12 Eylül yönetimi, 12 Martçıların yarım bıraktıklarını katı ve kesin bir biçimde tamamlayarak sosyalist sol hareketleri neredeyse tamamıyla etkisizleştirdi. Evren ve arkadaşlarına bu da yetmemiş olacak ki, kendilerine göre ülkenin tekrar anarşizme sürüklenmemesi, yani solun tekrar yükselişe geçmemesi adına sistemli bir dinselleştirme politikası izlendi.
Bu politika 10 yıl içinde ürünlerini vererek doksanlı yılların başında Refah Partisi’nin yükselişini sağladı. Ancak Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan’ın ABD karşıtlığı büyük bir sorun yaratmaktaydı. Buna karşı çareler arayan ABD’nin Ortadoğu şeflerinin de katkılarıyla parti içinde gelenekçi-yenilikçi ayrımı oluşturuldu. Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül gibi isimlerin başını çektiği yenilikçilerin hem ABD ile araları iyiydi hem de 1995 yılında ilk kez dile getirilen Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ılımlı İslam anlayışına göre tavır almaya hazırdılar.
İşte bu sebeple, dinselleşmenin etkilerinden yararlanan Erbakan en nihayetinde 1996 yılında başbakan olmasına rağmen sadece bir yıl görevde kalabildi ve ardından gelişen süreçte yenilikçilerin önü açılarak AKP iktidarı kurulmuş oldu. Öyle ki, Erbakan’ın başbakanlıktan ayrıldığı 1997 yılında bile ABD kaynaklarında beş yıl sonrası için Erdoğan’ın başbakan, Gül’ün ise dışişleri bakanı olacağı yazılıyordu.
İktidara hazırlandığı ve yerleştiği dönemde Erdoğan, henüz başbakan olmadan önce Beyaz Saray’da başkan Bush ile görüşebiliyor, başbakan olduktan sonra da 2004'teki ABD ziyaretinde American Jewish Committee (AJC) tarafından kendisine ödül veriliyor ve 2006 yılında Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlarından biri olduğunu açıkça dile getirebiliyordu.
AKP iktidarının Batı ile yakınlığı uzun yıllar devam etti. Gezi direnişi ise bu yolda Erdoğan ve arkadaşları için dönüm noktası oldu. Özellikle 2010 referandumundan sonra baskısını arttıran ve Batı’ya yavaş yavaş sırt çevirmeye başlayan iktidar, işler ne zaman sarpa sarsa dış güçlerin etkisinden söz etmeye başladı. Onlara göre kendi hatalarından kaynaklanan her şey aslında dış güçlerin bir oyunuydu ve iktidarlarının yıkılması için planlanmaktaydı.
Cumhurbaşkanının, Meclis’in açılışında yaptığı konuşma ise bu konuda ne kadar ileri gidildiğinin göstergesi oldu. "İsrail yönetiminin tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan'dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır. Şu anda bütün hesap bunun üzerinedir" diye konuşan Erdoğan ilk defa bir ülkeyi Türkiye’ye karşı tehdit olarak göstererek “Dış güçler” propagandasını da deyim yerindeyse solda sıfır bıraktı.
Bu konuşmadan da anlaşılacağı gibi, her geçen gün biraz daha güç kaybeden Cumhur ittifakının, toplumu konsolide ederek bütün halinde arkasına almak ve erimeyi durdurmak adına ortaya attığı bu son girişimin inandırıcılıktan ne kadar uzak olduğunu tartışmak bir yana dillendirmeye bile gerek yoktur. Nasıl bir tehdit algısı yaratılırsa yaratılsın, halkın gözünde geçim sıkıntısının önüne geçememekte ve anlamsız kalmaya devam etmektedir.
Yorum Yazın