Eğitim ve öğretim döneminin ilk dersinin ‘Çanakkale’den Gazze’ye Bağımsızlık Ruhu ve Vatan Sevgisi’ başlığıyla işlenmesi tartışma konusu oldu. Kullanılan ifade ne ölçüde doğruydu? Çanakkale ve Gazze Türkiye Cumhuriyeti için eşdeğer mi?
Oğuz Büber - Muhalif Analiz
Yeni eğitim ve öğretim dönemi dün başladı. Temel eğitim ve ortaöğretim kademesindeki tüm sınıflarda, ‘Çanakkale’den Gazze’ye Bağımsızlık Ruhu ve Vatan Sevgisi’ temasıyla bir açılış dersi işlendi.
Milli Eğitim Bakanlığı bu dersin içeriğiyle ilgili de şöyle bir bilgiye yer verdi:
“Öğrencilerin vatan sevgisini, kardeşliği, yardımseverliği, adaleti ve özgürlüğü, Türk ve Filistin halklarının birlikte mücadele ettiği tarihi olaylar üzerinden öğrenmelerini amaçlar. Çanakkale Savaşı’nda Türk ve Filistin halklarının omuz omuza savaşarak gösterdiği kahramanlık ve fedakarlık anlatılarak; Gazze’deki direnişle, özgürlük ve vatanlarına olan bağlılıkları vurgulanacaktır. Bu şekilde, iki halkın tarihten gelen güçlü dostluk ve kardeşlik bağları öğrencilerin kalplerine dokunacaktır.”
Metni okuduğumuzda şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Türkiye ve Filistin isimli iki devlet var ve bunlar ortak bir düşmana karşı savaşa girmişler. Oysa gerçekte bu savaş Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülü Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık mücadelesi ve Filistin bu devletin sadece bir vilayeti. Ve ne ölçüde mücadeleye destek verdiğini de aşağıda çözümleyeceğiz. Ama önce belirtmemiz gereken bir nokta daha var. Bir eğitim öğretim dönemine ülkenin önemli tarihi bir gününü anarak başlamak oldukça değerli. Ancak bu düşünce o kadar samimiyse cumhuriyet tarihinin önemli dönüm noktalarından 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu’na neden yer verilmez? Ya da bu müfredatın bir parçası olarak yer almaz?
Şimdi geçelim Çanakkale - Filistin konusunun arka planına…
Çanakkale Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğu birçok ulustan tebaası olan bir imparatorluktu. O dönemde Filistin ve Suriye gibi bölgeler de imparatorluğun bir parçasıydı. Doğal olarak bu coğrafyalardan da Osmanlı ordusunda asker yer alıyordu. Fakat Çanakkale bir dinler savaşı değildi. Düşman ordularda da Osmanlı’ya karşı savaşan Müslüman sömürgeler mevcuttu.
Öte yandan, Çanakkale Savaşı sonrasında; 1916 yılında Şerif Hüseyin önderliğinde İngilizlerle beraber hareket eden Araplar Osmanlı’ya karşı ayaklanmışlardır. 1917-1918 yıllarında Osmanlı’ya karşı yaşanan bu birliktelik Suriye ve Filistin’in kaybedilmesine neden olmuştur.
