göstergesi.
Netanyahu’nun, “Esad’ın düşüşü, Hizbullah’a ve rejime vurduğumuz darbelerin sonucudur,” açıklaması da bu gerçekleri pekiştirici nitelikte.
Tabii bu arada Suriye’nin güçsüz, psikolojik olarak bitik, savaşma yeteneğini kaybetmiş ordusu da Esad’ı kaybetmeye taşıyan unsurlar arasındaydı.
İran’ın bu süreçteki yalnızlığı, belki de sıranın ona geleceğine işaret ediyor… Taşların yerinden oynadığı Orta Doğu’da İran’daki katı rejimin de geleceği sorgulanır hale gelmiş durumda.
Ulus devletleri bitrdiler, üniter devlet yapıları sonlandırıldı. Şimdi de sırada İran var gibi görünüyor.
***
Bugün Suriye’de HTŞ en güçlü grup ve halk da onların yanında. Ancak bu güç, ülkeyi birleştirmek için yeterli olacak mı? Yoksa Suriye, daha büyük bir karanlığa mı sürüklenecek?
Bu sorular, Suriye’nin geleceğinin yalnızca Suriyeliler tarafından değil, uluslararası aktörler tarafından da şekillendirileceğini açıkça ortaya koyuyor. Bu belirsizliğin içinde, halk için insan haklarına ve demokrasiye dayalı bir yapı kurmak belki de en büyük umut.
Ancak tarih bize, umutların bu coğrafyada ne kadar kırılgan olduğunu defalarca gösterdi.
***
Türkiye’nin Konumu: Zafer mi, Tuzak mı?
Suriye’deki gelişmeler Türkiye için hem fırsatlar hem de tuzaklar barındırıyor. Halep ve Şam’da yaşananları Türkiye’nin “işgali”, zaferi gibi yorumlayan çevreler var.
Ancak sahada ABD, PYD’yi koruma çemberine almış; Rusya ve İran kendi stratejik hesaplarından vazgeçmeyecek şekilde pozisyon almış durumda. Türkiye, bu karmaşık tabloda hem bölgesel hem de küresel aktörlerle ilişkilerini yeniden şekillendirmek zorunda. Zafer naraları atanlara temkinli olmalarını hatırlatmak gerekiyor, çünkü işler hiç de kolay değil.
Geçmişte Irak ve Afganistan’da yaşananlar hafızalarda. ABD’nin Irak işgali sırasında Türkiye’nin o dönemde Irak’a müdahil olmaması, bugün hala yankıları süren gerilimlere neden oldu. Suriye’de de benzer bir kaotik ortam var.
İktidar, “Bir çakıl taşında bile gözümüz yok,” diyor. Ancak bugün atılan zafer naralarıyla bu gerçek çelişiyor.
Rusya’nın Türkiye’ye karşı nasıl bir tavır alacağı belirsizliğini koruyor. Muhaliflere giden silahlar, mühimmat ve lojistik desteğin Türkiye üzerinden geçtiği herkesin malumu. Bu durum, masada Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanılabilir. Rusya’nın intikamcı bir ulus olduğu söylenir; belki de bu kış doğalgaz kartını oynayarak Türkiye’yi ekonomik olarak zorlayabilir. ABD ise bölgede PYD üzerinden kendi nüfuzunu artırırken, Türkiye ile ilişkilerde nasıl bir denge kuracağı hala net değil.
Öte yandan Suriye’de yaşananlar, muhaliflerin başarısı, Erdoğan iktidarına can suyu olabilir. İktidarın, bölgedeki muhalif gruplarla iş birliği politikasına girerek, bölgedeki bu geçişkenliği destekleyerek kendi stratejik hamlelerine zemin hazırlamış olduğunu söylemek mümkün.
Ancak yapılması gereken, Suriye’yle ilgili tutum ve alınacak kararlar konusunda iktidarın muhalefet partileriyle birlikte bir devlet politikası belirlemesidir.
***
Türkiye’deki 4-5 milyon Suriyeli sığınmacının durumu da ayrı ve büyük bir soru işareti. Bugünkü koşullarda, Suriyelilerin büyük çoğunluğunun geri dönmesi pek mümkün görünmüyor. Onlar burada hayatlarını kurdu, yeni bir kimlik oluşturdu. Cumhuriyet’in kazanımlarına ortak oldular, ülkenin sosyolojik yapısında kalıcı bir değişimin parçası oldular.
Bu durum Türkiye için de yeni bir toplumsal denge arayışını beraberinde getiriyor. Suriyelilerin bir kısmı dönse bile, büyük çoğunluğu Türkiye’de kalmaya devam edecek. Bu, uzun vadede Türkiye’nin demografik, ekonomik ve kültürel yapısını etkilemeye devam edecek. Yeni bir uyum stratejisi ve toplumsal entegrasyon planı şart.
Bu arada uzmanlar, Türkiye’den Suriye’ye dönen ve kimliklerinde koruma kararı olan Suriyeliler’den bu kimliklerin geri alınması gerektiğini vurguluyor. Çünkü bu kimlikler, sahiplerine serbestçe sınır geçişi yapma imkanı tanıyor. Ancak Esad korkusunun kalkmasıyla birlikte memleketine dönenlerden, Türkiye’ye yeniden girişlerinin engellenmesi için bu kimliklerin toplanması gerektiği ifade ediliyor. Bu adımın, sınır güvenliği ve kontrol açısından önemli bir tedbir olduğu belirtiliyor.
Suriye’de Esad’ın gitmesi, Türkiye’nin sınır politikasını da yeniden şekillendiriyor. Daha önce Türkiye, sınırlarını Suriye devletiyle yönetiyordu. Şimdi ise kuzeyde PYD kontrolündeki bir yapı ve doğrudan ABD’nin varlığıyla komşu hale geldi. Bu durum, hem güvenlik hem de dış politika açısından ciddi bir sorun.
Zayıflamış bir Esad rejimi Türkiye’nin masada elini güçlendirebilirdi. Ancak Esad’ın tamamen devre dışı kalması ve yeni düzenin belirsizliği, Türkiye’yi zor bir denklemin içine sokuyor.
Türkiye, kısa, orta ve uzun vadede bu belirsizlik karşısında stratejik planlar oluşturmalı. Suriye’deki bu yeni tablo, yalnızca bölgesel bir mesele değil; Türkiye’nin küresel aktörlerle ilişkilerini de doğrudan etkileyecek bir sınav. Ankara, bu sınavdan başarıyla çıkmak için esnek, çok yönlü ve uzun vadeli bir dış politika anlayışına ihtiyaç duyuyor.
Sonuç olarak, zafer mi yoksa tuzak mı olduğu belirsiz bir süreçle karşı karşıyayız. Türkiye’nin bu zorlu dönemi akıllıca yönetmesi, yalnızca kendi çıkarları için değil, bölgesel istikrar için de hayati önem taşıyor.
Sadık ÇELİK
sadikcelik.gorus@gmail.com