Ülkelerinden çeşitli sebeplerden dolayı ayrılıp Türkiye’ye mülteci, sığınmacı ve göçmen statüsüyle yerleşen farklı milletlerden milyonlar var ve bu sayı giderek artıyor. Türkiye’de yaşayan çok sayıda mülteci, sığınmacı ve göçmen, ayrımcılığa ve nefret söylemine neden maruz kalıyor? Bu konuda doğru bilinen yanlışlar ne? Gazeteciler Cemiyetinin katkılarıyla hazırlanan Diğdem Çam’ın özel haberi...
Didem Çam - Ankara
Yabancıların sayısı arttıkça farklı sebeplerden kaynaklı ‘ayrımcılık’ ve ‘nefret söylemi’ de artış gösteriyor. O sebeplerin en başında ise doğru bilinen yanlışlar geliyor. Türkiye’de yabancı uyruklu kişilerin doğru zannedilen ‘özel ayrıcalıklar’a sahip olduğu düşüncesi, nefret söylemini daha da kızıştırıyor. Bu durum da ‘yabancı düşmanlığı’ kavramının ortaya çıkmasına neden oluyor.
Mülteciler, hastanede sıra beklemiyor mu?
‘Mültecilere yönelik nefret söylemi’ konusuyla ilgili açıklamalarda bulunan Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Onur Unutulmaz, mülteciler hakkında doğru bilinen yanlışları sıraladı:
“Türkiye’deki sığınmacılarla ilgili pek çok yanlış bilginin yayıldığını görüyoruz. Bunlar arasında hastanelerde sıra beklemedikleri, öğrencilerin istedikleri üniversitelere sınavsız bir şekilde yerleştirildikleri, her ay döviz üzerinden yüklü miktarda desteği maaş olarak aldıkları gibi bilgileri sıralayabiliriz. Ancak bunlar doğru değil. Bu yanlış bilgilerin bazıları kötü niyetli kişilerce zaten artmakta olan yabancı düşmanlığı ve mülteci karşıtlığını iyice körüklemek için provokasyon amaçlı yayılıyor. Bazıları ise yanlış anlaşılmalar ve halkın yeterince bilgilendirilmemesi nedeniyle yaygınlaşıyor.”
Dr. Unutulmaz: “Halkın doğru bilgilendirilmesi, en önemli ve güçlü silahtır”
Mülteciler konusunda halkın doğru bilgilendirilmesi gerektiğini ifade eden Onur Unutulmaz, “Örneğin, bazı hastanelerde Suriyeli hastaların Arapça bilen sağlık personeline yönlendirilmesi uygulaması yapılabiliyor. Bu nedenle, diyelim ki bir doktorun tüm hastalarının Suriyeli olduğunu gören biri, bir fotoğraf çekiyor ve sonra ‘Sadece Suriyelileri kabul ediyorlar’ vs. gibi bir yorumla fotoğrafı paylaşabiliyor. Daha sonra da bu paylaşım, sosyal medyada çığ gibi büyüyerek yaygınlaşıyor. Bu konuda son dönemlerde hem Göç İdaresi Başkanlığı hem de çeşitli sivil toplum örgütleri ‘doğru bilinen yanlışlar’ gibi başlıklarla yanlış bilgileri ifşa edip doğrularını halkla paylaşmaya gayret ediyor. Halkın doğru bilgilendirilmesi de bu tür yanlış bilgilerle mücadele edebilmek için en önemli ve güçlü silahtır. Dolayısıyla bu tür bilgilendirme kampanyalarının sürmesi gerekir” diye konuştu.
Mülteciler, neden çok çocuklu?
Her toplumda göçmen kökenli olsun veya olmasın azınlık grupların daha yüksek bir doğurganlık oranına sahip olduğu görülüyor. Bu durumun geçmişte Türkiye’deki Kürtler için de çokça söylenen bir durum olduğuna dikkat çeken Unutulmaz, “Benzer bir şekilde Avrupa’daki Türk ve Müslüman göçmen topluluklar da içinde yaşadıkları toplumlara oranla daha yüksek sayıda çocuk sahibi olduklarını görüyoruz” dedi.
