Sevgili Okurlarım…
Gündem öylesine yoğun ve açıkçası o kadar can sıkıcı haberlerle dolu ki ruhum sıkıldı. Eminim pek çoğunuz benimle aynı hissiyatı paylaşıyorsunuz. Onun için gelin bu iç karartıcı haberlerden biraz uzaklaşalım…
Ben size bir Türk Yahudi’sinin Türkiye’de yaşarken başına gelen düşündürücü ama pek de eğlenceli olaylardan bahsedeyim. Tabii ki herhangi biri değil kendi başımdan geçen, bizzat yaşadığım hadiseleri anlatacağım…
Yazının başlığını, Çeklerin dünyaca ünlü yazarı Milan Kundera’nın 1982’de kaleme aldığı ölümsüz eseri, “Var olmanın dayanılmaz hafifliği” adlı başyapıtından esinlenerek, Türkiye’de Yahudi olmanın dayanılmaz hafifliği, koydum.
Bizim kuşak gayet iyi bilir, yaşı genç olanlar ise mutlaka duymuştur “Prag Baharı”nı… Takvimler 1968’i gösterirken, Batıların Demir Perde adını verdiği, Varşova Paktı ülkelerinden Çekoslovakya’da (O zaman Çekya ve Slovakya tek bir ülkeydi, henüz ayrılmamışlardı.) üniversite öğrencileri yönetime karşı ayaklanmış, başkent Prag’ın en büyük meydanı ve caddelerini eylem alanına çevirmişlerdi… Yönetim protestoların önünü alamayınca, Varşova Paktı’nın lider ülkesi Sovyetler Birliği’nin (SSCB) tankları ve askerleri öğrencilere ve onları destekleyen binlerce göstericiye çok sert, kanlı bir müdahalede bulundu. Ölenler, yaralananlar, tutuklananlar… Bu kanlı müdahale ayaklanmayı bastırdı ama kaçınılmaz sonu sadece geciktirdi…
1968’deki olaylar sadece Prag’da değil tüm Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. Aynı yıl Türkiye’de de özellikle üniversite öğrencilerinin eylemleri, nümayişleri gazete manşetlerini süslüyordu. Benim de öğrencisi olduğum İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Elektrik Mühendisliği Fakültesi, konumundan dolayı bu olayların her zaman tam ortasında yer aldı. Tabii ki ben de…
ABD’nin ünlü 6. Filo’su Dolmabahçe’ye demir atınca Gümüşsuyu’nda bulunan elektrik ve makine mühendisliği öğrencileri Dolmabahçe’ye inip Amerikalı askerleri denize dökmüştü.
Takviye alan polis müdahale edince üniversite kampüsüne çekilip kapı ve pencerelere barikatlar kurduk. Polisin güce yetmeyince hükümet asker gönderdi. Yapılan pazarlıklar sonucu barikatları kaldırdık. Sükûnet sağlanmıştı. Ama kampüsten ayrılan öğrenciler birer birer askerlerce gözaltına alınmaya başlanmıştı.
Askerlerin oluşturduğu etten koridordan geçerken herkesin şebekesini (Öğrenci pasosu) toplayan Astsubay Çavuş, hangi gözaltı otobüsüne bineceğimize karar veriyordu.
Sonunda sıra bana geldi. Şebekeyi uzattım. İsmimi okuyunca yanındaki askere dönüp, “Bu galiba yabancı” dedi. Sonra bana dönüp, Anadolu’nun kim bilir neresinin şivesiyle, “Sen Türkçe biliyon mu?” diye sordu. Konuşmaları duydum ya, hiç bozuntuya vermedim ve İngilizce “What?” karşılığını verdim. Benim yabancı olduğuma iyice kanaat getiren Astsubay Çavuş, Türk misafirperverliğini gösterdi ve “Bunu bırakın” talimatını verdi.
Bu trajikomik olayda, sınıfımdan barikat gerisinde durup da tutuklanmayan tek kişi ben oldum; iyi mi? Yahudilik ilk defa işe yaramıştı!..
Hayır, şimdi hatırladım! Aslında ilk defa değil, öncesi var…
Fransız Lisesi’nde okurken hem resmi hem de Müslümanların ve Hristiyanların dini bayramlarında okul tatil olurdu. Yahudi bayramlarında ise okul tatil edilmez sadece bizlere izin verilirdi. Bu pozitif ayrımcılık Müslüman ve Hristiyan arkadaşlarımız bizi kıskanmasına neden olurdu. Yahudiliğin avantajını lise yıllarımda bir güzel yaşamıştım ve arkadaşlarıma çok caka satmıştım!..
