“Unut” dedi annem.
Parklarda, pencere kenarlarında ekmek kırıntıları toplayan güvercinler gibi saçlarımda gezinirken yaşlı eli; "Unut çocuğum bu kış da gelmeyecek o… Hiç değilse bir dahaki kışa kadar unut...”
Küçüktüm. Büyürsem, başımın gökyüzüne çarpacağından korkacak kadar küçük ve inatçı...
Her hafta sonu evimizin önündeki çocuk parkında, paslı zincirlerinin ellerimi boyadığı salıncakları boşken sallamak en büyük eğlencemdi. Onların, dönerek bağlı durdukları demirin üzerinde en azından bir tur attığını görebilmek için olanca gücümle sallardım boş salıncakları. “Şimdi kocaman bir adam olsaydım mutlaka başaracaktım” diye düşünür, sabırsızlanırdım. Annemin pencerenin pervazına dayanarak yarı beline kadar sarkıp “hava karardı gel artık” diye bağırmasıyla, ellerimin acımasından çok havanın karadığına üzülerek, evin yolunu tutardım.
Annem akşam yemeği için mutfakta hazırlıklar yaparken, kapısı salona açılan küçük odanın hemen girişindeki masama telaş ve sıkıntısı içinde oturarak, ödevlere koyulurdum.
Fakat annemin “yemek hazır” diye seslenmesini bekler, bir kulağımı sürekli mutfaktan gelecek sese dikerdim. Okul hiç eğlenceli değildi. Zaman zaman bu işten vazgeçmeyi düşündüğüm bile olurdu. Ama ne zaman ders çalışmaktan sıkılsam, annem yanıma gelir, başımı ıslanmış mutfak önlüğüne yaslar ve ileride nasıl da önemli bir adam olacağımdan bahsederdi.
İşte o günlerin ertesinde okula daha bir hevesle giderdim. Annemin bütün bunlardan bahsetmesi, okula hevesle göndermek için uygulanan bir taktik miydi? Yoksa gerçek bir beklenti miydi? Bunu merak eder ama hiç sormazdım. Çünkü bu hayal; benim de çok hoşuma giderdi. Başarılı olmak, onun gibi olmaktı.
Okuldan eve döndüğümde, annem evde olmazdı. Ben, yorgunda olsam, okulun önünden dümdüz inen yokuşu yuvarlanırcasına koşar, mahalleye girişimle yavaşlar, ağır aksak adımlarla eve varırdım. Büyük bir merak ve heyecanla annemin dönüşünü beklerdim.
Aralık ayıydı. Havalar iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Sabahları okula giderken neredeyse kulaklarımı düşürecek ayaz, kısa bir zaman sonra yağacak karın haberini veriyordu.
Kış başlangıcı... Ömrümün en güzel ve en yorucu zamanı…
Kışları çok severdim. Yazın boğucu havasından, beklentisiz günlerinden daha umutluydu. Fakat iki kıştır içimde garip bir burukluk ve üzüntüyle, akşamları yatmadan önce sobanın üzerine koyduğum mandalina kabuklarının ılık kokusunu derin derin içime çekerek hayaller kuruyor, onu çok özlüyordum. Oldum olası bazı kokular ve sesler bana geçmişe dair hatıraları anımsatır. Mandalina kokusu da bunlardan biriydi. Onunla en büyük akşam eğlencemiz.
Aralık ayıydı. Beklemekle geçecek yeni ve koca bir kışın başlangıcı…
Ben okul dönüşü annemi beklerken, salonun baş köşesinde, evlilik zamanından kalma bir kanıt gibi özenle korunan vitrinin, eskimiş, kırık dökük ve bu yüzden dakikalarca uğraşarak açtığım çekmecelerini kurcalamaya başladım. Fotoğrafların olduğu fermuarı yırtık gri çantayı açıp içinden onunla çekildiğimiz fotoğrafları ayırdım.
Fotoğraflar insanı geçmişe çağıran birer davet gibi. Bir fotoğrafın derinliğinde zihinsel bir yolculuğa çıkmak da mümkün, fotoğraftaki yüze bakıp eski sesleri, kokuları yeniden duymak da. Ne zaman fotoğraflara baksam hep o gri çanta gelir aklıma.
Ben fotoğrafların sihrini ilk kez o gün öğrendim galiba.
Her kış bana kocaman bir kardan adam yapar ve “bu eriyene kadar döneceğim” diyerek giderdi. Önceleri kardan adamın erimesiyle dönmesini çok beklemiş, sonraları her seferinde bir dahaki kış döndüğü için onu sadece kışları beklemeye alışmıştım. Her kış başında gelir birkaç hafta kalır ve bana kardan adamımı yapıp giderdi. Oysa iki kıştır hiç gelmemişti.
