Basında yeni tartışma: “Otosansür”

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Basında yeni tartışma: “Otosansür”
Abone ol

Basın Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5 ay önce yürürlüğe girmesi ile basın sektörü üzerinde artan baskı ve sansür pek çok mecrada tartışılıyor. “Yeni uygulamanın yol açtığı ortam acaba gazetecileri otosansüre yönlendirdi mi?” Bu soruyu, Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. İdil Engindeniz ve Medyascope muhabiri Ayşegül Karagöz’e yönelttik, sansür ve otosansüre ilgili gazetecilik pratiklerini, otosansürün gazeteciler üzerindeki etkilerini konuştuk.

Haber: Evin Arslan – İstanbul / Kapak Fotoğrafı: Unsplash

Kamuoyunda “sansür yasası” diye anılan yasanın “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” başlığı altındaki 29. Maddesi şu hükmü içeriyor:

Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”

Her ne kadar “dezenformasyon ile mücadele” gerekçesine dayansa da, yasanın hemen ardından bu hükümle dokuz gazeteci gözaltına alındı. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS), 20 Şubat’ta yayınladığı verilere göre, o günlerde 43 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde bulunuyordu. 

İdil Engindeniz

Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. İdil Engindeniz, kanunun vadettiği ile içinden çıkan şeyin aynı şey olmadığını vurgulayarak “Haberin demokrasilerdeki önemini düşünürsek bugün dezenformasyonla mücadele önemli mücadele alanlarından biri. Ama karşımızdaki yasanın amacı böyle bir mücadeleye girmek değil, muhalif sesleri susturmak, muhalif seslerin kendi kendine susmasını sağlayacak bir ortam yaratmak” diyor.

Sansürün yanı sıra en çok tartışılan bir diğer kavram ise otosansür. Otosansür kelimesi, Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Kişinin veya kurumların kendi kendilerini kısıtlaması” olarak yer alıyor. “Acaba kişiler kendini neden kısıtlamaya ihtiyaç duyuyor?” Bu soruya da yanıt aradık.

İdil Engindeniz’e göre bilinçsizlik ve korku/güvensizlik, otosansüre başvurma nedenlerinden ikisi:

 “Gazetecilik yaparken topluma karşı bir sorumluluğunuz olduğu anlayışına, böylesi bir bilince sahip değilseniz; ‘haber nedir, benim gazeteci olarak habere ve topluma karşı bir görevim var mı’ diye pek de düşünmemişseniz, ‘patronun veya dönemin siyasi ortamının istediğini yapmakta pek bir sakınca görmeyebilirsiniz. Bütün bu bilince sahip olup başınıza bir şey gelmesinden korktuğunuz, kendinizi güvencesiz hissettiğiniz bir ortamda da içinize sinmese bile, bazı şeyleri aktarmaktan kaçınabilirsiniz. Türkiye’de gazetecilik yapmak en hafifinden kovulmayı, habercilik yaparken kötü muameleye maruz kalmayı, hapse girmeyi, hatta öldürülmeyi göze almak anlamına gelebiliyor.” 

 

Yazsam da editör silecek

Medyascope’ta muhabirlik yapan Ayşegül Karagöz, otosansürün, sansürün olduğu yerde ortaya çıktığını ifade ediyor. “-Fark etmeden acaba kendime, dilime otosansür uyguluyor muyum?- sorusunu ben de çok sık kendime soruyorum.” diyen Karagöz şöyle diyor: 

“Gerçeği manipüle etmediğim, yanlış bilgi vermediğim sürece bu konuda içim hep rahat oluyor. Bunun çalıştığım kurumla alakalı olduğunu düşünüyorum. Sansür uygulanmıyorsa, otosansüre gerek kalmaz. Birilerini memnun etmek veya sözcülüğünü yapmak zorunda kalmadığında ve nihayetinde amacın kamu yararı olduğu zaman otosansüre gerek kalmıyor. Ancak bunu özellikle ana akım olarak nitelendirebileceğimiz kurumlarda çok fazla yaşayan arkadaşım var.

Gazeteciler arasında otosansürün giderek daha çok arttığını düşünen Karagöz, gazetecilerin dillerini ve kalemlerinin sivriliğini kuruma göre ayarladıklarını ifade ediyor. Mevcut sistemin gazetecileri buna mecbur bıraktığını dile getiren Karagöz, “-Ben bunu yazsam da editör silecek- sözünü başka mecralarda çalışan çok fazla insandan duyuyorum.” diyor.

Ana akım medya

Özellikle 1 Şubat’ta yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından birçok gazeteci deprem bölgesine gitti. Ancak bu süreçte, “konuşmak isteyen yurttaşın sözünü kesme, mikrofonu kapatma” şeklinde yayıncılık örnekleri de yaşandı. Bu örneklerden bazıları ele alınırsa, canlı  yayın yapan bir muhabir, “6 gündür elektriğimiz yok, konuşmak istiyorum” diyen bir depremzedeyi kameradan uzaklaştırıp mikrofonu sakladı. Başka bir muhabir ise ailesinin enkaz altında olduğunu, arama kurtarma ekiplerinin gelmediğini söyleyen bir depremzedenin sözünü keserek alandan uzaklaştı. Sosyal medyada çokça tepki toplayan bu örnekler, aynı zamanda ana akım medyada yükselen otosansürü de tartışmaya açıyor. 