Mültecilerin çok çocuklu olmasının sosyolojik ve sosyal-psikolojik sebeplerinden bahseden Dr. Onur Unutulmaz, “Azınlık psikolojisine sahip grupların çoğunluk kültürü içinde asimile olup yok olmamak, kendi kimliklerini gelecek nesillere aktarma istekleri bunların başlarında gelenlerdir. Ayrıca, mülteciler gibi çeşitli travmalar ile topraklarından olarak hiç tanımadıkları bir ortamın içinde kendini bulan topluluklarda çocuk sahibi olmanın hayata tutunma ve hayatta kalma stratejileri arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Bu tür durumlarda çocuk sahibi olmak hayatın normalleşmesi şiddet, savaş ve nefret sarmallarından arınmanın bir yolu olarak görülebilir. Bu nedenle mülteciler sadece Türkiye’de değil, yaşadıkları her toplumda genelde yüksek sayıda çocuk sahibi olma eğilimindedirler” açıklamasında bulundu.
“Nefret söylemini güçlendiren en önemli nokta…”
Türkiye’deki Suriyelilerin en fazla faydalandıkları yardım programı hakkında da bilgi veren Unutulmaz, “Ülkemizdeki Suriyelilerin en fazla faydalandıkları yardım programı, AB tarafından fonlanmakta ve Türk devleti tarafından dağıtılmakta olan Sosyal Uyum Yardım (SUY) programıdır. Bu program hanedeki her bir birey için aylık bir ödeme içermektedir. Ancak, yardım miktarlarına bakıldığında (aylık 230 lira) bu yardımın geçinmek için yeterli olmadığını ifade etmek gerekir” dedi.
“Mültecilerin ‘ayrıcalıklara’ sahip olduğu söylemi nefret söyleminin bir parçasıdır” diyen Unutulmaz, “Halkın mültecilere sağlanan yardım ve olanaklarla ilgili doğru biçimde bilgilendirilmesi bu konuda atılması gereken en öncül adımdır. Ayrıca, elbette yerli toplumların en fakir kesimlerinin de asgari gereksinimlerini gidermeleri noktasında gerekli olan desteği alabilmeleri şarttır. Nefret söylemini güçlendiren en önemli nokta; toplumda yeşeren ve çeşitli çevrelerce sömürülen geleceğe yönelik çeşitli endişe ve kaygılardır. Bu endişelerin giderilmesi de nefret söylemiyle mücadelede önemlidir” diye görüş belirtti.
Mültecilere yönelik nefret söylemi, hangi nedenlerle kimler tarafından körükleniyor?
Nefret söyleminin ortaya çıkması ve körüklenmesi süreçlerinin detaylı bir biçimde incelenmesi gerektiğini de belirten Dr. Unutulmaz, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bunların altındaki en önemli nedenlerin başında kıt kaynaklar için rekabet edildiği algısının bulunduğunu söyleyebiliriz. İş imkanları, uygun şartlı konaklama imkanları, kamu hizmetleri vs. gibi kısıtlı kaynaklara yönelik özellikle toplumun daha fakir kesimlerinde yer alan mültecilerle rekabet içinde olma algısı, onlara karşı olumsuz algıları pekiştirmektedir. Ayrıca, yalnızca birkaç sene içinde milyonlarca insanın gelmesiyle oluşan hızlı dönüşüm algısı da yerli toplumda anlaşılabilir endişe ve korkular oluşturabilmektedir. Son dönemde Türkiye’de de Avrupa’da uzun yıllardır gördüğümüz bir şekilde insanların korku ve endişelerinden fayda devşirmeyi amaçlayan siyasi hareketlerin filizlendiğini görüyoruz. Siyasi olarak fayda elde etmek için insanların korkularını körüklemekten çekinmeyen bu odaklar, günümüzün sosyal medya ortamından da faydalanıyorlar.”