Bütün bunları düşünerek fotoğraflara bakarken gözyaşlarımı tutamadım. Bir yandan ağlıyor öbür yandan baktığım fotoğrafları hışımla yan taraftaki koltuğa fırlatıyordum. Gelmeyişine üzüldüğüm kadar hiddetleniyordum da. Aynı fotoğraflara dördüncü kez, eski bir filmi yeniden seyreder gibi, bakıyordum ki annem büyük bir mutlulukla içeriye girdi. Gözleri ışıl ışıldı. Yerdeki fotoğrafları ve ağlamaktan kızarmış, kısılmış gözlerimi görünce bütün söyleyecekleri boğazına düğümlenerek yanıma gelip yere oturdu, bir eliyle fotoğrafları tuttuğum elimi tutup diğer eliyle gözlerimi sildi. Hiçbir şey söylemedi. Kısa bir süre sonra, onun şefkat dolu ve şaşkın gözlerinde biraz toparlanmıştım. Annem fotoğrafları toparlayıp yerine koyarken dışarıya çıkıp evin karşısındaki boş salıncakları seyrettim. Bu kez yalnızca seyrettim.
Kendimi çok yorgun ve güçsüz hissediyordum. Tatlı bir acıdan zevk almak gibi, boş bir parkın hüznünü seyretmek garip bir zevkte veriyordu. Fotoğraflardaki görüntüler karşımda duran boş park ile birleşiyordu. Hayal ve gerçek arasında bir yerde öylece kalakalmıştım.
Annem bir süre sonra mutlu haberi vermek ve biraz da üzüntümü unutturmak için, yanıma gelip, ellerini omzuma koyarak “sana bir müjdem var” dedi.
“Gidiyoruz...”
Şaşkınlıktan olsa gerek, “nereye” diye bağırdım.
“Müjde oğlum, babanın yanına taşınıyoruz” diyerek boynuma sarıldı.
Donakalmıştım.
Söyleyecek bir şey bulamıyor annemin beni saran ellerinin ve sevinçle başımı öpen dudaklarının arasında ellerimi iki yana bırakmış cansız bir beden gibi durup, gideceğimizi, burayı terk edeceğimizi düşünüyordum. Umudu ya da umutsuzluğu da…
Babam bir banka memuruydu. Bir yıl önce tayin olmuş İstanbul’a gitmişti.
Yeni bir ev, yeni bir hayat, taşınmak ve İstanbul’daki yüksek kiralar, bizim kısıtlı bütçemiz ile karşılaştırılmış ve sonunda katlanılması gereken bir ayrılık kararı alınmıştı. Hepimiz için zordu ama ben biliyordum; gitmek en zoruydu.
Beklemekse, öğrenmek zorunda kaldığım ilk boğucu gerçek…
Babamı istasyondan trene bindirirken, kafamda onunla bütünleştirdiğim mavi takım elbisesinin içinde, ilk defa bu kadar üzgün ve çaresiz görmüştüm. Beni koltukaltlarımdan havaya kaldırıp alnımdan öperek “merak etme oğlum yakında sizi de yanıma alacağım” diyerek teselli etmişti. Sonra da istasyon şefinin dudaklarının arasında sanki yapışık gibi duran ve kulakları tırmalayan düdüğün sesiyle, buğulu bir camın ardından el sallayarak öylece gitmişti.
Annem, bütün gece bana babamdan bahsetmişti. Nasıl ve ne zaman tanıştıklarından, mektuplardan, gizli gizli buluşmalarından, evlendiklerinde, yalnızca üç-dört parça eşyayla bilmedikleri bir kentin ortasında kalakalmalarından…
Şimdi onun yanına gidecektik. Eski günlerdeki gibi yine hep beraber olacaktık.
Fakat o müthiş soru aklımda korkunç bir çaresizlikle beliriyordu.
Hüzün ve sevinci aynı anda yaşamanın ve ikisi arasındaki tuhaf yerde kalakalmanın şaşkınlığıyla irkilerek, “Peki o ne olacak?” dedim.
Geldiğinde bizi bulamazsa diye endişelenmiştim. Çünkü gelecekti, gelmeliydi. Kardan adamı düşünüyordum. Mutlaka kışın gelmeliydi. Her kış üzerinde mandalina kabukları yaktığımız sobayı da yanımıza alarak, mandalina kokularını, çocuk parkını, bende bir özlemden çok bir tutku olan bu beklemek telaşını burada bırakarak gitmemeliydik.
Salıncakları bağlı oldukları demirlerin üzerinde en azından bir tur bile döndüremeden, onun bir kez daha sokağın başından ellerini açmış bana doğru koştuğunu göremeden buradan gideceğime inanamıyordum.
Ağlayarak “ya bizi bulamazsa” dedim. Burada olmayan, gelmeyen birini terk etmek üzereydim. Babama doğru yola çıkacak ve ardımda tarifsiz bir özlem bırakacaktım. Ayrılığı ve kavuşmayı aynı anda yaşamak korkunçtu.
Ensemden tutup yavaşça kendine çekti, başımı göğsüne yaslayarak; “Unut” dedi annem. Parklarda, pencere kenarlarında ekmek kırıntıları toplayan güvercinler gibi saçlarımda gezinirken yaşlı eli; “Unut çocuğum bu kış da gelmeyecek o… Hiç değilse bir dahaki kışa kadar unut…”
Harika anlatılmış bir geçmiş????????