Bu durumu belgeleyen birçok örnek bulunmaktadır. İşte o örneklerden bazıları şöyle:
Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa Hatıratında Şerif Hüseyin’in ihanetini şöyle değerlendirmiştir:
“Kanal’ın doğu kıyısında en evvel görülen İngiliz köprübaşı tahkimatı 1916 yılı Ocak ayı sonlarında görülmüştü ki Şerif Hüseyin’in ihanet edeceğine dair İngilizlere yazdığı son mektubu tarihi ile bu tarih uyuşmaktadır. Bundan anlaşılan o ki İngilizler Şerif Hüseyin’in isyanından tamamen emin olmadıkça Kanalın doğu kıyısına geçmeye daha doğrusu Filistin aleyhine bir istila hareketi yapmaya karar vermemişlerdi. İngilizler biliyorlardı ki Şerif Hüseyin’in aleyhimize ayaklanması, bizim Hicaz bölgesine asker göndermemizi zorunlu kılacak bunun sonucu olarak da Filistin’deki kuvvetlerimiz iyice azalacaktı. Nitekim öyle oldu ve kuvvetlerimiz yarı yarıya azaldı... Şerif Hüseyin’in ihaneti üzerine Fahri Paşa’yı Medine Kumandanlığına tayin etmiş ve orada 15-16 tabur piyade ve dağ bataryasından mürekkep bir kuvvet toplamaya mecbur olmuştum. Fahri Paşa, her taraftan düşmanla kuşatılmış olduğu halde, gerçekten harikalar yaratarak o mübarek peygamber kabrini, İngiliz destekli Şerif Hüseyin birliklerine ve asi Araplara karşı tam 2,5 sene kahramanca savundu. Medine ve Maan arasındaki demir yolu hattını koruyan 3-5 tabur Türk askerinin gösterdiği şecaat ve metanet her türlü takdirin üzerindedir.”
Arap kabilelerinin büyük kısmı isyana destek verirken, Mekke ulemasının yayınladığı Osmanlı’yı hedef alan bildiri de şu şekildedir:
“Biz yakinen biliyoruz ki bu azgın grup Allah’a asi olmuş, nasihatlere rağmen kötülüklerine son vermemişlerdir. Gayret edenlerin çabaları bu kötü akıbeti ülkeden ve halktan def etmeye yetmemiştir. Bize muhalefet eden kardeşlerimizden güvendikleri kişileri Âsitane’ye gönderip orada bizim gördüklerimizi kendi gözleriyle görmelerini istemekle yetiniyoruz: Müslüman kızların maliye ve posta dairelerinde memur olarak süslü ve alımlı bir şekilde çalıştıklarını… Yüzleri açık olarak devlet dairelerinde erkeklerin işlerini yaptıklarını… Bize muhalefet edenlerin bu konudaki görüşleri nedir? Yeniçerilerin elinde oyuncak olan Osmanoğullarının halife olduklarını iddia etmesine İslam âlemi ne der?”
Çanakkale Savaşı’nda Ermeni asıllı olarak madalya kazanan Yüzbaşı Sarkis Torosyan ailesinin Ermeni Tehciri ile sürülmesinin ardından intikam almak amacıyla 19 Eylül 1918 günü saf değiştirerek Arap isyanına katılmıştır. Sarkisyan’ın anılarında da olaylara dair önemli anekdotlar bulunuyor.
Arap ordularına komutanlık eden Sarkisyan 19 Eylül 1918 tarihinde Türk askerlerine karşı yaşadığı süreci şöyle aktarıyor:
“Akdeniz sularındaki güçlü Fransız ve İngiliz donanması, Batı Şeria’daki Tulkerim’de mevzilenmiş olan 8. Ordu’yu bombalamaya başladı. Bu saldırı sonucunda Türklerin savunma hatları bozuldu ve 7. Ordu’nun mevzilendiği Nablus yönüne doğru düzensiz bir şekilde çekilmek zorunda kaldılar.
Bu esnada, İngiliz alayları ve Ermeni milislerinden oluşan bir kuvvet (Fransız Doğu Lejyonu) cephe boyunca ortak taarruza geçmiş, darmadağın olan ve karargâhlarına doğru koşturan Türk kuvvetlerini bir saatten kısa bir sürede tam bir yıkıma uğratmışlardı. Vızır vızır işleyen telgraflar acil emirleri bildiriyordu. Bir haftadan beri Nablus’ta mevzilenmiş olan Arap haberciye mesajımı ulaştırdım ve vaktin tamam olduğunu bildirdim. Haberci, Şeyh Said’in köyüne gitmek için hareket ettiğinde saat öğleden sonra 3.30’du. Onlara katılacağımı ve Arap süvarilerini toparlamalarını söylemiştim.
