"Kendimi bildim bileli hep bana ait bir köşem olsun istedim ama hiç olmadı. Şöyle gerektiğinde sığınabileceğim bir köşecik. Bir odanın kıyısında küçücük bir minder, balkonda bir masa sandalye, salonda yemek masasının altına bile razıydım. Bir kitap, radyo, lamba falan. Çocukluğumda olmadı. Büyüdüm olmadı. Evsizken olmadı, evliyken olmadı. Kalabalıklar içinde olmadı, tenhada da olmadı. Bu düzenler, bu sistemler kadına küçücük bir köşeyi bile çok gördüler. Hayat bütün hayhuyu ile sürerken, bunaldığımda ya da çok sevindiğimde, ne bileyim her insan gibi kendi kendimle kalmak istediğimde içine saklanabileceğim bir köşecik işte... Mülkiyet duygusu, güven duygusu sanılmasın sakın. Her yer o kadar sahipli ki. O yüzden sadece bana ait bir köşecik. Ama olmadı ve bunu hiç kimse anlamadı."…
Kadınlardan söz ediyorum. İnsanların birbirini anlamadığı, anlamak istemediği bir dünyada, kadın olduğu için ayrıca anlaşılmayan ya da genellikle yanlış anlaşılan kadınlardan. Kendilerine ait bir köşecik istekleri de hiç anlaşılamadı. Anlaşılamadı, çünkü evlerin her yanı, dünyanın bütün köşeleri çoktan paylaşılmış, parsellenmişti. Hukukla parsellenmişti, toplumsal düzen, ahlak, gelenek, görenek falan diye parsellenmişti. Bütün bunlar da tutmazsa, düpedüz kaba kuvvetle parsellenmişti.
Her yer kendilerinin olanların da zaten özel bir köşeciğe ihtiyaçları yoktu ve kadınların bunu niye istediklerini anlamaları da mümkün değildi…
"Yana yana"
8 Mart 1857'de New York'ta soğuk bir hava vardı. Rüzgar, yağmur. İç açıcı bir hava değildi kısacası. Ama kentin taşrasındaki, paslı demir çelik yığınları, hurda ve çöplerle dolu tekstil fabrikasının arsasını dolduran kadınlar zaten havanın farkına varacak durumda değillerdi. O sabah grev başlatmışlardı. Bir 'köşecik' istiyorlardı kendilerine. Günlük çalışma süresinin 16'saatten 8 saate düşürülmesini ve en önemlisi de "eşit işe, eşit ücret ödenmesini" talep ediyorlardı.
Çalışma saatinin 8 saatle sınırlandırılmasını istiyorlardı ki, fabrika çıkışı derme çatma evlerine gidip, bebeklerine, kocalarına ve tabii ki kendilerine ayırabilecekleri 1 - 2 saatleri kalsın.
Eşit işe eşit ücret istiyorlardı bir de, yorgun gövdelerinin elverdiği ölçüde bağırarak. Çünkü, o bakımsız fabrikada kendileri kadar - hatta çoğu kez daha da az - çalışan erkek işçilerin kendilerinin üstünde ücret almasının nedenini anlayamıyor, içlerine sindiremiyorlardı. Sebebini sorduklarında kendilerine "Ama onlar erkek, siz ise kadınsınız" deniyordu.
Evet kadınlardı ve her insan gibi onurları vardı. Onurlarının emrettiğini yaptılar, greve gittiler.