İdil Engindeniz, “Ana akım medyada, sansasyonel olana, kolay dikkat çekene, duyguları en çok ayağa kaldırana yönelik kötü bir eğilim hep olageldi ve bunun karşısında da hep ters yöne denge kurmaya çalışan mekanizmalar oldu. O mekanizmaların sesinin en az çıktığı, etkisinin en az olduğu bir dönemde, bir coğrafyadayız belki” diyor. Bu örneklerin kötü temellenmiş bir gazetecilik kültüründen kaynaklandığını söyleyen Engindeniz şöyle devam ediyor: 

“Pek çok sektörde olduğu gibi, gazetecilik alanında da meslek güvencesine sahip değiliz, arkamızda duracak güçlü bir sendikal yapılanmadan, güçlü meslek örgütlerinden, meslektaşların eleştirisinin taşıması gereken önemden uzağız. Okullu gazeteciler için konunun eğitim sürecinde başladığına, o süreçte meslek kuralları hakkında daha çok tartışma yürütmek gerektiğine inanıyorum. Okullu olmayanlar için bu süreç usta-çırak ilişkisi çerçevesinde ve meslek içi eğitimlerde olgunlaşabilir. Neyi, neden yaptığını, habere neden x açısından yaklaştığını, bunun ne anlama geldiğini, y’nin neden kötü olduğunu bilen bir gazeteci, hele bir de ilkelerinin arkasında durduğunda işsiz kalmayacağını, işsiz kalsa da pek çok güvenceye sahip olacağını, gerekirse tek başına bile çalışıp hayatını idame ettirebileceğini bilse, sansür ve otosansür konusunda daha iyi bir zeminde oluruz gibi geliyor.”

Gazetecinin hayatını idame edebilmesi konusunda okurlara da sorumluluk düştüğünü söyleyen Engindeniz, “İyi bir diziye, filme, uygulamaya para vermeyi nasıl normalleştirdiysek gazeteciye de emeği- haberi karşılığında ödeme yapmaya alışmalıyız. Eğer manipülatif içeriklerle değil de güvenilir bilgilerle hareket etmeye niyetliysek bu kaçınılmaz bence” diyor.

Haber neyi gözetmeli?

Depremin ilk günü Adıyaman’a giden Ayşegül Karagöz’e göre, deprem ve sonrasında oluşan kriz ortamı basın-medya sektörü ile gazetecileri hazırlıksız yakaladı, oysa öncelikle afetin boyutlarının algılanması gerekiyordu ve bunu anlamanın yolu deprem bölgesine giden medya çalışanlarından geçiyordu:

“Nasıl bir afetle karşı karşıya olduğumuzu anladıktan sonra beraberinde şu soruyu sormalıyız: -Biz gazetecilerin ne yapması gerekiyor? Yaşanan olaya nasıl bakmalı, haberde neyi gözetmeliyiz? Var olan gerçek, depremden etkilenen çoğu şehre yardımın geç gelmesi veya hiç gelmemesi, arama kurtarma ekiplerinin yetersizliği, insanların yaklaşık üç gün boyunca soğukta enkaz altında kalan yakınlarının çıkarılmasını ümitsizce beklemesi, ekip sayısı yetersiz olduğu için kendi imkânlarıyla enkazı kaldırmaya çalışmalarıydı. Bu insanların her birinin apayrı bir hikâyesi vardı ve siz gazeteci olarak yaşanan bu trajediye nasıl yaklaşacağınıza karar vermek zorundaydınız.

-Gazeteci olarak amacımız mevcut iktidarı memnun etmek mi, yoksa vatandaşların sorunlarını dile getirip kamuyu bilgilendirmek mi?- Öncelikle buna karar vermemiz gerekiyor.

Bir keresinde, enkaz başında çalışan ve içeriden canlı çıkan bir kişiyi aynı anda bütün kameralar çekti ve -Bir mucize gerçekleşti, enkaz altından canlı çıkarıldı- anonsları duymaya başladık. Oysa o kameralar enkazın yan tarafını da çekse yerde yatan onlarca ölü beden görülecekti. O binada bir ekip çalışıyordu bir kişiyi kurtardılar ama binaya ekiplerin gelmesini bekleyen yüzlerce insan vardı. -Gelip binamıza bakın içeride bütün ailem var- diyen onlarca insan vardı…”

En büyük sorun

Ayşegül Karagöz

“Deprem bölgesinde gazeteciler ne tür problemler yaşadı?” Bu soruyu yönelttiğimiz Ayşegül Karagöz, bir yandan haber peşinde koşturup, haber yazma ve geçme telaşının yanında, gıdaya erişim, kötü hava şartlarıyla mücadele, tuvalet eksikliği, hijyen problemi gibi zorluklarla karşılaşıldığını  ancak en büyük sorunun şebekeye ulaşma çabası olduğunu aktardı:

Şehirde şebeke yoktu ve dolayısı ile çektiğimiz görüntüleri haber merkezine iletmek büyük bir problemdi. Bu nedenle önemli bir haber yollayacağımız zaman hızlı bir şekilde internetin çektiği bir konuma gidip gönderdikten sonra geri dönerek işlerimizi hallediyorduk. Kamerayla gelen meslektaşlar kameralarını şarj etme problemi yaşıyordu. Telefonların şarjı zaten soğukta daha hızlı bitiyordu, elimizdeki  powerbank de kullanılamaz hale gelince arabaya geçerek bunları akü ile şarj edip işimizin başına geri dönüyorduk. Süreçte en önemli sıkıntılardan biri bu oldu.”


Yorum Yazın