Çağlar: “Nefret söylemi, siyasi partiler tarafından körükleniyor”
Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde Mercator-İPM Araştırmacısı ve aynı zamanda Göç Araştırmaları Derneği üyesi olan Meriç Çağlar da mültecilere yönelik nefret söyleminin hangi nedenlerle kimler tarafından körüklendiği konusuna açıklık getirerek şunları söyledi:
“Mültecilere yönelik nefret söylemi, ayrımcılık ve ırkçı söylemler, en çok mülteci konusunu iç ve dış politikada araçsallaştıran, bir müzakere malzemesi ve oylarını arttırma fırsatı olarak gören siyasi partiler tarafından körükleniyor. Türkiye’de özellikle ekonomik krizle zorlaşan hayat koşullarının yükünü aslında en çok ekonomik olarak daha kırılgan durumda olan mülteciler, sığınmacılar ve göçmenler çekerken, en çok ötekileştirilen, günah keçisi ilan edilen de yine onlar oluyor. Her türlü sosyo-ekonomik sınıfın politik, ekonomik ve sosyal güvencesizliğini ve rahatsızlığını bir politik fırsata çevirmek isteyen siyasi partiler, ki bunu seçim gündemine taşıyan da bazı muhalefet partileri, Türkiye’de mültecilerin yasal statüsünün geçiciliğini ve güvencesizliğini kullanarak onları bir politik malzemesi haline getiriyor. Bu süreçte dezavantajlı konuma geldiğini düşünen halk da gerek ana akım gerek sosyal medya üzerinden mültecilerle ilgili dezenformasyonu körükleyerek nefret söylemini yaygınlaştırıyor.”
Nefret söyleminin önüne nasıl geçilir?
Göçmen ve mültecilere yönelik artan ırkçı ve ayrımcı söylemlerin önüne, hak temelli bakış açısı güçlendirilerek geçilebileceğinin altını çizen Çağlar, “Özellikle Suriye’de savaşın ve yaşanan toplu zorunlu göçün başlangıcından beri Türkiye’de sanki mültecilik yasal bir statü değil de bir misafirlik, mültecilerin kabulü uluslararası anlaşmalardan doğan yasal bir zorunluluk değil de ahlaki bir gereklilik olarak sunuldu hükümet tarafından. Elbette bu misafirlik söylemi, halk tarafından mültecilerden beklenen toplumda görünür olmamak, ülkenin sosyo-ekonomik yapısını, emek piyasasını etkilememek, devlete maddi yük olmamak, geçicilik gibi davranışları belirledi” ifadelerini kullandı.
“Zor durumlardan dayanışma ile çıkabiliriz”
Yaşanan zor durumlarda, mutlaka dayanışma içerisinde olunması gerektiğine de değinen Meriç Çağlar, şunları kaydetti:
“Ayrımcılığın önüne geçilebilmesi için öncelikle göçmen ve mültecilerin yasal statülerinin güvence altına alınması, mülteci konusunun özellikle seçim dönemlerinde partiler tarafından bir siyasi malzeme olarak kullanılmaması ve Türkiye’de yaşayan vatandaş veya yabancı herkesin aynı ekonomik ve siyasi güvencesizlikle başa çıkmaya çalıştığı düşünülerek ortak sorunlar üzerinden yerel dayanışma pratiklerinin arttırılması, bunların daha kapsamlı sosyal politikalar ile desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle ekonomik ve siyasi kriz dönemlerinde toplumdaki farklı gruplar sanki birbirleriyle rekabet halindeymiş gibi bir algı oluşturuluyor. Halbuki bu zor durumlardan ancak hak temelli bakarak ve birbirimizle dayanışma içerisinde çıkabiliriz.”
Mülteci kadınlar ve çocuklar nefret söyleminden nasıl etkileniyor?