Sevgili Okurlarım Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Yahudi vatandaş oranı yüzde bir dolaylarındaydı. Hristiyan vatandaşlar ise azınlıklar içinde büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu. Onların oranı yüzde 10’a yakındı yanlış hatırlamıyorsam… Bugün böyle bir kültür çeşitliliği Türkiye’yi daha renkli, daha ileri bir ülke yapmaz mıydı?
Bu soruya kendi cevabınız her ne ise benim kabulümdür. Elbette ki geçmişi getirmek mümkün değil. Hiç kimseyi yargılamak veya suçlamak da haddime değil ama sadece ortaya bir fikir sunuyorum.
Biz Yahudilerin en önemli özelliği çok sorgulamalarıdır. Böylece birçok fikrin birleşmesinden yeni buluşlar, yeni fikirler, yeni ilerlemeler olur. Felsefe yapmayacaktım, kusura bakmayın, dalıverdim!
İşin eğlencesine devam edeyim.
Ben, 2002 yılında kurulan yeni SHP’nin kurucu üyelerinden biriyim. Kuruluş gününde her kurucu gibi kendimi tanıttım. Tanıtırken şöyle dediğimi hatırlıyorum:
“Bana kim ve ne olduğumu sormayın. Ben Türk Yahudi’siyim… Yani milliyeti Türk, dini Yahudi olan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ülkemi en az sizin kadar sevdiğim için elimi taşın altına koyuyorum…”
Çay arasında biri yanıma geldi ve “Abi, ne güzel Türkçe konuşuyorsun? Sen Türkiye’ye ne zaman geldin?” diye sordu.
Gol pasını aldım ya, kaçar mı?
“Kardeş, benim ailem 1492’den beri İstanbullu. Sen ne zaman geldin?”
O meraklı arkadaşla zaman içinde çok iyi iki dost olduk.
Ülkem Türkiye’nin diğer devletler gibi enformasyon, farklı kültürler konusunda bilgi eksikliği gibi sorunları olduğunun farkındayım. Onun için ülkemizin her tarafını dolaşırken sinirlenmeden, bıkmadan, elimden geldiğince izahat vermeye, öğretmeye çalışıyorum.
Bu sayede ülkemizin doğusundan batısına hemen her köşesinde arkadaşlarım ve dostlarım var. Yani ben çok zenginim!..
Mesela size Malatya’da yaşadığım bir olayı anlatayım. Sağ olsunlar davet ettiler ve Malatya’nın yerel kanalında canlı yayına konuk oldum. İnteraktif bir yayındı, telefonla bağlananların da sorularına yanıt veriyorduk.
Telefonla bağlananlar biri, bütün iyi niyetiyle ve saflığıyla, “Sizi seyrediyorum ve dinliyorum. Yahu sen de bizim gibi bir insanmışsın!” deyiverdi.
İyi niyetini bildiğim için asla alınmadım hatta hemen işin içine biraz mizah kattım:
“Yok, ben sizin gibi değilim!” karşılığını verdim.
Telefonda önce bir sessizlik oldu, sonra, “Nasıl yani” dedi.
Nüktedanlığım üzerimdeydi o gün; “Bizim kuyruğumuz var. Pantolon giydiğim için göremiyorsun!” dedim… “Sahi mi?” diye sordu bu kez, “İnanıyorsan sahidir” cevabını yapıştırdım…
Yine birkaç saniye sessizlik oldu. Belli ki gerçek mi yoksa dalga mı geçiyorum diye şüphe içinde…
“İnanmıyorum” deyince şaka yaptığımı söyledim de adamcağız rahatladı. Stüdyoda hepimiz kahkaha içinde kaldık…
Gururla söylüyorum ki kendimi Malatya’nın hemşerisi addettim o günden beri… Orada edindiğim dostluk hala devam ediyor ve onlar da beni hemşeri olarak bağırlarına basarlar…
Netice olarak ben ülkemizdeki her şehrin hemşerisiyim. Çünkü hepsi benimle aynı ülkede, aynı gaye ile ülkemizin ileri gitmesi için yaşıyor. Benim de bu çalışmada kendimce gayretlerim olmuştur. Onun için gayet mutlu ve huzurluyum,
Bu vesile ile her ne kadar geçmiş de olsa, babalarımızın ve büyükbabalarımızın gününü kutlarım. Bizleri baba yapan eşlerimize de şükranlarımı sunarım…
Sevgi ve saygılarımla
Şu "Türkçeniz ne güzel" muhabbetine bayılıyorum, çok sık başıma geliyor... Malatya olayı da efsaneymiş...
Tam anlamadım, kuyruğun var mı yok mu??
Yazına bayıldım.
Nino gene bizlere biraz ders verdin.Kutlarım.
Yazılarınız için sizi kutluyorum, dünyaya ve hayata ne kadar güzel bakıyorsunuz. İyi ki varsınız, sevgiler.