…
Türkler köprüye yaklaşınca süvarilerim ve ben, saklandığımız yerden çıktık ve adamları beyaz bir kasırga gibi süpürüp attık. Arapların içe işleyen savaş naraları ve taarruzumuz yüzünden dehşete kapıldılar. Düzenleri bozuldu; saklanacak bir yer bulmak için tavşanlar gibi kaçıştılar. Sol tarafa yönelerek, Besan’a doğru giden kuzey yönünde ilerlediler. Derhal Nablus’taki İngiliz Karargâhı’na bu yeni hamleyi ve Arap süvarilerimle birlikte onların peşlerine düştüğümü haber edecek ulaklar gönderdim. Artçı birliklere son sürat bir darbe indirdik, onları yağmaladık. Yüzlercesini palalarla kestik ve toplar ile malzemenin bir kısmını ele geçirdik. Ben artık insanlıktan çıkmış ve bir ölüm makinesine dönüşmüştüm. Hiç bir şey hissetmiyordum. Ölüm, kadim bir dostumdu. Öldürüyordum; çünkü hayat benim içimde bitmişti ve geriye bir şey kalmamıştı.
…
Teslim koşullarına uymadıklarını görünce, Arap süvarilerimle birlikte onları yakından takip ettim. Artçı birlikleri nehir yakınında yakaladık ve yeniden vahşice üzerlerine çullandık. Biz pek çoğunu kılıçtan geçirirken, can havliyle nehri geçmeye çalışan diğerleri boğularak öldü.”
Torosyan, 30 Eylül tarihinde Şam yakınlarında Arap önde gelenleriyle konuşmasını da şöyle aktarıyordu:
“O akşam, Nuri Yusuf’la ve diğer Arap reisleriyle görüştüm. Bana ‘Allah, senden razı olsun’ dediler. Duygusal olarak, kazandığımız zafer için halen heyecan duyamıyordum. Türk Ordusu’nun belinin kırılmasına katkıda bulunmuştum. Osmanlı Devleti bu yenilginin ağırlığı altında sallanmaya başlamıştı. Dört haftadan daha az bir süre zarfında 7., 8. ve 4. Ordular neredeyse tamamen yok edildi. Binlerce yaralı yol kenarlarında ölüme terk edildi, binlercesi ise esir alındı. Müttefikleri olan Almanlar da onlara yardım edemezlerdi artık. Çünkü Batı Cephesi’ndeki yenilgiyi ertelemek için, tüm sağlam birliklerini umutsuz bir çabayla Batı Avrupa Cephesi’ne göndermişlerdi.”
II. Meşrutiyet’te Osmanlı parlamentosunda görev yapan Mekke mebusu Abdullah b. el-Hüseyin (Kral Abdullah) ‘Biz Osmanlı’ya neden isyan ettik?’ isimli hatıra kitabında Osmanlı’ya isyan etme nedenlerine dair bilgilere yer vermiştir. Kral, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Mekke Emiri olan ve 1916’da Osmanlı Devletine isyan eden Şerif Hüseyin’in oğludur.
Abdullah’ın düşünceleri şöyleydi:
“Arap demek Müslüman demektir. Eski şaşaalı günlerine kavuşmak, hakları olan hilafeti geri kazanmak onların boy¬nuna borçtu. Büyük Kurtarıcının [Şerif Hüseyin], yanındaki ileri gelen Hicazlılarla birlikte gerçekleştirdiği, âlimlerin des¬teklediği ve Suriye ile Irak’ın da katıldığı son Arap Ayaklan¬ması [1916], İslâm’ı savunmak maksadıyla yapılmış haklı bir kıyamdı. Arapların amacı, Allah tarafından kendilerine veri¬len bir makamı geri almaktı. Allah şöyle buyurmuyor mu: “Sizler, insanlara iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak için yaratılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” [Âl-i İmran 3/110].