Sonra milisler geldiler, kendilerine onurlu bir köşecik isteyen kadınlara sopalarla saldırdılar. Kadınlar, kadın gibi, erkek gibi, insan gibi direndiler. Biraz soluklanmak için fabrika içine girip kapıları kapattılar. Hava karardı. Karanlıkta birkaç gölge fabrikanın arkasına geçti. Camlar dışarıdan kırıldı ve içeri bir şeyler fırlatıldı. Fabrikadaki üstübeçler, dişlilerin yağlandığı bilmem kaç numaralı gres yağları, kağıtlar, bezler, iplikler, kumaş artıkları, boyalar bir anda alev aldı. Kendilerine ayırabilecekleri bir iki saat ve bileklerinin hakkı olan eşit ücret, yani küçük bir köşe peşinde onurla direnen kadınlar kapılara koştular ama dışarıya çıkamadılar. Fabrikanın bütün çıkışları bilinmeyen bir şekilde kilitliydi. Tam 129 kadın yana yana can verdi. Tarih 8 Mart 1857 idi ve New York'a yağmurlu, rezil bir akşam çökmüştü...
Hak verilmez, alınır
O kadın işçiler boş yere ölmediler. Patronlar korktu ve o tarihlerde ABD'de toplam 16 bin kişi oldukları sanılan dokuma işçilerinin çalışma saati 8'e indirildi. Eşit işe eşit ücret de kabul edildi. Gerçi yine "erkekler biraz daha eşit"ti ama, olsun.
1903'te ABD'de kadının ekonomik, politik ve kişisel haklarını savunabilmek için "Kadın Sendikaları Koalisyonu" kuruldu. Kadınlar, trikotaj makinesini kullanırken de, ekmek yaparken de ve çocuk emzirirken de aynı ustalıkla kullandıkları ellerini, savaşlarında da kullandılar.
Dokuma işçisi kadınlar 8 Mart 1908'de, bu kez arkadaşlarının işten atılmasını protesto etmek için işyerlerini işgal edip, greve gittiler. Talepleri günde 8 saat çalışma, en az kendileri kadar sömürülen çocukların çalıştırılmaması ve kadınlara oy hakkı tanınmasıydı.
1908'de şubatın son pazar günü sosyalist kadınlar New York'ta oy hakkı, politik haklar ve ekonomik isteklerle yürüyüş yaptılar. Daha sonra yine grevler, yürüyüşler, örgütlenmeler, hapisler ve ölümler sürdü gitti. Kadınlar hem erkeklerin mücadelesini omuzluyor, hem de kendilerine karşı utanmazca yürütülen ayrımcılığa karşı savaş veriyorlardı. Kurulu düzende ve kurulması düşünülen düzende, bu dünyada ve öteki dünyada kendilerine ait bir köşecik istiyorlardı.
1910'da Kopenhag'da toplanan 'II. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda, Alman sosyalist delege Clara Zetkin, sırf farkı kolay anlaşılsın diye, kadınların isteklerinin dile getirilebileceği, kadınlara karşı cinsel ve sınıfsal ayrımcılığa karşı çıkılacağı bir 'uluslararası gün' saptanmasını istedi. Akla gelen ilk tarih 8 Mart'tı. 1972 yılında Sidney'de yapılan Mart Hareketi adlı bir organizasyonda ise 'Dünya Kadınlar Günü' diye bir gün belirlenmesi ve tarihinin de o yağmurlu ve soğuk mart gecesinde yanarak ölen yorgun gözlü kadınların anısına 8 mart olması kararlaştırıldı.
Sadece kendilerine ait bir köşecik isteyen kadınlara bunu vermek egemen menfaat dünyasını zedelerdi ama, koskoca 365 günden sadece bir tanesini vermekte herhangi bir beis de yoktu. Bu, yürürlükteki düzeni de zedelemezdi nasıl olsa…
Dostlar. Bugün yorgun gözlü bir kadın görürseniz, ya da evde çamaşıra bulaşığa yardım etmekten vakti kalırsa coğrafya yazılısına hazırlanan liseli bir kız çocuğu, sabah girdiği beyin ameliyatında bir insana hayat veren elleriyle bu kez de akşam yemeğini hazırlamak için eve koşturan bir kadın cerrah, ruhunuzun saklı bir yerlerinden selamlayın kendisini.
Bütün köşeleri parsellemenin gecikmiş bir özürü olarak...
Tüylerim diken diken … Yine muhteşem bir yazı .. Kaleminiz daim olsun