Nefret söylemi ve ayrımcılığın özellikle mülteci kadınlarla çocukları etkilediğini dile getiren Çağlar, “Bu durum, özellikle mülteci kadın ve çocukların kamusal alandaki deneyimlerini ve kamu kurumlarıyla ilişkilerini de etkiliyor. Çocuklar açısından özellikle okullarda ayrımcılık ve akran zorbalığının çok ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz. Çocukların eğitim sistemine entegrasyonu ve ileride daha iyi bir hayatları olmasının önündeki en büyük engellerden biri, akran zorbalığı nedeniyle çocukların okula gitmek istememesi ve başarı düzeylerinin düşüyor olması. Kadınlar ise genellikle komşu ve mahalle sakinlerinden gelen ayrımcı ve ırkçı, ‘Ülkenize dönün, burada ne işiniz var?’ gibi tepkilerle karşılaşıyor. Ayrıca mülteci kadın ve çocuklar, kamu kurumları ve hizmetlere erişim sürecinde özellikle eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler konusunda, birçok ayrımcı ırkçı davranışla karşılaşıyor” diye konuştu.
“Mülteci kadın ve çocuklara karşı işlenen şiddet suçları, medyada görünmüyor”
“Nefret söylemi ve ayrımcılığın artması, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığı da arttırıyor” diyen Meriç Çağlar, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Kayıtlı sığınmacıların, mültecilerin ve göçmenlerin yasal düzlemde hizmetlere erişim hakları olsa da ayrımcılık ve dil bariyeri nedeniyle kadınlar sağlık hizmetlerinden, örneğin üreme ve cinsel sağlık hizmetlerinden yararlanamıyor. Gebelik sürecinin takibi gibi çok temel hizmetlere bile erişemiyorlar. Ayrıca biliyoruz ki nefret söylemi ve ayrımcılığın genel olarak artması, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığı da arttırıyor ve böylece özellikle kırılgan gruplar olan mülteci kadın ve çocuklara karşı işlenen şiddet ve cinsel şiddet suçlarında da artış gözleniyor. Medya genellikle yabancıların işlediği söylenen suçlara yoğunlaşırken mülteci kadın ve çocuklara karşı işlenen şiddet suçları maalesef görünmez kalıyor.”
Göç sonrası birçok kişi depresyona giriyor
Türkiye’de yabancı statüsünde bulunan pek çok kişi, nefret söylemine ve ayrımcılığa maruz kaldığı için psikolojik açıdan da zor dönemlerden geçiyor.
Göçün psikolojik etkileri üzerine açıklamalarda bulunan Uzm. Klinik Psikolog Dilara Çaresiz, göç psikolojisinin insanların güvenlik ve ait hissetme ihtiyaçlarını sarsan bir tarafı olduğuna vurgu yaptı.
Göç sonrası birçok psikolojik rahatsızlığın oluşabileceğine de dikkat çeken Çaresiz, şunları söyledi:
“Göç; sosyolojik ya da ekonomik sebeplerle kişilerin ya da toplulukların yaşadıkları, yerleştikleri yerleri bırakarak farklı bir yerleşim yerine ya da başka bir ülkeye yerleşmelerine verilen isimdir. Göç psikolojisinin, insanın en temel ihtiyacı olan güvenlik ve ait hissetme ihtiyaçlarını sarsan bir tarafı vardır. Maslow da ihtiyaçlar hiyerarşisinin özünde fizyolojik ihtiyaçlardan olan beslenme ve barınma ihtiyaçlarından sonra, ruh sağlığının iyi oluşu için aidiyet hissiyatının öneminden söz eder.
Göç psikolojisi, bir nevi köklerimizden kopmayı sembolize eder ve göç edilmeye maruz kalan insanlar, sadece ülkelerini değil doğdukları yerleri, anılarını, sevdikleri insanları, akrabalarını, evlerini, iş yerlerini de terk ederler. Bir yere ait hissedemeyen insan, kendini boşlukta hisseder ve bu boşluk hissi birçok psikolojik rahatsızlığın temelini oluşturur. Göç sonrası; travma sonrası stres bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu ve depresyon en sık görülen rahatsızlıklardandır.”