…
O günün Âsitane’si, bugünün İstanbul’u bana hep İslâm toplumları arasındaki kavmiyetçilik çekişmelerini hatırlatır. Türklere “Hepimiz ehl-i İslâmız” diyecek olsak, “Öyle ama biz yöneticiyiz siz tebaasınız” diyorlardı. Biz ne zaman “Biz ve siz.. diyecek olsak, “Sizler ihanet edip isyan çıkardınız” diye cevap veriyorlardı. Namaz bizim namazımızdı, Kitap bizim Kitabımızdı. Şa¬hadet kelimesi dinimizin esası, zekât vergimiz, oruç perhizimizdi ve hac bizim memlekete yapılıyordu. ama başımızdakiler daha okuduklarının anlamını bile bilmiyorlardı. Bir Arap âlim, doğru dürüst Arapça bilmeyen, herhangi bir fıkıh kita¬bını okumamış kişinin arkasında saf tutmaya mecbur kalırdı. İşte böyle varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık söz- konusuydu. Bizler üstün olduğumuz halde hakir görülürken, hakir görülmesi gerekenler tepemize çıkıyor.”
Kral Abdullah, Taif’in Türklerden alınışını ise şöyle anlatıyordu:
“Etkileyici bir manzaraydı, biraz önce indirilen bayrak düne kadar bizim de bayrağımızdı, oysa bugün artık başka bir bayrak vardı. Bizler, dün de bu¬ gün de aynı kişilerdik. Ama bu durumdan sorumlu olanlar, İslâm ve Doğu kimliğinden sıyrılıp Frenk ve Batı sahasına koşturanlardı. Ne yazık ki bu ayrılış, korktuğumuzun başımı¬za gelmesine engel olmadı, hatta daha kötüsü meydana geldi. Türkler her istediklerini yaptılar, fakat her durumda Türklük¬lerini korudular. Bizlerse farklı farklı gruplara ve fırkalara ay¬rıldık. Her birimiz başımıza ayrı birer yönetici seçtik, her ka¬fadan farklı bir ses çıkar oldu.”
Abdullah’ın ‘başka bir bayrak’ dediği bayrak Britanyalı Mark Sykes tasarlanmıştır ve Arap İsyanı’nın resmi sembolüdür. Siyah renk Abbasiler’i, beyaz Emevileri, yeşil Fatimileri ve kırmızı ise Haşimileri simgelemektedir.
Birçok belge ve kanıtla, Arap coğrafyasının neredeyse tamamının açık bir şekilde Osmanlı Devleti’ne isyan ettiği görülüyor. İsyanın temelinin ihanet olarak görülmesi başta olmak üzere çeşitli sebepler bulunuyor ki, yukarıda aktardığımız belge niteliğindeki ifadeler de bunun sağlamasını yapıyor.
Yazının başlığındaki konuya gelirsek; Arap isyanında yer alan halklardan birisi de Filistin halkı. Fakat bölge halkının Arap isyanı sürecinde Osmanlı yanlısı bir tutum sergilediğin ifade edenler de var.
Filistin halkının Osmanlı’nın yanında olduğu iddiasının diğer bir göstergesi olarak Çanakkale Savaşı’nda şehit olan Filistinliler gösteriliyor. Şehit sayısını yarıştırmak doğru bir anlayış değil ama Çanakkale’de şehit olan 53 Filistinli var iken; 77 Yahudi şehit toplamda da 500’den fazla gayrimüslim şehit bulunmaktadır. Bu rakamlara göre de Türklerin verdiği mücadelede yanında sadece Filistinliler varmış gibi bakmak ve bunu tek bir veri üzerinden yapmak ne kadar doğrudur?
Sonuç olarak Çanakkale Savaşı, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş evresinde, Türklerin kendi verdiği bağımsızlık mücadelesinin evrelerinden birisidir. İçerisinde yer alan toplulukların münferit faydaları dışında herhangi bir ulusun topyekûn bir desteği bulunmamaktadır.
“Çanakkale’den Gazze’ye Bağımsızlık Ruhu ve Vatan Sevgisi” konu başlığı ancak Osmanlı Devleti’nde ve Filistin bu devletin sınırları içerisinde yer alması durumunda kullanılabilirdi.
Modern Türkiye Cumhuriyeti’nde ise tarihimizi baz alarak baktığımızda “Çanakkale’den İzmir’e Bağımsızlık Ruhu ve Vatan Sevgisi”, coğrafi olarak baktığımızda da “Çanakkale’den Iğdır’a Bağımsızlık Ruhu ve Vatan Sevgisi” kullanmak nispeten doğru olacaktır.
Yorum Yazın