“Çocuklar ve kadınlar, en çok yara alanlar”
Dilara Çaresiz, mültecilere ve özellikle çocuklarına bu süreçte nasıl davranılması gerektiği konusunda şunları söyledi:
“Özellikle çocuklar ve kadınlar, bu sürecin en çok yara alan kişileri oluyor. Bu konuda yapılan araştırmalar; çocukların dil bilmemelerinden dolayı zorluk yaşadığını, kadınların ise büyük bir duygusal boşluk yaşadıklarını göstermektedir. Bu süreçte eğitim ortamlarında özellikle öğretmenlere büyük bir görev düşmektedir. Çocukların okul ortamlarında oryantasyon sürecine destek olunması ve dil gelişimlerinin sağlanması sürece katkı sağlayabilir. Devlet, özellikle kadınların ve çocukların güvenliğini, sosyal gelişimini ve dil öğrenmelerini sağlamalıdır. Toplum bu konuda bilinçlendirilmeli, toplumun daha hassas, eşitlikçi ve insancıl bir yerde olması sağlanmalıdır.”
“Mültecilerin yaşadığı zorlukları gösteren eğitimler yaygınlaştırılmalıdır”
Yabancı statüde yer alan kişilere, doğru iletişim olanaklarının sağlanmasının oldukça önemli olduğunu dile getiren Çaresiz, “Genel olarak göç zorlu bir süreçtir, bu süreçte kişilerin kayıpları olabilir. Göç eden kişiler, ayrımcılık ve zorbalığa maruz kalabilir. Geldikleri yerde birçok travmatik yaşantıya da maruz kalabilirler. Empati yapmalıyız; ötekiyle ve ötekileştirilmişlerle… Bu dünya üzerinde varlığını sürdüren hiç kimse doğduğu ve büyüdüğü toprakları doğal afet, savaş ve hastalık gibi sebeplerle terk etmek istemez. Çadır kentte yaşayan bir göçmen, ‘En çok sırtımı duvara yaslamayı özledim’ diyor. Toplumda mültecilerin yaşadığı zorlukları gösteren eğitimler yaygınlaştırılmalıdır. Bu bağlamda, göçmen durumunda kalan kişilere, doğru iletişim olanaklarının sağlanması, göçmen psikolojisine büyük bir katkı sağlamaktadır” ifadelerini kullandı.
Nazım Hikmet’in dizelerini anımsatan, dünya üzerinde ideal yaşamın böyle kurulabileceğine dikkati çeken Dilara Çaresiz, sözlerini “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” diyerek noktaladı.
Hukuk kurallarında da karşımıza çıkıyor
Etik değerler bakımından oldukça büyük bir öneme sahip olan ‘ayrımcılık’ ve ‘nefret söylemi’ konuları, hukuk kurallarında da karşımıza çıkıyor. Birbirine paralel ilerleyen bu iki konu, ulusal ve uluslararası mevzuatta da yer almış durumda. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda ve Türkiye’nin 1954 yılında onayladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) ‘ayrımcılık’ konusu özel bir madde olarak ele alınıyor.
O maddeler!
Anayasanın 10’uncu maddesinde yer alan ‘Kanun önünde eşitlik’ ilkesinde şu ifadelere yer veriliyor: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”
AİHS’de ‘Ayrımcılık yasağı’ olarak ele alınan 14’üncü madde ise şu şekilde:
“Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır.”
Iran siniri mayın temizlendi milyonlarca afgan bangladeşli pakistanlı sırtlarında çanta yürüyerek hicbir kontrol yapılmadan tüm şehirler e dağıldı sirt çantalarında ne var bakıldı mi
Çok seviyorsanız evinize alın her şeyinizi de paylaşın ülkenin yapısı bozuldu irak siniri suriye sınırı mayınlar temizlendi milyonlar yol geçen oldu uçağa gidiş bileti alan afrikalı milyonlar gelip yapıyı bozuyorlar artık görün planlı proje